Demokratik Toplum Partisi(DTP) üç günlük görüşmenin ardından, 11 Aralık Cuma günü, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Böylece, onbeş yıl içinde beşinci Kürt partisi kapatılmış oldu. Anayasa Mahkemesi, DTP’yi kapatırken, partinin Genel Başkanı Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’un milletvekilliklerini düşürdü, toplam 37 partiliye de beş yıl siyaset yasağı getirdi. Anayasa Mahkemesi’nin, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiği“ gerekçesiyle kapattığı DTP’nin milletvekilleri de, Meclis’teki bütün çalışmalardan çekilme kararı aldı. Bu kararın ardında, kuşkusuz, Türk burjuva partilerinin, başını MHP ile CHP’nin çektiği ve AKP’nin de dışında kalamadığı şoven Türk milliyetçisi tavır yatıyor.
DTP‘nin Eşbaşkanlarından Ahmet Türk’ün 12 Aralık günü yaptığı açıklamada, “Grubumuz fiili olarak bugünden itibaren Meclis’ten çekilmiştir, çalışmalara katılmayacaktır” sözleriyle açıkladığı bu kararın Türkiye’deki genel siyasi havayla birlikte “açılım” sürecini de derinden etkileyeceği kararın hemen ardından ortaya çıktı. Nitekim, kararın ardından, DTP’nin kapatılmasını protesto eden binlerce genç, başta Kürtlerin yaşadıkları olmak üzere birçok ilde sokaklara döküldü; taşların, molotof kokteyllerinin ve havai fişeklerin kullanıldığı gösterilere polis müdahale etti, çok sayıda bina zarar gördü. DTP’lilerin Istanbul, Mersin gibi illerde “basın açıklaması“ adı altında düzenledikleri protestolarda ise, müdahale eden polise son zamanlarda burjuva basının “duyarlı vatandaş“ diyerek masum göstermeye çalıştığı faşist güruhlar eşlik etti. En önemlisi, polise taş atan çocukları tutuklayan devletin, dinci sloganlarla Kürtlere tabanca ve satırlarla saldıran faşist serserileri serbest bırakmasıdır. Bu durum, uzunca süredir sinyallerini veren polis destekli bir pogrom tehlikesini her zamankinden yakın bir tehlike haline getirmiş durumda. Bu durum, devlet ile PKK arasında asıl olarak dağlarda sürmekte olan çatışmanın kentlere inmesi ve Türkler ile Kürtler arasında kitlesel kıyımlara dönüşmesi demektir; böyle bir sonuç, başta her iki halktan emekçiler olmak üzere, hiç kimse için hayırlı sonuçlar doğurmayacaktır.
Burjuva siyasetin iki yüzlülüğü
Başta iktidardaki AKP olmak üzere, neredeyse bütün burjuva partileri, DTP’nin kapatılmasının ardından, bir kez daha, parti kapatmaya “ilkesel olarak karşı” olduklarını açıklıyorlar. Bunların bir kesiminin “ama” diyerek, kapatma kararından DTP’yi sorumlu tutmaya ve Anayasa Mahkemesi’ni “haklı” çıkarmaya çalıştığını biliyoruz. İktidar partisi ise “tüzel kişiliklerin değil suç işleyen gerçek kişilerin cezalandırılması gerektiğini” savunarak parti kapatmalara cepheden karşı olduğunu ilan etti. Hatta önde gelen kimi AKP’liler, Anayasa Mahkemesi’nin kapatma kararının partilerine ve “açılım”a karşı bir adım olduğu imasında bile bulundular.
Türk şövenizminin bayraktarlığını yapan iki muhalefet partisinin (MHP ile CHP’nin) DTP’nin kapatılmasından herhangi bir rahatsızlık duymadığı; tersine, memnun olduğu ortada. AKP iktidarının küresel sermayenin ve Türkiyeli taşeronlarının çıkarları doğrultusunda yedi yıldır uyguladığı politikalara ciddi bir alternatif oluşturamamaktan kaynaklanan güçsüzlüklerini, onlara “ulusal çıkarlar” ekseninde karşı çıkıyor görünerek kapatmaya çalışan bu partiler, bu karşı çıkışlarının merkezine totaliter motifler taşıyan milliyetçi bir söylemi yerleştirmektedir. Söz konusu burjuva muhalefetin AKP iktidarının “açılım” politikası karşısında bir Türk – Kürt, Türk – Ermeni vb. kutuplaşmasından ve sürekli çatışmadan beslenmeye çalışan tavrı, onun herhangi bir “demokratik kaygı”taşımadığını gözler önüne seriyor.
Peki ya “demokrasi açılımının öncüsü” AKP? Her fırsatta, halkın yarıya yakınının (hatta daha fazlasının) desteğine sahip olmakla övünen ve TBMM’de ezici çoğunluğa sahip olan iktidar partisinin, Anayasa mahkemesi’nin DTP’nin kapatılması kararını eleştirdiğine değindik. Ama bu “eleştiri”ler, iktidar partisi sözcülerinin, DTP’nin kapatılması karşısında, aynı Türk milliyetçisi burjuva muhalefet gibi, yalnızca timsah gözyaşları döktüğü gerçeğini değiştirmiyor.
AKP, Anayasa Mahkemesi’nin DTP’yi kapatma kararını siyasi bir kazanca dönüştürme çabası içinde, Kürt sorununu, Türkiyeli Kürtlerin siyasi temsilcilerini muhatap almadan çözme yoluna girmiştir. Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, AKP yöneticileri, son birkaç haftadır, birden bire, zamanında “memlekete komünizm gelmesi gerekiyorsa, onu da biz getiririz” sözüyle ün kazanmış olan Tandoğan’ın izinde, “Kürt sorununu çözmek gerekiyorsa, onu da biz çözeriz” tavrı sergilemeye başladı. AKP’nin Kürtlerin parlamentodaki siyasi temsilcileri karşısında sergilediği bu tavır değişikliğini, kimi “yandaş” aydınların sunmaya çalıştığı gibi, “darbeci güçler”le denge kurmaya yönelik bir “taktik” olarak görmek için herhangi bir neden bulunmuyor. Bir “denge” ya da görece “yumuşak geçiş” politikasının bizzat AKP’nin –ve Genel Kurmayın- arkasındaki küresel güçler eliyle belirlediğini düşünmek mümkün -ki ABD’nin ve AB’nin DTP’nin kapatılması kararını anlayışla karşılayan tavrı bunun göstergesidir. Ancak, ardında yatan güç ne olursa olsun, iktidar partisinin bu tavrı, asıl olarak, burjuvazinin “demokratlık” sınırlarını göstermektedir. Unutmayalım ki, iktidarda ezici çoğunlukla ikinci dönemini yaşayan AKP, mevcut anayasayı ve siyasi partiler yasasını değiştirmemiş, karşılaştığı her dirençte geri adım atmıştır.
“Açılım”ın anlamı ve açmazı
Bütün bunlar, elbette, AKP iktidarı döneminde “Ergenekon” adı altında darbecilere karşı önemli operasyonların yapıldığı ve bu çerçevede Türkiye tarihinde ilk kez üst düzey subayların yargılanmaya başlandığı; Kürt halkının anadilini -sınırlı da olsa- kullanabilmesinin önünü açıldığı; Kürtlere, Ermenilere, Rumlara ve Alevilere karşı işlenmiş olan insanlık suçlarının tartışılmaya başlandığı vb. gerçekleri görmezden geldiğimiz anlamına gelmiyor. AKP iktidarı aynı zamanda, başta Ermenistan, Suriye ve Irak’taki Kürtler olmak üzere Türk devletinin komsularıyla ilişkilerini “normalleştiriyor”; silahın yerine sermayeyi, çatışmanın yerine ticari ilişkileri ve ortak yatırım projelerini geçiriyor.
İktidarın TC sınırları içinde ve dışında attığı bütün bu adımlar, kendi başlarına alındıklarında, barış ve demokrasi açısından önemli adımlar olarak görülebilir. Ancak bu adımlar, Kürt halkının önemsenmeyecek kesiminin “demokratik federasyon“ talebini ısrarla görmezden gelerek, hatta onun içini boşaltmak, önünü kesmek için atılmıştır. Öte yandan, ne barış ne de demokrasi zamandan, mekandan ve sınıfsal öznelerinden bağımsız soyutlamalardır. Unutmayalım ki, modern tarih, emekçi kitlelerin doğrudan seferberliğinin yokluğunda liberal burjuvazinin demokratikleşme yönünde attığı adımların gerçekte geniş kitlelerin özlemlerinin sermaye yararına manüpilasyonundan başka bir anlam taşımadığının örnekleriyle doludur. Dahası, geniş kitlelerin özgür ve eşit yaşama yönelik taleplerinin manipülasyonu, hemen her durumda, sermayenin emekçi kitlelere yönelik kapsamlı saldırısıyla tamamlanır.
Kısa süre önce, Türk faşistlerinin DTP’ye ve DTPlilere yönelik saldırılarının, Kürt gençlerinin polis güçleriyle çatıştığı molotof kokteylli gösterilerin ve nihayet Tokat’ta askerlerin PKK tarafından öldürülmesinin ardından “açılım bitti mi?” sorusuna yanıt aramaya başladığını; bizzat DTP’den Emine Ayna’nın da TV kameraları önünde “açılım bitmiştir” dediğini biliyoruz. Şimdi, DTP’nin kapatılmasının ardından, bir kesim, “açılım bitti” derken hükümet “asıl şimdi başlıyor” havasında; bir başka kesim ise, “zaten hiç başlamamıştı ki” diye düşünüyor. İlginç olan şu ki, taraflardan hiç biri “açılım”ın ne olduğunu söylemiyor; dahası, önemlice bir kesim de onun ne olduğunu bilinmediğini itiraf ediyor. Sonuçta, ortaya, “komşularıyla bütün sorunlarını çözmüş, tam demokratik bir Türkiye cenneti” hayalinden “ABD emperyalizminin Türkiye’yi bölme planı”na, oradan da “AKP’nin gizli gündemi”ne kadar bir dizi yaklaşım çıkıyor. Beklentisi ve tespiti ne olursa olsun, geniş bir kesime göre, birileri bir yerlerde kararlar alıyor, başkaları da bu kararları uyguluyor; yani herşey –ister kötü niyetle isterse iyimserlikle hazırlansın- birilerinin niyetlerinden ve planlarından ibaret! Ne basit değil mi?
“Demokrasi açılımı”, “Kürt açılımı” ve “milli birlik beraberlik açılımı” gibi adlar altında anılan “açılım”ın altında, AKP’nin demokrasi aşkının değil; küresel sermaye ile onun Türkiyeli taşeronlarının bölgedeki çıkarlarının yattığına daha önceki yazılarımızda değinmiştik. Ulusal ekonominin sermayenin küresel işleyişinin gereklerine uygun olarak otuz yıla yakın süredir yaşadığı köklü dönüşüm, artık önceki döneme damgasını vuran çoğu kurumu ve kuralı gereksiz birer ayak bağı haline getirmiştir. Nasıl ki ordudan üniversitelere, yargıdan basına ve polis örgütüne kadar geniş bir alana yayılan “Ergenekon” operasyonu, özünde ulusal korumacı döneme özgü kimi “ayak bağları”ndan kurtulma yönünde atılan adımlar iseler, “Kürt açılımı” da, benzer biçimde, yeni yatırımlar peşinde koşan ve yaşamsal öneme sahip enerji yollarını güvence altına almaya çalışan küresel sermayenin bölgeye “barış ve istikrar getirme” arzusunun siyasi yansımasıdır. Küresel sermaye ile organik olarak bütünleşmiş Türkiye burjuvazisi ile onun siyasi temsilcisi olan AKP de, bu süreçte basit bir “emir kulu” ya da “uşak” değildir. Nihayet, bütün bu açılımlar, Türkiye burjuvazisinin de dahil olduğu küresel kapitalizmin yasalarına tabi biçimde yaşanmaktadır.
“Açılım”ın Kürt ayağının DTP’nin kapatılmasıyla sonuçlanan şimdiye kadarki dönemine ilişkin olarak çeşitli yorumlar yapıldığına; AKP’nin, PKK’nin / DTP’nin hatalarından, burjuva muhalefetin “şahin” tavrına ve bir bütün olarak “Türk insanının bu açılıma hazır olmadığı”na kadar bir sürü gerekçe sıralandığına tanık oluyoruz. “Kürt açılımı”nda içine girilen açmazda, bu ve başka bir çok etmen kuşkusuz rol oynamıştır. Ancak “açılım”ın açmazı, onu uygulayanların beceriksizliğinde ya da art niyetlerinde yatmamakta; bizzat onu dayatan kapitalist sistemin doğasından kaynaklanmaktadır. Üretim tarihte tanık olunmadık ölçüde toplumsallaşmakta ama servet giderek daha az sayıda insanın elinde toplanmakta; sermaye, özellikle de üretken sermaye giderek artan biçimde ulusal sınırlamalardan bağımsız biçimde küresel ölçekte faaliyet göstermekte ama kapitalizm kendi ürünü olan ulus devlet engelini aşamamaktadır. Özetle, kar ve artı değer üretimi üzerine kurulu sistem, bir yandan üretici güçleri geliştirir ve üretim süreçlerini devrimcileştirirken, aynı zamanda, onları özel mülkiyet ve ulus devlet zırhı içinde tutmaya çalışmaktadır. Kapitalizmin, küreselleşme sürecinde iyice keskinleşen bu içsel / yapısal çelişkisini anlamadan, “açılım”ın ne olduğunu, çelişkilerini ve ne yönde işlediğini kavramak mümkün değildir.
“Açılım” bitti mi?
DTP Eş Başkanı Emine Ayna, partisi kapatılmadan günler önce “demokrasi açılımı bitti” demiş ve bunu Abdullah Öcalan’ın yeni koğuşundaki koşulların kötü olmasına bağlamıştı (o günlerde, birçok ilde sokağa dökülen Kürt gençleri de aynı gerekçeyle molotof kokteylli, havai fişekli gösteriler düzenliyor ve polisle çatışıyıordu). Ardından, PKK gerillalarının Tokat’ta yedi eri öldürmesi geldi. Kürt gençlerinin gösterileri ve bu saldırı, sürece en baştan karşı çıkan CHP ve MHP’nin yanı sıra AKP’nin seçmenlerinin önemlice bir kesimi için de “açılım”ın bittiğini ilan ediyordu. Öte yandan, Başbakan Erdoğan ve açılımla görevli İçişleri Bakanı Beşir Atalay, “açılım”ın devam edeceğini ilan ettiler. Son olarak da, DTP’nin kapatılması ve milletvekillerinin “sine-i millet dönme” kararı geldi.
Peki, “Kürt açılımı“ bitti mi? Biz bu soruya, önceki haliyle “evet“ ama genel olarak “hayır“ yanıtını veriyoruz. “Açılım“, Türkiye’nin küresel ekonomi içindeki konumuna özgü kaçınılmaz bir süreç olarak işlemektedir. Ancak bu sürecin, en baştan beri, Türkiye’nin demokratikleşmesiyle hiçbir ilişkisi yoktur. “Kürt açılımı“, Türkiye sınırları içinde ve bölgede, küresel sermaye yatırımları için en uygun ortamı hazırlamayı ve resmi ifadeyle, “PKK terörünü ortadan kaldırma“yı ya da “PKK’nin tasfiyesi“ni hedeflemektedir. Dolayısıyla, devlet, kendisini hem ideolojik hem de siyasi olarak bir “ulusal kurtuluş hareketi“ olarak zaten tasfiye etmiş ve TC Devleti’nin toprak bütünlüğünü kabul etmiş olmasına karşın, PKK’yi “muhatap“ almıyor ve sorunu, onunla mesafeli bir DTP ile çözmek istiyordu. Ama bir yandan, AKP hükümetinin PKK karşısında görece yumuşak hatta “işbirlikçi“ bir tavır sergilediğini savunan muhalefet partileri ile devlet içindeki “şahin“lerin sert çıkışı, öte yandan DTP’nin PKK ile arasına mesafe koymaması, AKP’yi bir ayar yapmak zorunda bırakmıştır. Erdoğan‘ın bu konudaki en net açıklamasını ABD gezisinde yaptığını ve “muhatabımız PKK ya da DTP değil, halktır“ dediğini biliyoruz. Bütün bunlar, AKP iktidarının “açılım“ sürecini, başta ABD olmak üzere Batılı müttefiklerinin tam desteğiyle sürdüreceğini gösteriyor. Yineliyoruz, bu süreç, devletin ve rejimin bir bütün olarak yeniden biçimlenmesini içermektedir; dolayısıyla, yeni bir anayasa ile taçlanmak zorundadır.
“Sol”un açmazı ve çözüm
“Açılım”ın “sol” destekçileri DTP’nin kapatılmasının ardından “hayal kırıklığı”na uğramış insanların kafa karışıklığı içindeler. Bunun nedeni, onların “açılım”ın küresel kapitalizmin sınıfsal dinamiklerini ısrarla görmezden gelmeleridir. Onlar şimdi, “açılım”ın başlıca aktörleri olan AKP ile DTP karşısında duydukları hayal kırıklığını, “açılım bitti, savaş başladı” (bkz. Emek Partisi Genel Başkanı Levent Tüzel’in ve Ezilenlerin Sosyalist Partisi’nin 12 Aralık tarihli açıklamaları) diyerek ifade ediyorlar. Bu -ve başka- “sosyalist” partiler, kuşkusuz, AKP’yi desteklemiş değiller. Onların, “açılım” sürecine yedeklenmeleri, “demokrasi savaşçısı” ilan ederek yıllardır kuyruğunda politika yaptıkları Kürt burjuva partisi DTP dolayımıyla gerçekleşmişti. Bu yüzden, onların, DTP’nin kapatılmasından “Türk devleti Kürtlere savaş ilan etti” sonucunu çıkarmalarını anlamak mümkün. Ama onların bu tespitinin de, en az DTP’nin demokratlığına ilişkin söylemleri kadar yanlış olduğunu belirtmek gerekiyor. Unutmayalım ki DTP, işçileri ve yoksul köylüleri yıkıma sürükleyen yeni liberal ekonomik politikalara hiçbir şekilde karşı çıkmamış, AKP iktidarının çıkardığı birçok yasaya destek vermiştir. Küresel sermaye yatırımlarından pay alma ve emekçileri daha fazla sömürme peşinde koşan Kürt burjuvalarının siyasi temsilcisi bir partiyi bu isteklerinden dolayı eleştirmeyi düşünmek, elbette, abesle iştigal olurdu. Ama “sosyalist” ya da “emekten yana” olduğunu iddia eden partilerin, yalnızca günü birlik çıkarları uğruna, “ezilen halkın siyasi temsilcisi” diye liberal bir burjuva partisinin dümen suyunda ilerlemesi, eleştiriyi fazlasıyla hak eden bir durumdur.
İçte ve dışta ciddi çıkar çatışmalarının eşlik ettiği “açılım“ sürecinin düz bir çizgi izlemeyeceğini görmek için olağanüstü yeteneklere sahip olmak gerekmiyor. Bu süreçte, 12 Eylül generallerinin hazırladığı –ve şimdiden yamalı bohçaya dönmüş olan- “deli gömleği“ bir şekilde çöpe atılacak ve devlet küresel sermayenin bölgesel gereklerine uygun biçimde yeniden biçimlenecektir. İşçi sınıfının bağımsız sosyalist müdahalesinin gerçekleşmemesi durumunda, bu deli gömleğinin yerini dini ve milli topluluklar için “demokratik“ bir tımarhane alacak ama bu “liberal demokratik“ toplum başta Türkler ve Kürtler olmak üzere emekçiler için gerçek bir cehenneme dönüşecektir.
Küresel sermayenin Türk ya da Kürt taşeronlarının kuyruğunda sahte “barış ve demokrasi“ hayalleri yaymak sosyalistlerin işi değildir. Onlar, etnik, dinsel, cinsel vb. her türlü baskı ve zorlamaya karşı kararlılıkla mücadele etmeyi sürdürmeli ama bunu yaparken sözkonusu eşitsizliklerin, baskıların ve ayrımcılıkların altında kapitalizmin yattığını unutmamalılar. Türkiye’ye bölgeye gerçek bir barışı ve demokrasiyi getirecek toplumsal güç, küresel rekabet içinde daha iyi bir yer edinmek için milyonlarca emekçiyi gözünü kırpmadan savaşa sürüklemeye hazır burjuvalar değil; onlar tarafından sömürülen işçilerdir. Sosyalistlerin görevi, sermayenin kendi küresel çıkarları doğrultusunda gündeme getirdiği “açılım“ının karşısına, işçi sınıfının enternasyonalist ve sosyalist çözümünü yükseltmektir.