Ankara katliamı ve Ortadoğu savaşının Türkiye’ye yayılması

10 Ekim Cumartesi günü Barış Mitingi öncesinde iki canlı bombanın gerçekleştirdiği terör saldırısında katledilenlerin sayısı Ankara Tabip Odası’nın son açıklamasına göre 106’ya ulaşırken, ülkenin dört bir yanında binlerce kişinin katıldığı hükümet karşıtı cenaze törenleri ve gösteriler düzenleniyor. AKP iktidarı ise, katliamdaki asli sorumluluğunun üstünü örtmeye ve Suruç’un ardından yaptığı gibi katliamı kendi çıkarları adına kullanmaya çalışıyor.

Miting öncesi toplanma alanında hiçbir önlem alınmamasının, daha önce defalarca terör saldırısına uğrayan ve yine açıkça tehdit edilen HDP’nin de dahil olduğu hükümet ve savaş karşıtı bir miting için olası bir katliamın bilinçli olarak önünü açmak olduğu gerçeği bir yana, hükümetin, bu uygulamanın rutin olduğu iddiasını, bugüne kadar AKP mitinglerinde miting alanı çevresinde alınan olağanüstü güvenlik önlemleri keskin bir şekilde yalanlıyor.

Dahası, devletin üst makamlarında bulunan savaş suçlularının kamusal alanda herhangi bir şekilde ortaya çıktıklarında, yalnızca yüzlerce kişilik koruma ordusunun arkasına saklanarak korunduklarını düşünmek hata olur. Onlar, fiilen kullanımda olan ve kilometrelerce ötedeki bombaları tespit edebilen cihazlarla “değerli” canlarını korurlarken, aynı cihazların muhaliflerin ve savaşa karşı çıkanların yaşamının korunması için kullanılması, elbette, hükümetin kendi doğasını yadsıması olurdu.

Ankara Tabip Odası’ndan bir yetkilinin yaptığı son açıklama, ölümlerin yalnızca canlı bomba saldırısından kaynaklanmadığını, polisin katliamın hemen ardından alana gaz bombası yağdırmasının da ölü sayısını arttırdığını gösteriyor. Ambulansların yaklaşık yarım saat sonra gelebildiği (!) alanda kaç yaralının polis saldırısı nedeniyle öldüğü -eğer engellenmezse- ayrıntılı rapor sonucunda ortaya çıkacak. Katliamı büyütme ve delilleri karartma amacından başka hiçbir şekilde açıklanamayacak olan bu polis saldırısının benzerleri, Diyarbakır ve Suruç bombalı saldırılarının ardından da gerçekleşmişti.

Bombalı saldırının ardından, daha önce gazetecileri ve her renkten muhalifi “önleyici tutuklama” bahanesiyle içeri tıkan hükümetin başında bulunan Ahmet Davutoğlu, IŞİD’in canlı bombaları için,“Elimizde liste var ama eyleme geçmedikleri için bir şey yapamıyoruz” diyor ve Suruç katliamını gerçekleştiren ve paramparça olan canlı bombanın yakalandığı yalanını söyleyerek insanlarla adeta dalga geçiyordu.

Bunun ardından, katliamı gerçekleştirenlerin emniyetin yayımladığı 21 kişilik canlı bomba listesinde yer alan IŞİD üyeleri Yunus Emre Alagöz ve Ömer Deniz Dündar olduğunun ortaya çıkması, suçu açığa çıkan hükümetin psikolojik savaş yöntemlerini tırmandırmasına yol açtı.

Aslında, Cumartesi gününden itibaren tablo çok açıktı: katliamı cihatçı terörist örgütlerden birisi, büyük ihtimalle de IŞİD gerçekleştirmiş, siyasi iktidar da buna göz yummuştu.

Aynı şekilde göz yumulmuş olan Reyhanlı katliamına, daha önceki katliam girişimlerine ve katliamlara dayanan bu öngörü çok kısa bir süre içinde doğrulandı. Hükümetin saldırıya göz yumduğunun açığa çıkmasının yarattığı telaş, ifadesini, saldırıda PKK parmağı olduğu ve hatta bir IŞİD-PKK işbirliği iddialarında buldu.

Bu doğrultuda, mitingden önceki gün twitter hesaplarından saldırı olabileceği yönünde yorum yapan iki kişi gözaltına alındı.

AKP medyasında, Başbakan Davutoğlu’nun açıklamalarının papağanca tekrarından oluşan, saldırının failinin “IŞİD ve/veya PKK” olduğu propagandası da aynı amaç çerçevesinde devreye sokuldu. Hükümet, bu doğrultuda, Ankara katliamının hemen sonrasında 1 Kasım seçimlerine kadar savunma konumuna çekildiğini ve kendisine saldırılmadıkça eylem yapmayacağını açıklayan KCK’ye yönelik operasyonlarını tırmandırdı. PKK mezarlarına yönelik kışkırtıcı operasyonların da devreye sokulması, hükümetin nasıl savaştan ve ölümlerden beslenmeye çalıştığını bir kez daha açıkça göstermektedir.

Buna, HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’a yönelik suikast hazırlıklarının ortaya çıkmasının ve konuyla ilgili bildirimde bulunulan hükümetin hiçbir önlem almamasının, hükümetin, böylesi bir suikastın yaratabileceği iç savaş koşullarını bile göze almış olduğu gerçeği eklenmektedir.

IŞİD saldırıya geçmeden ona karşı bir şey yapmadığını itiraf eden AKP hükümeti, gerçekte saldırdıktan sonra da aynı uygulamayı sürdürmektedir. Katliamları gerçekleştiren IŞİD üyelerinin yıllardır istihbaratın gözetimi altında Türkiye’de, özellikle de Adıyaman’da cirit attıkları, Suriye’ye geçip geri döndükleri basit bir iddia değil, 2013’ten beri aileleri tarafından doğrulanan somut olgulardı.

Radikal gazetesinde, 2013 yılında, ‘Adıyamanlılar’ hakkında haberler yapılmış, Diyarbakır, Suruç ve Ankara saldırısını gerçekleştiren teröristlerin ailelerinin polise yaptığı başvuruların, Davutoğlu’nun “eyleme geçmedikleri için bir şey yapamıyoruz” yaklaşımında olduğu gibi görmezden gelindiği ortaya konmuştu. Öyle ki, üç saldırının da failleri Adıyaman’daki Dokumacılar grubundandı ve İslam Çay Ocağı denilen IŞİD yuvasından tanışıyorlardı.

Saldırının ardından yine Radikal’e konuşan Ankara bombacısı Ömer Deniz Dündar’ın babası M. Dündar, “Oğlumu Suriye’den geri getirmek için defalarca emniyete gittim. Oğlum 2014 yılında Adıyaman’a geldi. 8 ay yanımda kaldı. Ben oğlumu Emniyet’e şikayet ettim. Emniyet’e, ‘bunu alın cezaevine atın’ dedim. İfadesi alındıktan sonra oğlum serbest bırakıldı.”diyerek devletin katliama nasıl göz yumduğunu gözler önüne serdi.

Dahası, Suruç katliamını gerçekleştiren Şeyh Abdurrahman Alagöz’ün abisi olan Yunus Emre Alagöz “terör şüphelisi” olarak sözde aranıyordu. Suruç’un ardından bu teröristin de benzeri bir saldırıya katılabileceği ve önlem alınması gerektiği gündeme getirilmişti ki, buna, polisin ve istihbaratın yanıtı, hükümetin talimatı doğrultusunda, “eyleme geçmedikleri için bir şey yapamıyoruz” biçiminde oldu. Aynı şekilde, Ömer Deniz Dündar’ın IŞİD üyesi kardeşi de hala “aranıyor”.

Suruç katliamının ardından IŞİD’e yönelik göstermelik operasyonlar yapan hükümet, gerçekte çoğunluğu HDP’li 1.500 civarında insanı gözaltına almış ve IŞİD’ciler yine serbest bırakılmıştı. Bakanlık verilerine göre cezaevlerinde 10 Ağustos itibariyle hüküm giymiş yalnızca 2 IŞİD’ci bulunuyor. Buna karşılık, son haftalarda belediye başkanları da dahil onlarca HDP’li tutuklanmış durumda.

IŞİD üyelerinin Türkiye içinde örgütlenmesine, çeşitli biçimlerde açık faaliyet yürütmelerine ve Suriye’ye geçip geri gelmelerine göz yumma dışında “bir şey yapamayan” hükümet, dün, konu kendi suçlarının açığa çıkması olduğunda bir kez daha yayın yasağına sarıldı. Ankara 6. Sulh Ceza hakimliği, “soruşturma dosyası kapsamı hakkında yazılı, görsel, sosyal medya ile internet ortamında faaliyet gösteren her türlü medyada her türlü haber, röportaj, eleştiri ve benzeri yayınların yapılmasının yasaklanması” kararı aldı.

Tüm bunların ışığında, hükümetin,7 Haziran seçimlerinin ardından, tek parti hükümetini kurmak üzere HDP’yi baraj altında bırakma ve milliyetçi oyları kazanma gündemi doğrultusunda göz yumduğu Suruç katliamı, tırmandırdığı savaş ve bölgede uyguladığı devlet terörü ile Ankara katliamı ve sonrasındaki tüm gelişmeler, Ortadoğu’da tırmanan paylaşım savaşından ayrı değerlendirilemez.

AKP’nin iktidara tutunma yönündeki gerici gündemi, Suriye’de izlediği, Esad rejimini devirme ve özerk bir Kürt bölgesinin oluşumunu engelleme doğrultusunda yıllardır IŞİD de dahil cihatçı örgütleri destekleme politikasının içerideki tamamlayıcısıdır.

Öyle ki, hükümetin “IŞİD karşıtı koalisyon”a fiilen katılması ve üsleri emperyalist koalisyona açması, sonradan açıkça görüldüğü gibi IŞİD’e karşı olmaktan çok, Kürtlere yönelik içerideki ve dışarıdaki operasyonları tırmandırmayı ve buna karşılık ABD’nin sessiz kalmasını amaçlıyordu. Nitekim Tel Abyad’ı yitiren IŞİD’in imdadına, ABD’nin de onayı ile Türkiye yetişmiş; IŞİD’in Türkiye sınırında elinde kalan yerlerin YPG’nin eline geçmesi şimdiye dek engellenmiştir.

O zamandan beri ertelenen Cerablus operasyonu ve IŞİD’in başkenti konumundaki Rakka’ya yönelik operasyon planı yeniden gündeme gelmiş durumda ve bu yalnızca IŞİD’i değil, kendi gerici gündemi doğrultusunda güneyde PYD yerine IŞİD’i tercih ettiğini itiraf etmiş olan AKP’yi de rahatsız etmektedir.

Buna, ABD’nin ve bölgedeki müttefiklerinin kışkırttığı iç savaşa, bölgedeki çıkarlarını doğrudan savunmak üzere Rusya’nın da müdahale etmesi eklendi. Aynı zamanda iki nükleer güç (ABD ile Rusya) arasında bir çatışma tehlikesi yaratan bu hamle, Suriye’deki durumun yeniden ele alınmasını dayatmakla birlikte, ABD’nin ve Türkiye’nin izlediği politikayı da zora sokmuş durumda.

Cihatçıların AKP hükümetinin politikası doğrultusunda yıllardır Türkiye içinde cirit atması, ülke içinde gerçekleştirdikleri kanlı saldırıların zeminini oluşturdu. ABD önderliğindeki bu vekil savaşında asli bir rol üstlenen Türkiye, hala, “Suriyeli muhalifler” adı altında, El Kaide’nin şubesi olan El Nusra Cephesi önderliğindeki Fetih Ordusu’nu desteklemeye devam ediyor ve ABD de Rusya’nın bu gruplara yönelik saldırısına dolaylı bir söylemle karşı çıkıyor.

Bir süredir ABD’nin desteğini arkasına almış olan ve IŞİD’e karşı savaş yürüten PYD/YPG’nin iç savaşın başından beri sürdürdüğü sıcak ilişkiler doğrultusunda Rusya ile yakınlaşması ve konumunu daha da güçlendirmesi, AKP’nin her taraftan sıkıştırılması ve Suriye’nin kuzeyini işgal gündeminin daha da tehlikeye girmesi anlamına geliyor. İktidarın, ABD’nin PYD/YPG’nin dahil olduğu güçlere son silah yardımına verdiği sert tepki ve Rojava’ya doğrudan askeri müdahalede bulunma tehdidi, iktidarın iç ve dış politikasının bir bütün oluşturduğunu açıkça göstermektedir.

Sonuç olarak, yıllardır ifade edilen, savaşın Türkiye’ye taşınması yönündeki tehlikeli olasılık, bir süredir yıkıcı bir şekilde gerçeklik kazanmış durumda. Bununla birlikte, AKP’nin gırtlağına kadar battığı ve sonunda ülke içine taşıdığı bu gerici savaş bataklığının, tek başına AKP’nin iktidardan indirilmesiyle kurutulacağı iddiasının hiçbir maddi temeli bulunmamaktadır.

Ne ABD önderliğindeki Batı emperyalizmi ne de Rus oligarklarının çıkarlarını korumak üzere Suriye’ye müdahale eden Rusya, Ortadoğu’ya barış getiremez. Aksine, onların son haftalardaki hamleleri, insanlığı ve dünyayı topyekün yok edebilecek bir savaş ihtimalini doruk noktasına ulaştırmaktadır.

Hiç şüphesiz, olası bir “yeni hükümet” ABD çizgisine çok daha açık yedeklenebilir ve IŞİD’i destekleme politikasını değiştirebilir. Fakat bu, cihatçı terör ağının oluşturulmasının ana nedeninin, ABD’nin Esad rejimini devirme ve Ortadoğu üzerinde egemenlik kurma yönelimi olduğu ve olmaya devam ettiği gerçeğini değiştirmeyecektir. ABD’nin, bir yandan sözde IŞİD’e karşı savaş sürdürürken diğer yandan ondan hiçbir farkı olmayan El Kaide bağlantılı örgütleri “Suriyeli muhalifler” olarak pazarlamaya devam etmesi bunun açık bir ifadesidir.

AKP hükümetlerinin yıllardır izlediği ve alttan alta gelişen sınıfsal gerilimleri bastırmaya hizmet eden gerici kimlik politikalarının yıkıcı rolü, savaşın terör biçiminde Türkiye’ye yayılmasıyla birlikte gözler önüne serilmiştir. Türkiye toplumu, Irak ve Suriye’yi aratmayacak şekilde, etnik-mezhepsel kimlikler ve bunlar üzerinde biçimlenen burjuva politikaları ekseninde keskin bir biçimde bölünmüş durumdadır. Egemen sınıfın ve AKP iktidarının savaş yönelimi doğrultusunda derinleştirdiği bu parçalanma, yalnızca sınıf mücadelesi zemininde ve uluslararası işçi sınıfı kimliği altında birleşerek aşılabilir. Tırmanan savaşa karşı başarılı bir mücadelenin ön koşulu, işçi sınıfının parçalanmışlığına son vermek ve onun, asıl düşmana karşı uluslararası sosyalist devrimci birliğini sağlamaktır.

Ortadoğu’daki paylaşım savaşının parçası olarak gerçekleştirilen katliamlara kalıcı olarak son verilmesinin, bütün savaş suçlularından hesap sorulmasının ve tüm bölgeye barışın egemen olmasının tek yolu, savaş karşıtı uluslararası bir işçi sınıfı hareketinin inşa edilmesi, savaşın sorumlusu olan emperyalist ülkelerdeki ve bölgedeki egemen sınıfların işçi devrimleriyle alaşağı edilmesi ve bir Ortadoğu Birleşik Sosyalist Devletleri kurulmasıdır.

İlkeli ve yılmak bilmez bir kararlılık gerektiren bu devrimci perspektif dışındaki, bir dünya savaşının başlangıcı olabilecek Ortadoğu’daki emperyalist paylaşım mücadelesini görmezden gelen, kısa vadeli ve sistem içi sözde çözümler öneren tüm “barış” ve “demokrasi” programları, yalnızca, yaklaşmakta olan daha büyük felaketler öncesinde, işçi sınıfını ve gençliği siyasi olarak silahsızlandırmak anlamına gelmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir