1 Şubat günü Çetin Altan, ‘Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü düzenlenen törenle Başbakan Erdoğan’dan aldı. Çetin Altan’ın törende başbakandan övgüler alması elbette şaşırtıcı olmadı, o uzunca bir zamandır burjuva devletin aydınına dönüşmüş, eski TİP yıllarından kalma reformist aydın kimliğini ise çok derinlere gömmüştü. Bu yazıda asıl değinmek istediğimiz, Erdoğan’ın törende yaptığı konuşma ve gerçekler arasındaki paradokstur. Erdoğan, “Bugün mutlulukla ifade ediyorum ki Türkiye artık ne Çetin Altan’ı 300 kez mahkeme kapılarına çağıran ve düşünceyi mahkum eden bir Türkiye’dir; ne de Nazım Hikmet’i 12 yıl boyunca hapishanelerde tutan bir Türkiye’dir. O algılarıyla vehimler üreten Türkiye yerini özgüvene bırakmıştır” diyordu törende. Komünist şair Nazım Hikmet’i geçtiğimiz günlerde yeniden TC vatandaşlığına alarak “Türk olma gururu”nu veren hükümet, onun ismini şimdide “adil ve mutlu Türkiye” tablosu içerisinde kullanma çabasında. Ancak gerçekler hiç de öyle değil.
Nazım Hikmet ve onun öncesi ve sonrasında birçok sosyalist, muhalif aydını cezaevlerine tıkan ya da “faili meçhul” biçimde öldüren burjuva devlet bugün hala dimdik ayaktadır. Bugün hala birçok muhalif yazar cezaevlerinde. Yalnızca kapitalist devleti yıkma amacında olanlar değil, hükümete burjuva demokrasisi sınırları içerisinde sert eleştiriler getirenlerin de sonu cezaevleri olmakta. Burjuva demokratik bir sorun olan Kürt sorununda da sonuç aynı. Ancak burada asıl çarpıcı olan Kürt çocuklarının, bırakalım çocuğu insan muamelesi bile görmemeleridir. Sokak gösterilerine katılan ya da katıldığı iddia edilen, polise taş atan çocuklar bugün yıllarca hapis cezasına çarptırılmaktalar. “Hallollunmak” istenen Kürt sorunun, sorununu yaşayanlar ikinci sınıf yurttaş konumlarını ve burjuva hukuku içerisindeki eşitsizliği hergün yaşamaya devam ediyorlar.
‘Abdullah Öcalan’ın cezaevinde dövüldüğü ve kötü muamele yapılması’ nedeniyle Adana Barbaros Mahallesi’nde “1 Kasım 2008’de yapılan gösteriye katılıp polise taş atıp, lastik yakıp, PKK lehine sloganlar attığı” gerekçesiyle gözaltına alınan ve ardından da tutuklanarak Pozantı cezaevine konulan 15 yaşındaki Y.G. 3 Şubat 2009 tarihinde Adana 6. Ağır Ceza mahkemesinde görülen karar duruşmasında 7.5 yıl hapis cezası ile cezalandırıldı. Yaş küçüklüğünden ve iyi halden dolayı verilen 7.5 yıl hapis cezası 3 yıl 45 güne indirildi. Son iki ay içinde yargılanmaları tamamlanan 17 çocuk, 8 aydan, 10 yıl 8 aya kadar cezalara çarptırıldı. Yine, geçen yıl Cizre’de panzerin altında ölen Yahya Menekşe için düzenlenen gösterilere katıldıkları gerekçesiyle tutuklanan çocuklar 11 aydır yargılanmayı bekliyor. Yaşları 14 ile 18 arasında değişen 20 çocuğu Diyarbakır D tipi cezaevinde ziyaret eden AKP’li ve CHP’li vekiller ise basına “çok üzüldüklerini” belirterek timsah gözyaşı dökmeyi ihmal etmediler. Filistinli çocuklar söz konusu olduğunda kaplan kesilen burjuva partileri, kendi sınırları içerisindeki “Filistinli çocuklar”a yalnızca gözlerini kapatarak ya da “üzüldük” diyerek sahip çıkabilirler.
12 yaşında öldürülen Uğur Kaymaz’ın, polis panzeriyle öldürülen Yahya Menekşe’nin, geçtiğimiz günlerde “dur ihtarı”na uymayp öldürülen gencin ve tüm “diğerleri”nin failleri hiçbir ceza almazken, 18 yaşından küçük Kürt çocukları cezaevlerinde ya yargılanmayı bekliyorlar ya da yıllarca hapis cezasına çarptırılıyorlar.
Tüm bu gerçeklerin ışığında bakıldığında, Kürt sorununun Trt Şeş ya da diğer açılımlarla çözümlenemeyecek kadar derin olduğu ortaya çıkar. Kürt halkına yönelik ulusal baskının, ulusal ezme-ezilme ilişkisini yaratan kapitalizm ve burjuva devletini hedef almadan ortadan kalkmayacağı açıkça ortadadır. “Kürt halkı adına” mücadele veren örgütlerin programları ise burjuva demokrasisi sınırlarını aşmamakta, aksine Kürt halkını küresel sermayeye yedeklemeyi amaçlamaktadır. Elbette, Kürt sorununun çözümü için verilecek demokratik mücadelenin önemi yadsınamaz, ancak sorun; burjuva adaletinin Türk ve Kürt emekçileri “eşit” olarak ezmesi, yani Türklerle Kürtlerin “eşit olarak ezilme” hakkı sorunu değil, burjuva adaletinin ortadan kaldırılması sorunudur. Bu topraklardaki şovenizmin ortadan kaldırılması ve işçilerin birliğinin sağlanması; her ulustan işçilerin, “Türk egemen” karakteriyle birlikte bizzat burjuva ulus devleti hedef almasıyla mümkün olacak.