13 Mayıs günü Soma’da yaşanan madenci katliamı ile ilgili olarak haftasonu gözaltına alınan 27 kişiden 21’i tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi ve bunlardan sekizi tutuklandı. İşletme Müdürü Akın Çelik, maden mühendisleri Yalçın Erdoğan ve Ertan Ersoy ile vardiya amirleri Yasin Kurnaz ve Amiri Hilmi Kazık ile teknisyen Mehmet Ali Günay Çelik ve Soma Kömür İşletmeleri Yönetim Kurulu Başkan Vekili Can Gürkan ile Genel Müdür Ramazan Doğru tutuklandı.
Bu arada, savcıların ve yargıcın soruşturmada esas aldığı bilirkişi ön raporu basına sızdırıldı. Rapora göre, olması gerekenden az sayıdaki gaz sensörleri katliamdan iki gün önce, madendeki karbonmonoksit seviyesinin yüzde 50’nin üzerinde olduğunu gösterdi ama uyarılar dikkate alınmadı, karbonmonoksit miktarı deftere işlenmedi ve işletme müdürü tarafından imzalanmadı. Özetle, bu facianın gerçekleşeceği ortadaydı ve hiçbir önlem alınmamıştı.
Kasten adam öldürmek anlamına gelen bu duruma karşılık, savcılık, zanlıların “ihmalli davranış sonucu ölüme neden olmaktan” 10 ile 25 yıl arasında hapis talebiyle yargılanmasını bile istemiyor. Soruşturma, ölümle sonuçlanan trafik suçlarında da başvurulan “taksirle ölüme sebebiyet vermek”ten açılmış durumda ki bu suça verilebilecek cezanın alt sınırı iki, üst sınırı ise 10 yıl. Nitekim Cumhuriyet gazetesinin avukatı Akın Atalay, Twitter’dan, zanlıların “8 yıl hapis ile kurtulabilecek” olduklarını paylaştı.
Soma’daki ocakta incelemelerde bulunan İş Güvenliği Uzmanı Muharrem Demirbilek de, basına yaptığı açıklamada, resmi rakamla 301 madencinin ölümünün en temel güvenlik önlemlerinin alınmamasından ve ısı – karbonmonoksit artışına rağmen üretime devam edilmesinden kaynaklandığını ortaya koydu. Birçok uzman tarafından paylaşılan bu tespitler, maden işçilerinin açıklamalarıyla da destekleniyor.
Dokuz yıldır Soma A.Ş’de çalışan 24 yıllık madenci Cafer Yıldırım’ın belirttiğine göre, şirket, maliyetleri düşürmek için, kömür çıkarılan galerilerde çöken yerleri hemen donan çimentoyla ve çeşitli dolgu malzemeleriyle doldurma işleminden vazgeçmiş ve tahtadan yapılma bir doldurma yöntemi kullanmaya başlamış. Yıldırım, gazetecilere, “Böyle olunca ölüm bile bile geldi. Tahta ile kömür birleşince, bir de hava görünce yangın kaçınılmaz oldu.” diyor. Yıldırım, Soma A.Ş’ye ait ocaklarda yaşam bacası olmadığını ve önceki şirketten kalma yaşam odasının da “maliyeti yüksek olduğu için” kaldırıldığını söylüyor ve ekliyor: “Herkes buradaki eksikliklerden haberdardı ancak buna rağmen daha fazla kömür çıkarmak için bu önlemlerin alınması ertelendi.”
Yine basında yer alan haberlere göre, Soma A.Ş’ye ait madende 2.5 yıldır çalışan 23 yaşındaki işçi Mustafa Gülenç, facianın belirtilerinin günler öncesinden görüldüğünü belirtiyor. “İki üç haftadan beri yerin altından sıcak kömür çıkıyordu, ama ilgilenen olmadı. Üretim durdurulmadı. Kömür ayakta kızışma yapıyordu. Olaydan, 2 hafta önce bunu hissettik.” diyen Gülenç, bu durumdan şirketin haberi olduğunu söylüyor: “Emniyetçi gelip, ‘Boşaltın burayı’ diyordu. Üretim amiri ise ‘Üretim devam edecek’ diyordu.”
Bir diğer maden işçisi Nihat Çelik, CNN TÜRK’te canlı olarak yayınlanan Ankara Günlüğü programında, “Sıcak kömür olduğuna dair itirazımız dikkate alınsaydı zayiat bu kadar çok olmayabilirdi” dedikten sonra, katliama yol açan kapitalist kar dürtüsünü şu sözlerle ifade etti: “Madencilikte her şey pirim. Aşağıda bizi sıkıştırıyorlar, baskıyla çalıştırıyorlar bizi. Kömür fazla çıktığında amirlere prim yazılıyor.”
Özetle, Soma katliamı, daha fazla kar amacıyla bilerek ve isteyerek gerçekleştirilmiştir.
Şirket-iktidar ortaklığı
Ortaya çıkan bütün bu gerçekler, kuşkusuz, madendeki işletme müdürünün ve ilgili mühendislerin katliamdaki doğrudan sorumluluğunu ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, katliamın yalnızca Soma’daki madenle; oradaki bilgisayar kayıtlarıyla ve somut verilerle sınırlı bir değerlendirmesi, bu katliamın gerçek nedenlerini ve sorumlularını örtbas etmekten başka bir şeye yaramayacaktır.
Soma’daki madenci katliamının asıl sorumlusu, Soma A.Ş’nin patronları ve yöneticileri ile onların daha fazla kar uğruna işçilerin yaşamını tehlikeye atmadaki başlıca yardımcısı olan AKP iktidarıdır.
Soma A.Ş’nin patronu Alp Gürkan büyük bir gururla üretim maliyetlerini 140 dolardan 23.8 dolara indirdiklerini anlatırken, iktidar sözcüleri, yıllardır, özel sektörün madencilik alanındaki “büyük başarıları”ndan söz ediyorlar. Soma faciası, bu başarının işçi sınıfına çıkartılmış faturasıdır ve bu faturanın altında, Soma A.Ş’nin yanında AKP iktidarının imzası bulunuyor.
Burjuva medyasının dikkatleri saptırmaya yönelik aşırı ayrıntılı ve sürekli yinelenen sözde “bilgilendirici” yayınlarının bütün amacı, resmi rakamlara göre 301 işçinin öldürüldüğü Soma katliamının gerçek failleri olan şirket patronlarının ve iktidarın suçunu gizlemektir.
Şirket yöneticileri ile dört çalışan trafik kazalarında da uygulanan “taksirle ölüme sebebiyet vermek” suçlamasıyla tutuklanması, şirket-iktidar ilişkisinin ne denli güçlü olduğunu ifade ediyor. Katliamın ardından, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere iktidar sözcülerinin yaptıkları, şirketi aklamaya yönelik bütün açıklamalar, aslında bu tutuklamaların bile zorunluluktan kaynaklandığını göstermektedir. Katliamdan beş gün sonra gerçekleşen bu tutuklamaların, artan kitlesel öfke karşısında iyice köşeye sıkışmış olan iktidarın günü kurtarma çabasının ürünü olduğunu söyleyebiliriz.
Soma A.Ş’nin patronlarının ve katliamdan sorumlu bürokratlarla siyasilerin yargılanması ve hak ettikleri cezalara çarptırılması da yalnızca, başta madenciler olmak üzere, işçilerin elinde. İşçiler, bütün bu olanların şirketlerin ve onların hizmetindeki iktidarın yanına kar kalmaması için harekete geçmeli; Soma katliamının, öncekiler gibi örtbas edilmesine izin vermemelidir.
Taşeron burjuvazi – taşeron iktidar
Maden işçisi Çelik’in, CNN’in canlı yayınındaki, “Genel Müdürümüzün eşi AK Parti’den İl Genel Meclis Üyesi” sözleri, şirket-iktidar ortaklığının kısmen “sembolik” bir ifadesidir. Türkiye ekonomisi, 12. yılını dolduran AKP iktidarları döneminde, daha önce tanık olunmadık ölçüde taşeronlaştırılmıştır.
Resmi rakamlara göre, 2003 yılında, 387.000 işçi taşeron şirketlerde çalıştırılıyordu. Bu rakam, yaklaşık dört buçuk kat artarak, 2013 yılında 1.700.000’e ulaştı. AKP iktidarı altında hızla yaygınlaşarak neredeyse bütün sektörleri kaplayan taşeron şirket sayısı, günümüzde 34.000’e yaklaşmış durumda. Taşeron şirketlere iş verenler arasında, başta Sağlık Bakanlığı ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı olmak üzere, bakanlıklar da yer alıyor. Basında yer alan haberlere göre, toplam taşeron işçilerinin neredeyse yüzde 10’u Sağlık Bakanlığı’na bağlı işyerlerinde çalıştırılıyor.
Taşeronlaştırma, yalnızca, bütün büyük şirketlerin maliyetleri düşürme ve işçi sınıfının yaşam standartlarını geriletme planında önemli rol oynayan bir etmen değildir. O, aynı zamanda, “dost-ahbap kapitalizmi” olarak adlandırabileceğimiz bir çerçevede, kamuya ait kaynakların peşkeş çekilmesi yoluyla yeni bir burjuvazi yaratmada da etkili bir araçtır. Taşeronlaşma, tam da bu yüzden, kamu kaynaklarının kullanımı üzerinde söz sahibi olan burjuva politikacıları ve bürokrasi için, kişisel servet edinmede bulunmaz bir nimettir. AKP iktidarının başta madencilik, inşaat ve hizmet sektörü olmak üzere, taşeron şirketlere olan “olağanüstü” yakınlığının altında yatan ekonomik zemin budur.
Gardiyan sendikacılar
Bütün bunları en iyi bilenler, kuşkusuz sendikacılar. Ama onlar, 1980’lerin ortalarından bu yana uygulanan ve AKP iktidarları altında büyük bir hız kazanmış olan özelleştirme ve taşeronlaştırma politikasına karşı ciddi hiçbir adım atmamışlardır. Dahası, sendika bürokratları, 80’lerin sonlarında patlayan “Bahar eylemleri”nden başlayarak, işçilerin harekete geçtiği bütün kitlesel direnişlerde, işçi sınıfını böldüler ve iktidarlarla gizli pazarlıklar içinde, onları etkisizleştirip yenilgiye uğrattılar.
Bu işçi gardiyanlarının başında, kuşkusuz, Şemsi Denizer geliyordu. Genel Maden-İş’in Genel Başkanı olan Denizer, resmen 30 Kasım 1990’da başlayan “Büyük Madenci Grevi”ni ve on binlerce işçinin aileleriyle birlikte Ankara’ya doğru gerçekleştirdiği 4-8 Ocak “Büyük Madenci Yürüyüşü”nün yenilgisinde başrol oynadı. O, tüm Türkiye’yi ve iktidarı sarsan bu en büyük işçi hareketini, dönemin Başbakanı Yıldırım Akbulut ile kapalı kapılar ardında yaptığı pazarlıklar sonucunda satmıştı.
Soma’daki madende çalışan işçilerin neredeyse tamamı benzer bir sendikada, Türkiye Maden-İş Sendikası’nda örgütlü ve ölen işçilerin tamamı onun üyesiydi. Yani, Türkiye Maden-İş Sendikası, Soma madencilerinin insanlık dışı koşullarda çalıştırılmasının, madende gerekli güvenlik önlemlerinin alınmamasının ve resmi rakamlarla 301 işçinin ölmesinin suç ortağıdır. Soma katliamı, bu sendikanın işyerindeki işlevinin patrona karşı işçilerin haklarını savunmak değil ama işçilere patron adına gardiyanlık yapmak olduğunu bir kez daha ortaya koydu.
Sendikanın genel başkanı Nurettin Akçul’un, dün gece, CNN Türk’te yayınlanan Tarafsız Bölge programında söyledikleri, başta madenciler olmak üzere bütün işçiler tarafından bilinen bu gerçeğin “utangaç” ve zavallı bir itirafıydı. Akçul, sendikanın bu katliamdaki suç ortaklığını kaçamak yanıtlarla gizlemek için çok çaba harcadı. O, önce, kendisine ocakta “kaza emareleri” olduğuna ilişkin “hiçbir bilgi gelmediğini” söyledi ama Ahmet Hakan ile Ayşe Demircan’ın işçilerin “sendikaya günler öncesinden her şeyi ilettik, sendika ilgilenmedi… Sendika işveren karşısında kağıttan kaplan bile değil.” sözlerini aktarmasının ardından, topu sendikanın Soma Şubesine attı. Akçul, bu iki gazetecinin kısa ve son derece açık soruları karşısında, yüzünde ikiyüzlü bir çaresizlik ifadesiyle, sendikanın da “ihmallerden sorumlu” olduğunu kabul etmek zorunda kaldı.
Öte yandan, bankaların, şirketlerin ve onların politikalarını yaşama geçiren iktidarların daha fazla kar için 301 işçiyi göz göre göre öldürdüğü Soma katliamının suç ortakları arasında başkaları da var.
Küçük burjuva solu
Soma’daki katliamdan, “sendika” adlı işçi hapishanelerine ve onların yöneticilerine övgüler dizen, onlara “solcu” hatta “devrimci” akıl hocalığı yapmaya soyunan küçük burjuva solu da sorumludur. Bu sahte sol, sendika bürokrasilerine “solcu” ve “sosyalist” makyaj yaparak ve onlar hakkında hayaller yayarak, onlar ile şirketler ve iktidarlar arasındaki organik ilişkileri gizlemektedirler. Her durumda, sendika bürokrasilerinin AKP, CHP, MHP, HDP vb. burjuva ve küçük burjuva partilerdeki siyasi patronlarına hizmet eden bu yönelim, işçi sınıfına ve gençliğe bir şey kazandırmadığı gibi, onu sermayenin şu ya da bu kanadına yedeklemekte ve birbiri ardına yenilgilere sürüklemektedir.
Oysa işçi sınıfının 1980’lerin sonlarında ANAP ile başlayan ve AKP iktidarları altında olağanüstü bir hız kazanan burjuva toplumsal karşı-devrime son vermesi için, öncelikle, bankaların ve şirketlerin siyasi temsilcilerinin ve gardiyanlarının etkisinden kurtulması gerekmektedir. Yakın tarihte onlarca örneğini gördüğümüz üzere, işçiler enternasyonalist sosyalist devrimci bir perspektif temelinde bağımsız siyasi örgütlenmelerini yaratmadığı ve bu sömürü düzenine son vermediği sürece, son derece zor koşullar altında sefalet ücretleriyle çalışmaya devam edecek, madenlerde her iki günde bir işçinin öldürülmesi sürecek ve Soma gibi daha birçok katliam yaşanacaktır.
İşçi sınıfının ve onun yolunda yürüyen devrimcilerin başlıca görevi, son çarpıcı örneğini Soma’da gördüğümüz kapitalist barbarlığa ve katliamlara son vermek için, tüm dünyada bu devrimci perspektifi savunan tek örgüt olan Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) Türkiye şubesinin inşa edilmesidir.