Pazar günü, Almanya’da yeni parlamento (Bundestag) seçilecek. Kamuoyu araştırmalarına göre, Angela Merkel başbakan olmaya devam edecek gibi görülüyor. Onun Hristiyan Demokratik Birlik’i (CDU) ile Hristiyan Sosyal Birlik’in (CSU), oyların yüzde 40 kadarını elde edeceği, Sosyal Demokrat Parti’nin de yüzde 30’un altında bir oy oranıyla ikinci sırayı alacağı tahmin ediliyor.
Merkel’in şimdiki koalisyon ortağı Hür Demokratik Parti’nin (FDP) Almanya Parlamentosu’na girmek için gerekli yüzde beşlik oy oranını elde edip edemeyeceği ya da CDU-CSU-FDP koalisyonundaki mevcut konumunu korumasına yetecek sayıda sandalye sahibi olup olmayacağı belli değil.
FDP’nin bunu başaramaması durumunda olası seçenekler, 2005-2009 yılları arasında Merkel önderliğinde Almanya’yı yönetmiş olan CDU-CSU-SPD’nin oluşturacağı bir büyük koalisyon ya da CDU-CSU-Yeşiller koalisyonu. SPD ve Yeşiller, çoğunluğu sağlayıp CDU’yu dışlamalarını sağlayabilecek olan Sol Parti ile işbirliğini reddetmiş durumda. Avro’ya kuşkucu yaklaşan Almanya İçin Alternatif’in ilk kez parlamentoya girmesi durumunda, yeni hükümet için tek zemin bir büyük koalisyon olacak gibi görülüyor.
Yeni hükümet, bileşimi ne olursa olsun, öncelinden büyük ölçüde farklı olacak. O, yalnızca, Almanya’nın Avrupa’ya dayattığı acımasız kemer sıkma politikalarını yoğunlaştırmakla kalmayacak, bizzat Almanya içinde işçi sınıfına karşı savaş ilan edecek. Yeni hükümet, aynı zamanda, her türlü askeri sınırlamadan vazgeçecek ve uluslararası düzeyde Alman emperyalizminin çıkarlarını saldırgan biçimde takip edecektir.
CDU-CSU’dan ve FDP’den SPD’ye, Yeşiller’e ve Sol Parti’ye kadar düzen partileri, bu konuların hepsinde anlaşmış durumda. Partiler arasındaki bu uzlaşma, onların seçim kampanyası sırasında bu konulardan herhangi birini gündeme getirmemesinde ifadesini buldu. Kemer sıkmaya ve militarizme karşı kitlesel muhalefetin farkında olan bu partiler, sessiz kalma konusunda anlaştılar.
Seçim afişleri, “Karar veren biziz” ve “Birlikte başarılı” gibi anlamsız sloganlarla donatıldı. Siyasi tartışmalarda, Angela Merkel’in kolyesinin rengi, SPD’nin adayı Peer Steinbrück’ün provokatif pozu ve Yeşiller’in 1980’lerdeki sübyancı kabahatleri tartışıldı. Partilerin hiçbiri, Yunanistan’daki felakete, Almanya’da şiddetle devam eden toplumsal eşitsizliğe, avronun sürmekte olan krizine ya da Suriye’ye yönelik savaş tehlikesine değinmedi.
Tali konular üzerine ağız kavgası sertleştikçe, partiler arasında temel konulara ilişkin farklılıkları ayırt etmek o kadar zor oldu. SPD’nin önde gelen adayı Steinbrück, Merkel önderliğindeki büyük koalisyonda, 2005’ten 2009’a kadar maliye bakanı olarak çalışmıştı ve kendi partisinin üyelerinden çok ona yakın. Yeşiller, “insani” savaşın ve sıkı bütçe disiplininin en ateşli taraftarları. Onlar bu konularda Merkel’i sağdan eleştiriyorlar. Sol Parti ise ilerici sosyal reformlara ilişkin laflarının bütünüyle ikiyüzlülük olduğunu gözler önüne serecek biçimde, sürekli olarak, SPD’ye ve Yeşiller’e işbirliği öneriyorlar.
Partilerin oy kaybetme korkusundan dolayı gerçek düşüncelerini açıklamadıkları koşullarda, gelecek hükümetin programını formüle etme işi medyaya kaldı. Medya yorumcularının ortak konusu, mevcut hükümetin fazlasıyla ikircikli olduğu ve halkın hoşuna gitmeyen önlemleri almak için gerekli cesareti göstermediği.
Ağustos ayı başında, Der Spiegel dergisi, partileri yurttaşların “reform isteksizliği”ne uyarlanmakla suçlayıp, onların “siyasi korkaklığı”ndan şikayet etti. 84 yaşındaki filozof Jürgen Habermas, seçkinlerin halkın hoşuna gitmeyen kararları alamadığından ve Almanya için Avrupa’da önder bir rol ileri sürmediğinden hayıflandı.
Die Zeit’ın son sayısında, Alman Cumhuriyeti’nin “bugün herhangi bir iç reform programı formüle edemeyen ve uluslararası sorumluluk almaktan ürken bir koalisyon tarafından yönetildiği”nden şikayet ediliyor. Die Zeit, Almanya’nın şimdi profesyonel bir orduya ama “aynı zamanda onu hiçbir zaman kullanmamaya kararlı bir dış politikaya” sahip olduğundan yakınıyor.
ABD Başkanı Obama Suriye’yi bombalama tehdidinde bulunduğunda, tüm gazeteleri bir savaş ajitasyonu kapladı. Taz, Süddeutsche, Tagesspiegel, Die Welt ve Die Zeit gibi büyük gazetelerin hepsi, Almanya’nın katılımıyla bir askeri harekat talep eden savaş korosuna katıldı. Die Zeit’ın başyazarı Josef Joffe, Obama’nın “küçük savaş”ına sövüp saydı ve “açık uçlu zamanlamaya sahip” kapsamlı bir askeri saldırı talep etti. Joffe şunları yazdı: “Halkın çıkarlarını savunmayı üstlenenler, bir sonraki müdahaleye hazır olmalılar. A ile başlayan kişi, alfabenin tamamını bitirmek zorundadır.”
Saldırgan bir dış politika ile birleşmiş otoriter iç politikalar, egemen sınıfın, kapitalizmin II. Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşadığı en derin krizine yanıtıdır. Alman hükümeti, 2008 mali krizinin hemen ardından, bankalara verilmiş 1,6 trilyonu toplamak için tüm Avrupa’ya acımasız kemer sıkma programlarını dayattı. O, bunu yaparak, tanık olunmadık bir toplumsal felakete yol açtı.
Geçtiğimiz yılın sonunda, her dört Avrupalı’dan biri yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. Bu, 121 milyon insan demek.
Nüfusun geniş kesimleri yoksulluğa mahkum edilirken, toplumun en üst kesimleri sınırsız bir zenginleşme yaşadılar. Piyasalar, çılgınca bir spekülasyonun tadını çıkartıyor ve bu yolla, bir sonraki mali felaketi hazırlıyor. Seçimlerden önceki hafta içinde, Alman DAX borsa endeksi, Alman ekonomisi bu yıl yalnızca yüzde 0,3 büyüyecek olmasına rağmen, tarihsel bir tepe noktasına ulaştı.
Kemer sıkma önlemleri, kapitalizmin krizini çözmemekte; derinleştirmektedir. Yunanistan’ın ve Portekiz’in, seçimlerden hemen sonra, Avrupa Birliği ülkelerinin bütçelerinde büyük deliklere ve daha fazla sosyal kesintilere yol açacak yeni kurtarma paketlerine ihtiyaç duyacağı, herkesin bildiği bir sır.
Egemen sınıf, 80 yıl önce olduğu gibi, kendi sisteminin krizine savaş ve diktatörlük hazırlıkları yaparak tepki veriyor. Onun temsilcilerinin çoğu, bir büyük koalisyonu, böylesi bir politikayı ilerletmenin en iyi biçimi olarak görüyor. Büyük koalisyon, hem Almanya Parlamentosu’nda hem de SPD’nin yönetimindeki eyaletlerin çoğunlukta olduğu Eyaletler Meclisi’nde sağlam bir çoğunluğa sahip olacak. Böylesi bir koalisyon, Yeşiller ile Sol Parti’de cisimleşen sadık muhalefete güvenebilir.
Bir büyük koalisyon, seçmenlerin iradesinden büyük ölçüde bağımsız işleyecek ve otoriter bir karakter taşıyacaktır. O, aynı zamanda, bir kriz hükümeti olacaktır. Siyasi partiler ile geniş halk kitleleri arasındaki uçurum, şimdi olduğundan çok daha fazla derinleşecektir. Bu, açık sınıf mücadelelerini gündeme getirecek.
Sosyalist Eşitlik Partisi (Partei für Soziale Gleichheit-PSG) parlamento seçimlerine işçi sınıfını bu mücadelelere hazırlamak için giren tek partidir. PSG, işçi sınıfının siyasi bağımsızlığı üzerine odaklanmış bir program öne sürmektedir. PSG, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin Almanya şubesi olarak, işçileri Avrupa’da ve dünya çapında birleştirmek için mücadele ediyor. Onun amacı, bankaları ve büyük işletmeleri kamulaştıracak ve toplumu sosyalist bir temelde; yani, bankalarla büyük şirketlerin kar çıkarları yerine toplumun gereksinimlerine uygun olarak yeniden düzenleyecek işçi hükümetlerinin kurulmasını amaçlamaktadır.
Berlin, Kuzey Ren Westfalya ve Essen’deki WSWS okurlarını PSG’ye oy vermeye çağırıyoruz. Bizim bulunmadığımız eyaletlerdeki seçmenleri, oy pusulalarına partimizin adını yazmaya çağırıyoruz. Hepsinden önemlisi, sizleri PSG’ye katılmaya ve onun inşasına yardımcı olmaya çağırıyoruz.