Anayasa Mahkemesi’nin kapatma kararının ardından “sine-i millete dönme“ kararı alan DTP’li milletvekilleri, bu kararlarını değiştirerek Barış ve Demokrasi Partisi’ne (BDP) geçiyorlar. Kürt milletvekilleri, bu kararla birlikte, TBMM’de kalacak ve İstanbul Bağımsız Milletvekili Ufuk Uras’ın da desteği alınarak Meclis’te yeni grup kurabilecekler. Yine basında yer alan haberlere göre, BDP, Ocak ya da Şubat ayında yapılacak kongresinde, organlarını eski DTP’li milletvekillerini kapsayacak şekilde yeniden seçecek. Böylece Kürtler, Anayasa Mahkemesi kararı ile uzaklaştırılmak istendikleri TBMM’yi terk etmeyeceklerini ilan etmiş oldular. Şimdi, onlar HEP, DEP, ÖZDEP, HADEP, DEHAP ve DTP’nin ardından, yollarına BDP ile devam ediyorlar. Ama bambaşka koşullarda, dolayısıyla da “sil baştan” yapmadan…
“Açılım”ın yeni muhatabı belirleniyor
Kapatılan DTP’nin eşbaşkanlarından Ahmet Türk, 18 Aralık günü yaptığı basın açıklamasında, daha önce aldıkları “TBMM’nin faaliyetlerine katılmama“ kararından vazgeçtiklerini belirtti ve “Demokrasiye, barışa, kardeşliğe olan inançlarını büyütmek ve halkların kardeşliğini sağlamaya yönelik demokratik siyasetimizi, Barış ve Demokrasi Partisi’nde sürdürme kararı aldık… bu ısrarımız demokrasiyi ne kadar önemsediğimizin açık göstergesidir. Şiddeti değil, barışı savunduğumuzun açık bir göstergesidir”dedi.
Açıklamasında, Anayasa Mahkemesi’nin kararını “Türkiye’nin demokratikleşmesini istemeyen güçlerin kararı“ ve “inkâr ve asimilasyon politikalarının devamını isteyen bir anlayışın dayatması“ olarak tanımlayan Türk, iktidardaki AKP dahil, Türk partilerine açık bir mesaj vermiş oldu: Siyasete BDP’de devam etmemiz, bizim şiddete karşı demokratik çözümdeki ısrarımızın ifadesidir; DTP’ye yaptıklarınızı BDP’ye karşı yinelemeyin. Böylece Türk, parlamentodaki Türk burjuva partilerine, başta anayasa ve siyasi partiler yasası olmak üzere kapsamlı yasal değişikliklerin yapılması yönünde çağrıda bulunurken, aynı zamanda, devletin “dağdan indirme” stratejisine, “PKK’yi BDP’leştirerek meşrulaştırma” olarak tanımlanabilecek bir stratejiyle yanıt verdi.
Ahmet Türk, “sine-i millete dönme” kararından vazgeçtiklerini ve BDP’ye katılacaklarını açıklarken, aynı zamanda, Anayasa Mahkemesi’nin, “kendini PKK’dan ayırmadığı, araya mesafe koymadığı” biçimindeki DTP’yi kapatma gerekçesini umursamayacak denli açık sözlüydü. “İmralı’dan gelen tavsiye”ye vurgu yapan Türk, bu yolla, Anayasa Mahkemesi’nin kararında simgeleşen inkarcılığa net bir şekilde karşı çıkarken, hükümete “asıl muhatap”ın kim olduğunu da en baştan anımsatıyordu. Kürt politikacıların BDP çatısı altında TBMM’de devam kararının Türk milliyetçisi burjuva politikacılar arasında yarattığı şaşkınlığın ve öfkenin nedeni de budur. Onlar, PKK’nin BDP dolayımıyla siyasileşmesinin, “Kürt açılımı”nın can alıcı noktasını oluşturan “dağdan indirme” stratejisine sessizce eklemlenebileceğinin; bu yolla, ellerindeki son kozu yitirebileceklerinin farkındalar.
CHP’nin alışıldık şovenizmi
Kapatılan DTP’ki milletvekillerinin TBMM’ye dönme kararına ilişkin olarak MHP’den herhangi bir resmi ses çıkmazken, en sert tepki, beklendiği üzere CHP’den geldi. Daha önce ‘Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kökeni araştırılmalı’ diyerek tepkilere hedef olan CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman, 18 Aralık günü yaptığı yazılı açıklamada, kapatılan DTP’li milletvekillerinin Abdullah Öcalan’ın “istemi doğrultusunda istifadan vazgeçtiklerini” belirterek, “PKK’nın Meclis’te olduğu bir kez daha tescil edilmiştir” dedi. CHP içindeki kafatasçı zihniyetin sözcüsü olan Arıtman’a göre, “Türk Milleti ne yazık ve ne acıdır ki sözde Milletvekili adındaki PKK sözcülerinin maaşını ödemek zorundadır. Bu durum milletimizin içine sinmemektedir.” Kendisi gibi kafatasçı olan küçük bir burjuva çevrenin dışına çıkmayan, çıkamayan Arıtman, “Türk milleti”nin ezici çoğunluğunun onun gibi “vekil”lere sahip olmaktan ne denli derin bir utanç duyduğunu nereden bilsin?!
Arıtman, açıklamasında, yalnızca Kürtlere olan düşmanlığını kusmakla kalmadı; BDP’nin TBMM’de grup oluşturması için Kürt milletvekillerine yardımcı olacağını açıklayan İstanbul Bağımsız Milletvekili Ufuk Uras’a ve -kendi sözleriyle-, “PKK’nın Mecliste olmasını canhıraş feryatlarla isteyen sözde aydın-entel-dantel, yazar-çizer takımı”na da saldırdı. Geçerken belirtelim ki, onun Kürt halkının Türklerle her alanda eşit yaşamasını isteyen aydınlara karşı göreve çağırdığı cumhuriyet savcıları, uluslararası hukuktan biraz haberdar iseler, öncelikle, Arıtman gibi Kürtlere, Ermenilere vb. karşı açıkça ayrımcılık yapanlara karşı harekete geçerler.
AKP’nin eski DTP’li milletvekillerinin TBMM’de kalma ve BDP’de siyasete devam etme kararına ilişkin tepkisi ise beklendiği üzere, oldukça “olumlu” oldu. Anımsanacağı gibi, çok sayıda AKP’li parlamenter, kapatılan DTP’li milletvekillerinin istifalarının TBMM’ye gelmesi durumunda “red oyu” vereceğini açıklamıştı. AKP’li Anayasa Komisyonu Başkanı ve İstanbul milletvekili Burhan Kuzu, Kürt milletvekillerinin son kararına ilişkin düşüncesini şu sözlerle ifade etti: “Kapatılan partinin, BDP’de devam etmeleri olumlu olmuştur. Normalleşme sürecine katkılı olmasını umarım.” Benzeri bir açıklama, gazetecilerin konuya ilişkin sorularını yanıtlayan TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’den geldi: “Milletvekillikleri bağımsız olarak devam eden milletvekili arkadaşlarımın siyasete devam kararı almalarını, başka bir siyasi vasıtayla yola devam etmelerini anlayışla karşılıyorum.”
Dikkat edilirse, her iki açıklamada da, Kürt milletvekillerine yönelik örtülü bir “uyarı” vardı: Siyasi faaliyetlerini TBMM çatısı altında BDP’de sürdürecek olan Kürt milletvekilleri PKK ve İmralı ile aralarına mesafe koymalı! Kuzu’nun açıkça ifade ettiği bu uyarı, Şahin tarafından daha örtülü biçimde dile getirildi: “Geçmişten dersler çıkarmak gerekir. Türkiye’de siyasi partilerin faaliyetlerini içeren esaslar Siyasi Partiler Kanununda var. Kapatılan siyasi parti hangi gerekçelerle kapatılmış? Tabii ki Anayasa Mahkemesi bunu gerekçeli kararında açıklayacaktır. Ancak iddianameyi biliyoruz. İddianamede ileri sürülen hususları biliyoruz. Yine aynı minvalde devam edilirse korkarım yeni sıkıntılarla karşılaşırız. Ders alınmamış olur diye endişe ediyorum.”
Öcalan’ın rolü
Yukarıda, Türk milliyetçisi siyasi partilerin Kürt milletvekillerinin TBMM’de kalma kararına gösterdikleri tepkinin altında yatan başlıca etmenin Abdullah Öcalan’ın bu kararın alınmasındaki belirleyici rolü olduğuna değindik. Ahmet Türk, açıklamasında, bu rolü şöyle ifade etmişti: “Çarşamba günü İmralı’da sayın Öcalan ile avukatları bir görüşme yaptılar. Bu görüşme sonucunda, sayın Öcalan da parlamento zemininin terk edilmesinin doğru olmadığını ve bu mücadelenin devam edilmesi gerektiği şeklindeki düşüncesini avukatlarıyla paylaştı. Bu şekilde bize ilettiler.”
Gerçekten de, Abdullah Öcalan’ın 16 Aralık Çarşamba günü avukatlarıyla yaptığı görüşmede, kapatılan DTP’li milletvekillerinin istifalarıyla ilgili olarak, “ben farklı düşünüyorum. Çözüm demokratik mücadeledir. Bizler henüz o aşamada [TBMM’den çekilme kastediliyor] değiliz. Meclis’e dönüp demokratik siyaset geliştirilebilinir. Ufuk Uras’ın teklifi değerlendirilebilir. Milletvekilleri Meclis’i iyi kullanmalıdırlar. Demokratik kanalları açamadılar. Meclis’te her şeyi tartışabilmeliler. Demokratik mücadele için demokratik siyaset gerekiyor. Bunun yapılabilmesi önemli … Bence henüz istifa edilecek aşamaya gelinmedi. Meclis’e dönüp demokratik siyaset geliştirilebilinir” demişti.
Türk, açıklamasında, Kürt halkı ile görüştüklerini ve onun mücadelenin parlamentoda devamından yana olduğunu, bütün sivil toplum örgütlerinin “parlamenter zemini terk etmeyin” dediğini, Türkiye’deki demokratik güçlerin ve aydınların da “bu süreçte parlamentoda bulunmanın önemini” ortaya koyduklarını söyledi. Ahmet Türk,“Halkımızın ve sivil toplum kuruluşlarının çağrısını göz önünde bulundurduk” diyor ama herkes biliyor ki, bunlar TBMM’ye dönüş kararında belirleyici değildi.
Unutmayalım ki, aynı Ahmet Türk, daha birkaç gün önce, 14 Aralık günü Diyarbakır’da toplanan Demokratik Toplum Kongresi’nin ardından yaptığı açıklamada, “en kısa süre içinde dilekçelerimizi Meclis Başkanlığı’na vereceğiz. … Mevcut parlamento bizi hazmetme becerisini bile gösteremedi. Demokratik siyasetin önünün açılması için çaba içinde oluruz. Biz bugün gerçekten bütün barış, demokrasi mücadelemizin anlaşılmadığı inancına vardık ve dilekçelerimizi sunacağız” demişti. Oysa Kongre’de, Abdullah Öcalan’ın iki gün sonra avukatlarıyla yapacağı görüşmeyi bekleme yönünde bir başka karar daha alınmıştı. Öcalan bu görüşmede istifa kararına ilişkin düşüncesini açıklayacaktı.
Öcalan’ın düşünceleri 18 Aralık günü basında yer aldı: “Milletvekillerinin istifası konusunda ben farklı düşünüyorum.. Çözüm demokratik mücadeledir. Bence henüz istifa noktasına gelinmedi. Meclis’e dönüp demokratik siyaset geliştirilebilir.” Kürt milletvekillerine “önce kendileri karar aldılar sonra danıştılar. Süreç tersinden işledi”diyerek tepki göstermeyi ihmal etmeyen Öcalan, “Gerekirse dağa çıkarız” diyen DTP Eşbaşkanı Emine Ayna’yı da sert bir dille eleştiriyordu. Ahmet Türk’ün, BDP çatısı altında TBMM’ye döneceklerine ilişkin açıklamasının, Öcalan’ın düşüncelerinin haber ajanslarında yer almasından yalnızca bir kaç saat sonra gerçekleşmesi, “açılım”ın Kürt ayağında “İmralı faktörü”nün kolayca devre dışı bırakılamayacağının açık işaretiydi. Öcalan, Kürt hareketinin iplerini -en azından “açılım” sürecini dilediğinde baltalayabilecek denli- elinde tuttuğunu göstermişti.
Burjuva liberal basında son günlerde yapılan yorumlara bakıldığında, köşe yazarlarının (moda deyimle “kamuoyu oluşturucuların”) en akıllılarının bu gerçeği kavradıkları görülüyor. Kürtlere ve Kürt hareketine herhangi bir özel sempati duymayan liberal burjuva Türk aydınları bile, şimdi, Kürt milletvekillerinin BDP ile Meclis’e dönüşünü “Öcalan’ın dönüşü” olarak görmekle birlikte, küçük burjuva ulusalcıları gibi savaş tamtamları çalmıyor ve bunun “yeni bir başlangıç” olmasını umuyorlar.
Yeni bir başlangıç mı?
Kürt milletvekillerinin yeniden TBMM’ye dönmesi karşısında hükümetin, iş çevrelerinin ve burjuva basının -birkaç çatlak ses dışında- sergilediği olumlu tabloya Abdullah Öcalan’ın son açıklamasını eklediğimizde, PKK’nin BDP dolayımıyla sürece katılımının, devlet katında, önceki dönemde olduğundan daha fazla “kabul” görmek zorunda kalınacak. İktidar, Öcalan’ın “dağdan iniş” sürecine yaptığı “katkı” sonrasında, ona istediğini yaptırabileceğini düşünmüş ve kabaran Türk milliyetçisi muhalefetin de etkisiyle, iplerin kendi elinde olduğu havasını yaratmıştı. Bir ay öncesini anımsayalım: Erdoğan’ın “bizim muhatabımız Kandil ya da İmralı değil halktır” türü açıklamalar yapıyor, İçişleri Bakanı Beşir Atalay da “dönüşler bayram sonrasında yeniden başlıyor”diyordu. Bunları açık bir tehdit (yoksa blöf mü?) olarak algılayan Öcalan ise “istersem dönüşleri durdururum” dedi ve dediğini de yaptı. Ardından, Öcalan’ın yeni hücresindeki koşullardan şikayet etmesi binlerce Kürt gencini sokağa döktü. Bunu, neredeyse eşzamanlı olarak, Tokat’taki PKK saldırısı ve DTP’nin kapatılması izledi. Kürt gençlerinin Öcalan için yaptıkları gösteriler, aynı zamanda DTP’nin kapatılmasını protesto gösterilerine dönüştü. Dolayısıyla, DTP’li milletvekillerini istifa kararından vazgeçirmesi, Öcalan’ın Kürt hareketi içindeki etkisini gösteren çok sayıda olgunun yalnızca sonuncusudur. 10 yıldır İmralı’da tutulan Öcalan, devlete her istediğini yaptıramasa da, “açılım”a taş koyabileceğini göstermiştir.
Gelin, tabloyu daha net görmek için, gelişmelere bir başka açıdan bakalım. “Açılım” sürecinin Kürt halkı içinde, çoğu kişinin umduğundan daha etkili olduğunu ve Kürtlerin AKP’ye olan desteğini arttırdığını biliyoruz. Ancak, Türk burjuva partileri içinde Kürt illerinde örgütlenebilen tek parti olan AKP, hem bu resmi yanlış okuyarak PKK’nin -ve DTP’nin- gücünü küçümsedi, hem de şövenist Türk milliyetçisi muhalefetin batıdaki gücünü arttırması karşısında paniğe kapıldı (AKP tabanında, derin bir Türk milliyetçisi damar olduğunu unutmayalım). Ama AKP, küresel sermayenin ve onun Türkiyeli taşeronlarının çıkarlarını savunan bir parti olarak “açılım”lardan vazgeçemeyeceği için, sorunu Kürtlerle birlikte değil ama Kürtler adına çözmeye yönelebileceğinin işaretlerini verdi. İktidarın işini bir hayli zorlaştıracak olan bu yol, Kürtler için de olabilecek en iyi tercih değildi. Kürtlerin demokratik taleplerinin Kürt parlamenterlerin olmadığı bir TBMM tarafından karşılanması durumunda, DTP-BDP’nin “barış, iş ve ekmek” diyen tabanında ciddi bir kayma yaşanabilir; dahası, ayrı bir Kürt siyasi partisinin varlığı bile tartışılır hale gelebilirdi. Kürtlerin gerçekleştireceği her kitlesel gösterinin “meşru” sayılacağı; PKK militanlarının kentlerde ve kırlarda girişeceği her eylemin “terör suçu” kapsamına gireceği ve kitlesel destek görmeyeceği böylesi bir durumdan, açık ki, en fazla İmralı – Kandil eksenli PKK zarar görecekti. Öte yandan, PKK, başta ABD olmak üzere bölgede -elbette küresel sermaye adına- “huzur ve güven ortamı”nı sağlamak isteyen emperyalist devletler tarafından, bir süredir, hemen her alanda kıskaç altına alınmış durumda. Merkezi Irak hükümetinin, İran’ın, Suriye’nin ve Kürt Bölgesel Yönetimi’nin PKK’nin askeri olarak tasfiyesi konusunda Türk Devleti ile yakın işbirliği içinde olduğunu da unutmayalım.
Dolayısıyla, Öcalan’ın ve Kandil’in, kendilerine yasal siyasal mücadele dışında pek fazla şans bırakmayan bu tabloyu oldukça iyi okuduğunu söyleyebiliriz. PKK’nin siyasallaşması da, onun askeri kanadının, devletin “koşul” Kürtlerin ise “bedel” olarak kabul edeceği tasfiyesinden başka bir anlam taşımayacaktır. Özetle, Öcalan’ın istifalar konusunda DTP’lilere yönelttiği eleştiriler ve onları TBMM’ye geri döndürmesi, parlamenter alandaki temsil ile birlikte hareketin “açılım” sürecine meşru bir aktör olarak katılımının da ortadan kalkacağı kaygısından kaynaklanmaktadır.
Öcalan’ın bu müdahalesi, onun muhatap kabul edilmesi durumunda, BDP’nin yönetim organlarında daha “Türkiyeli” ve “açılımcı” bir söylemin egemen olacağı anlamına geliyordu. Öcalan, yaptığı son çıkışla, Kürtlerin “çözüm” yolunda “ılımlı” ve “ölçülü” olmasından yana bir tavır sergiledi ama devlet ve AKP hükümeti benzeri bir tavır almaya ne kadar hazır? Öcalan’ın bu çıkışının ve Kürt milletvekillerinin BDP çatısı altında TBMM’de kalma kararının “yeni bir başlangıç”ı ifade edip etmeyeceği, işte bu sorunun yanıtında yatıyor.
Devlet içi çatışma
Okurlarımız, DTP’nin kapatılmasının ardından, başta önde gelen kimi DTP’liler olmak üzere çoğu insanın açılımın bittiğinden ve yeni bir çatışma döneminin başlayacağından söz ettiğini anımsayacaktır. Biz, o günlerde yaptığımız bir değerlendirmede, “açılım”ın, Türkiye’nin küresel ekonomi içindeki konumuna özgü kaçınılmaz bir süreç olarak işlemekte olduğunu; Türkiye sınırları içinde ve bölgede küresel sermaye yatırımları için en uygun ortamı hazırlamayı ve resmi ifadeyle, “PKK terörünü ortadan kaldırma”yı ya da PKK’nin tasfiyesini hedeflediğini; hükümetin de sorunu, PKK’ye mesafeli bir DTP ile çözmek istediğini belirtmiş ve şöyle demiştik:“Ama bir yandan AKP hükümetinin PKK karşısında görece yumuşak hatta “işbirlikçi” bir tavır sergilediğini savunan muhalefet partileri ile devlet içindeki ‘şahin’lerin sert çıkışı, öte yandan DTP’nin PKK ile arasına mesafe koymaması, AKP’yi bir ayar yapmak zorunda bırakmıştır… Bütün bunlar, AKP iktidarının “açılım” sürecini, başta ABD olmak üzere Batılı müttefiklerinin tam desteğiyle sürdüreceğini gösteriyor. Yineliyoruz, bu süreç, devletin ve rejimin bir bütün olarak yeniden biçimlenmesini içermektedir; dolayısıyla, yeni bir anayasa ile taçlanmak zorundadır.”
Böylesi kapsamlı bir dönüşüm çabasının devlet içindeki çatışmaları körüklemeyeceği beklenemezdi. Nitekim, Anayasa Mahkemesi ile hükümetin, Milli İstihbarat Teşkilatı ile Genelkurmay Başkanlığı’nın ve onunla Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, hatta aynı davadaki (Ergenekon) savcıların birbirleriyle karşı karşıya geldiği; subayların ardı ardına intihar etmeye başladığı gelişmelere tanık oluyoruz. En son, Arınç olayıyla doruk noktasına çıkan bu çatışmaların “Kürt açılımı”na yansıması kaçınılmazdı ve öyle de oldu.
Savcılar, Öcalan’ın ve Kürt politikacıların son hamlesinin ardından, 24 Aralık Perşembe günü, aralarında çok sayıda belediye başkanının ve Hatip Dicle ile Fırat Anlı gibi önemli politikacıların da olduğu BDP’lilere karşı bir gözaltına alma ve tutuklama dalgası başlattılar. Başta Diyarbakır olmak üzere İstanbul, Ankara, Siirt, Van, Şırnak, Batman, Şanlıurfa ve Mardin’de eş zamanlı sürdürülen operasyonlarda göz altına alınanlar, “terör örgütünü yönetmek ve örgüte üye olmak” ile suçlanıyorlar. Bu gözaltılar, sonucu ne olursa olsun, devletin –ya da onun bir kanadının- Öcalan’ın inisiyatifi yeniden eline almasına, Kürt siyasetçilerinin TBMM’ye dönüşüne ve genel olarak “Kürt açılımı”a olan tepkisinin ifadesidir. Gözaltına alınan Kürt politikacılarının “barış ve diyalog” savunucusu olmaları, bu operasyonu yürütenlerin Kürtlere, “size yasal siyasi alanda yer yok; TBMM’den çekilin ve silaha sarılın” mesajı vermek istediklerini gösteriyor. AKP iktidarının, aynı zamanda kendisine yönelik bir tehdit oluşturan bu mesaja ne tepki vereceğini; “açılım”dan geri adım atıp atmayacağını zaman gösterecek.
Anımsarsak, DTP’nin kapatılmasından sonra “açılım bitti” diyenler, Abdullah Öcalan’ın ve Kürt milletvekillerin BDP’ye katılıp TBMM’ye dönme kararı almalarının ardından, oldukça umutlu biçimde “yeni bir başlangıç” çığlığı atmaya başlamış; her iki durumda da fazlasıyla acele etmişlerdi. “Kürt açılımı”nın ardındaki temel küresel ekonomik dinamikleri gözardı eden bu kişi ve çevrelerin, son gözaltılar karşısında aynı hatayı yapmayacaklarını umuyor; 15 Aralık tarihli şu tespitimizi yineliyoruz:
“İçte ve dışta ciddi çıkar çatışmalarının eşlik ettiği ‘açılım’ sürecinin düz bir çizgi izlemeyeceğini görmek için olağanüstü yeteneklere sahip olmak gerekmiyor. Bu süreçte, 12 Eylül generallerinin hazırladığı -ve şimdiden yamalı bohçaya dönmüş olan- ‘deli gömleği’ bir şekilde çöpe atılacak ve devlet küresel sermayenin bölgesel gereklerine uygun biçimde yeniden biçimlenecektir. İşçi sınıfının bağımsız sosyalist müdahalesinin gerçekleşmemesi durumunda, bu deli gömleğinin yerini dini ve milli topluluklar için ‘demokratik’ bir tımarhane alacak ama bu ‘liberal demokratik’ toplum başta Türkler ve Kürtler olmak üzere emekçiler için gerçek bir cehenneme dönüşecektir.
“Küresel sermayenin Türk ya da Kürt taşeronlarının kuyruğunda sahte ‘barış ve demokrasi’ hayalleri yaymak sosyalistlerin işi değildir. Onlar, etnik, dinsel, cinsel vb. her türlü baskı ve zorlamaya karşı kararlılıkla mücadele etmeyi sürdürmeli ama bunu yaparken sözkonusu eşitsizliklerin, baskıların ve ayrımcılıkların altında kapitalizmin yattığını unutmamalılar. Türkiye’ye bölgeye gerçek bir barışı ve demokrasiyi getirecek toplumsal güç, küresel rekabet içinde daha iyi bir yer edinmek için milyonlarca emekçiyi gözünü kırpmadan savaşa sürüklemeye hazır burjuvalar değil; onlar tarafından sömürülen işçilerdir. Sosyalistlerin görevi, sermayenin kendi küresel çıkarları doğrultusunda gündeme getirdiği ‘açılım’ının karşısına, işçi sınıfının enternasyonalist ve sosyalist çözümünü yükseltmektir.”.