ABD’nin Irak-Şam İslam Devleti’ne (IŞİD) karşı Irak’ta başlattığı savaş, Ortadoğu’da, ABD emperyalizmi ile milliyetçi Kürt önderlikler arasında uzun süredir varolan ittifakı gün yüzüne çıkardı. Kürt savaşçılar, ABD’nin hava saldırıları ve Avrupalı emperyalistlerin lojistik katkısıyla, aralarında Musul Barajı’nın ve Sincan Dağı’nın da olduğu önemli mevzileri ele geçirdiler.
İşgal ettiği her yerde dinci fanatizmin en barbar örneklerini sergileyen IŞİD’e karşı mücadele görünümü altında açığa çıkan ABD ile milliyetçi Kürt önderlikleri arasındaki ittifak, Ortadoğu’nun en eski halklarından Ezidiler’e yönelik katliam ile birlikte, şimdiden, geniş bir kamuoyu desteği elde etmiş durumda.
Devreye, önce, küresel şirketlerin ve bankaların kontrolündeki ABD ve Avrupa medyası girdi. ABD ile müttefiklerinin “vekil güç” olarak kullandığı İslamcı terörist grupların Libya’da ve Suriye’de barbarca öldürmüş olduğu onbinlerce insanı görmezden gelen medya kuruluşları, Ortadoğu’da yeni bir emperyalist müdahaleye gerekçe sağlamak için, IŞİD’in Ezidiler’e yönelik katliamından yararlanmakta ve Kürt güçlerinin “stratejik” önemini keşfetmekte hiç zaman kaybetmedi. Oysa Suriye’deki Esad yönetimine karşı savaşmak üzere, ABD ve -Ankara da dahil- müttefikleri tarafından dişlerine kadar silahlandırılmış olan İslamcı grupların en barbarlarından biri olan IŞİD, aynı medya tarafından, daha düne kadar, diğerleriyle birlikte “özgürlük savaşçısı” olarak selamlanıyordu.
ABD ve Avrupa medyasının yeni bir emperyalist müdahaleye kamuoyu oluşturma çabasına, Obama yönetiminin, 8 Ağustos’ta, ABD ordusuna müdahale emri vermesi ve Irak’a, “danışman” ve “eğitmen” etiketli bin dolayında yeni ABD askerini göndermesi eşlik etti. Obama yönetimini, başta Britanya olmak üzere, Washington’ın Avrupalı emperyalist müttefikleri izledi. Şimdilik doğrudan askeri müdahaleye dahil olmayan Avrupalı emperyalistler, birbiri ardına, karada savaşan Kürt güçlerine lojistik destek sağlama kararı alıyorlar. Militarist yayılmacılığa yeniden hız veren Almanya da bu emperyalist güçler arasında yer alıyor.
Obama yönetiminin, Irak’a, ABD’deki yasal engellerden kurtulmak için “danışman” ya da “savaşçı olmayan birlikler” adı altında yeniden asker gönderme kararı, kuşkusuz, bir gece içinde alınmış değildir. Bu, üzerinde uzun süredir çalışılan kapsamlı bir planın parçasıdır ve tüm Ortadoğu’yu cehenneme çevirme tehlikesi oluşturmaktadır.
Bütün gelişmeler, Washington’ın, Suriye’de besleyip büyüttüğü IŞİD’in Irak’taki ilerlemesinden, Ortadoğu’da başlatmak istediği daha kapsamlı bir emperyalist müdahalenin zeminini oluşturmak ve olası müttefiklerini hizaya getirmek için yararlandığını gösteriyor.
“Kürdistan cephesi”
Obama yönetimi, kendi elleriyle kurduğu Irak ordusunun IŞİD karşısında uğramış olduğu bozgundan ve nükleer enerji görüşmelerinden yararlanarak, İran’ı kendisine yedekledi ve Bağdat’taki El Maliki yönetimini alaşağı edip yerine daha etkisiz, dolayısıyla “uysal” olan Haydar El Abadi’yi getirdi. Washington, şimdi, Irak ordusunun IŞİD’in saldırısı karşısında boşaltmış olduğu Kerkük’ü, Sincar’ı ve Hanekin’i topraklarına katmış ve Kerkük petrollerini Türkiye’ye akan kendi boru hattına bağlamış olan Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) üzerindeki ağırlığını iyice arttırıyor.
Anımsanacağı üzere, başta Mesut Barzani olmak üzere KBY yetkilileri, Irak ordusunun Haziran ayı başında IŞİD karşısında uğradığı bozgunun, özellikle de Musul’un düşmesinin ardından, “yeni bir Irak”tan söz etmeye başlamış ve bağımsız Kürdistan için referandum düzenleme kararı almışlardı. Kerkük’ün ele geçirilmesini ve oradaki petrolün KBY’ye ait boru hattı üzerinden Türkiye’ye akıtılmasını da içeren bütün bu adımlar, Erbil’deki milliyetçi Kürt burjuva yönetiminin, Bağdat’tan kopmak için uygun zamanın geldiğine olan inancını ifade ediyordu.
Yıllardır Erbil ile sıkı ekonomik ve siyasi ilişkiler içinde olan ama Kürt bağımsızlığına olan desteğini, asıl olarak iç siyasi nedenlerden (AKP içinde de temsil edilen güçlü Türk milliyetçiliği ve PKK faktörü) dolayı açıkça ifade etmeyen AKP iktidarının, burjuva Kürt önderliklerinin bu özlemini kendi bölgesel hegemonya hesapları çerçevesinde desteklediği biliniyor. Bununla birlikte, olası bağımsızlık ilanına siyasi ve diplomatik destek arayan Kürt burjuva politikacılarına açıkça arka çıkan ilk devlet İsrail oldu. On yıllardır Irak’taki Kürt önderlikleri destekleyen İsrailli yetkililer, Haziran ayı sonunda, bağımsız bir Kürdistan’ın “zamanının gelmiş” olduğunu ilan ettiler. Tel Aviv’den gelen bu açıklamaların Washington’ın bilgisi dışında yapıldığına inanmak için hiçbir neden bulunmuyor.
Anımsanacağı üzere, IŞİD’in Irak’taki ilerleyişi sırasında ülkedeki neredeyse tek “güvenli alan” olmayı sürdüren Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Kerkük’ü, Sincar’ı ve Hanekin’i kendi topraklarına katması, bu kentlerin barbar bir güce karşı müttefik bir güç eliyle savunusu anlamına geldiğinden, sessiz bir memnuniyetle karşılanmıştı. Yine, KBY’nin, Musul’un işgalinin ardından katliam tehlikesi ile karşı karşıya kalan onbinlerce insana kucak açması, onun uluslararası kamuoyu önündeki saygınlığını daha önce olmadık ölçüde arttırmıştı. Bununla birlikte, peşmerge güçlerinin IŞİD’in Sincan’ı ele geçirmesi sürecinde geri çekilmesinin ardından gelen Ezidi katliamı, ABD’nin KBY’ye silah ve “danışman” göndermesini hızlandırdı.
Bütün bunlar, KBY önderleri ile emperyalist merkezler arasında zaten varolan ittifakın, peşmerge güçlerini ABD emperyalizminin kara birlikleri (yeni bir “vekil güç”) haline getirecek şekilde askeri alanda bütün çıplaklığıyla açığa çıkmasına yolaçtı.
Ama hepsi bu değil. IŞİD’in Irak’taki ilerlemesi ve Washington’ın askeri müdahale kararı, onbinlerce insanın yaşamına malolmuş onlarca yıllık bir gerilla savaşının ardından Ankara ile “barışçıl çözüm” konusunda anlaşmış olan Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) uluslararası / bölgesel konumunu da netleştirdi. Uzun süredir AKP iktidarının Ortadoğu’ya yönelik planları üzerinden (“yeni Misak-ı Milli”, “yeni Türkiye”, “bölgesel güç”, “İslam bayrağı” vb. yeni Osmanlıcı tezler) Ankara’ya yedeklenen PKK [1], IŞİD’e karşı Irak’ta başlatılan savaşla birlikte, emperyalist devletler ile doğrudan ve açık ilişki kurma şansını elde etmiş durumda [2].
Suriye’deki Rojava bölgesinde IŞİD’e başarıyla karşı koymuş olan PYD ve PKK ile peşmerge güçlerinin IŞİD karşısındaki göreli güçsüzlüğünü dengelemede belirleyici olduğu biliniyor. Peşmerge güçlerinden farklı olarak, yıllardır savaş içinde yoğrulmuş savaşçılara sahip olan PKK’nin ve PYD’nin emperyalist merkezlerin gözünde değer kazanmasını sağlayan başlıca etmen, kuşkusuz, onların IŞİD karşısında elde ettiği askeri başarı oldu. Bununla birlikte, PKK’nin ve PYD’nin ABD emperyalizmi ile aynı safta savaşmasını, basitçe, onların “savaşçı” yeteneklerine bağlamak eksik ve yanlış olur. Irak’taki son gelişmeler, yalnızca, bu milliyetçi burjuva önderliklerin emperyalist merkezlerle birlikte hareket etme yönünde yıllardır sürdürdüğü ısrarlı çabanın açığa çıkmasını hızlandırmış; onların, kendi dar burjuva milliyetçi amaçları uğruna Pentagon’un “vekil” kara birlikleri olarak savaşmak da dahil her şeyi yapabileceklerini gözler önüne sermiştir.
Medya kamuoyunu savaşa hazırlıyor
PKK’nin ve PYD’nin Batılı başkentlerin planlarında öne çıkmasında ve emperyalist hükümetlerin sözkonusu örgütler ile işbirliğine kamuoyu desteği sağlanmasında, burjuva medya önemli bir rol oynamaktadır.
Örneğin, uluslararası mali sermayenin başlıca yayın organlarından Financial Times, 15 Ağustos tarihli sayısında, bütünüyle PKK’ye saygınlık kazandırmaya yönelik uzun bir yazı yayımladı. “Onlar Batı’ya göre teröristler ama şimdi, cihatçı bir saldırıyı püskürtmede Iraklı Kürt güçlere yardımdaki çıkarları birleştiği için ABD ile aynı tarafta savaşıyorlar… Savaşta sertleşmiş Kürdistan İşçi Partisi (PKK) militanları peşmerge savaşçılarının yardımına geldiler.” diye başlayan yazı, bu “yasadışı Kürt grubunun güneşte kavrulmuş kadın ve erkekleri”nden övgüyle söz ediyor.
Benzer bir şekilde, Wall Street Journal, 18 Ağustos tarihli “Irak Krizi: ABD Tartışmalı Gerilla Müttefik Kazanırken Kürtler Musul Barajı’nı Ele Geçirmek İçin Saldırıyor” başlıklı haber-yorumunda, PKK’ye atfen, Washington’ın “bir terör örgütü olarak değerlendirdiği Kürt gerilla gücü savaşçılarından yeni bir tartışmalı müttefik” kazanmış olduğunu belirtiyor. Haberde, PKK komutanlarının geçen hafta Sincar Dağı’nda ABD’li danışmanlarla buluştuğu ve “yapıcı tartışmalar” gerçekleştirdiği anlatılıyor. Bununla birlikte, sözkonusu görüşme ABD’li yetkililer tarafından doğrulanmış değil. Habere göre, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Marie Harf, Pazar günü, “biz Irak güvenlik güçlerine ve Kürt güçlerine destek veriyoruz” derken, adı verilmeyen bir yetkili, “cephede kimin olduğunu Washington’dan söylemek zor” ifadesini kullanıyor. Washington Ortadoğu Enstitüsü’nden Michael Knights’ın sözleriyle, “ABD terörist bir örgütle iş yapmaz… ama onun gözmezden gelebileceği çok şey var”.
ABD medyasında sürmekte olan PKK’yi (ve PYD’yi) rehabilite etme çabasına, bu örgütün “terörist örgütler” listesinden çıkartılmasını talep eden bir imza kampanyası eşlik etti. Beyaz Saray’a sunulmak üzere imzaya açılan dilekçede, PKK’nin, “Irak’ın ve Kürdistan’ın” IŞİD’e karşı “savunusunda bir ortak” olduğu ve bu yüzden, “ABD hükümetinin terörist örgütler listesinden çıkartılması gerektiği” belirtiliyor.
Alman emperyalizmi ve “solcu” savunucuları
Kürtler ve PKK konusu, geçtiğimiz haftalarda Alman basınında ve siyasetinde de gündemdeydi. İktidarın büyük ortağı Hristiyan Demokrat Parti’den (CDU) Karl-Georg Wellmann, 11 Ağustos günü, Deutschlandfunk radyosuna, “Almanya’nın Kürt ordusunun silahlanmasına yardımcı olması gerekiyor” derken, CDU’nun Grup Başkan Yardımcısı Andreas Schockenhoff, bunun yalnızca BM kararı çerçevesinde olabileceğini belirtti.
Koalisyon hükümetinin ortağı Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) Dışişleri Sözcüsü Niels Annen de hükümetin PKK ve PYD ile görüşmesini talep etti.
Basında yeralan haberlere göre, Almanya’daki ana muhalefet Sol Parti’nin Parlamento Grubu Başkanı Gregor Gysi, “IŞİD’e para sağlayan Katar’a ve Suudi Arabistan’a silah satan Almanya”nın, bu örgütle savaşan PKK’ye silah vermesini talep etti. Başbakan Erdoğan’ın “teröristlere hoşgörü gösterdiği”ni belirten ve “Buna karşı tepki göstermeliyiz. Gerekirse Türkiye-Suriye sınırında bulunan Alman askerlerini geri çekmeliyiz.” diyen Gysi, PKK’nin, Avrupa Birliği’nin “terörist örgütler” listesinden çıkartılması gerektiğini savundu.
Doğu Almanya’nın Stalinist iktidar partisi olarak kapitalist restorasyonu gerçekleştiren ve bugün Alman emperyalizminin “sol” savunuculuğunu üstlenen Sol Parti (aynı Türkiye’deki HDP gibi, içinde çok sayıda küçük-burjuva solcu örgütü barındırıyor), uzunca bir süredir Kürt hareketinin yasal partilerini destekliyor. Geçtiğimiz yıl Ertuğrul Kürkçü’yü Berlin’de ağırlamış olan Sol Parti, 10 Ağustos’taki cumhurbaşkanlığı seçiminde de HDP’nin adayı Selahattin Demirtaş’ı destekledi.
Alman emperyalizminin Afrika ve Ukrayna’nın ardından Ortadoğu’ya da el atmasına yönelik, hem sağdan hem de “sol”dan gelen bu çağrılar, Almanya Savunma Bakanı Ursula von der Leyen’in , “IŞİD ile mücadelede Irak’ın kuzeyindeki Kürtler’e askeri teçhizat göndermek istiyoruz” sözlerinde yankısını buldu. 13 Ağustos günü, Alman devlet televizyon kanalı ARD’ye konuşan Leyen, Irak hükümetinin resmi yardım talebinde bulunduğunu belirtti ve talep edilen askeri donanımın “doğrudan Irak’ın kuzeyine” gideceğini söyledi.
Medyada ve Batılı siyaset çevrelerinde sürmekte olan bütün bu tartışmalar, ABD emperyalizminin ve müttefiklerinin Ortadoğu’ya yönelik kapsamlı askeri müdahale planlarında milliyetçi Kürt önderliklerine özel bir yer ayrıldığını gösteriyor. Başta emperyalist ülke halkları olmak üzere dünya kamuoyuna “insani gerekçeler” ile pazarlanan bu savaşın Kürt halkına yönelik sunumu, sahte bir “ulusal savunma ve dayanışma” üzerine kurulu milliyetçilik olacaktır.
Emperyalizm ile ittifak
Nitekim, Kürdistan Ulusal Kongresi’nin Yürütme Konseyi, 8 Ağustos günü yaptığı açıklamada, Kürdistan’daki “tüm siyasi parti ve sivil toplum örgütlerini … ulusal savunma karşısında sorumluluklarını yerine getirmeye” çağırdı. Açıklamada, ayrıca, “Tüm bölgesel ve uluslararası güçler … kendi sorumluluklarını yerine getirmeye davet edildi”. “Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği başta olmak üzere … uluslararası kurumları sorumluluklarını yerine getirmeye davet” eden benzeri bir çağrı, Avrupa Kürt Demokratik Toplum Kongresi (KCD-E) tarafından yapıldı.
Yine, Suriye Kürt Milli Konseyi Türkiye temsilcisi Behzad İbrahim, 27 Temmuz günü Cihan Haber Ajansı’na verdiği özel röportajda, Sykes-Picot anlaşmasının zamanını doldurduğunu ve bölgede yeni devletlerin ortaya çıkacağını belirttikten sonra, “Tabii ki bunların arasında … Kürdistan da var.” demişti. Bağımsız Kürt devletinin kurulması için “Türkiye’nin onayı”nın önemli olduğunu belirten İbrahim, Ankara ile Suriye Kürtleri arasında, Erbil ile olana benzer bir yakınlık sağlanması isteğini dile getirdi. İbrahim, Suriye’de, bağımsız olmayan özerk “Kürt bölgesi”nin “IŞİD ile Türkiye arasında tampon bölge oluşturacağını”; dolayısıyla “Türkiye’nin yararına” olduğunu iddia etti.
ABD’nin Irak’taki askeri müdahalesi ve Kürt önderlikler ile geliştirdiği ittifak, daha önce İsrail’in KBY’nin olası bağımsızlık ilanına destek vereceğini açıklamasından fazlasıyla rahatsız olan Ankara’daki kaygıları daha da arttırdı. Zira İsrail, aynı Filistin’de ve Suriye’de olduğu gibi, KBY üzerindeki hegemonya mücadelesinde de Ankara’nın başlıca rakibidir. Burada söz konusu olan enerji kaynakları ve Türkiyeli kapitalistler için büyük önem arz eden Irak Kürdistanı pazarıdır. Libya’da, Mısır’da, Suriye’de ve Filistin’de ardı ardına uğradığı bozgunların etkisini üzerinden atamamış olan Ankara, şimdi, PKK’nin de aktif bir şekilde dahil olduğu “Irak denklemi”nden dışlanmamak için elinden geleni yapıyor.
AKP iktidarının bu konudaki en büyük “kozu”, PKK ile sürdürdüğü ve Abdullah Öcalan’ın Pazar günü yaptığı açıklamada “neredeyse tamamlanıyor” dediği “barış görüşmeleri”. Ankara, bölgenin kana bulandığı ve bir dünya savaşına yönelik hazırlıkların hızlandığı bir ortamda gerçekleşeceği hayalini yaydığı “barış süreci”nde bütünüyle yanına çekmeyi umduğu PKK aracılığıyla, KBY ve Rojava üzerinde daha etkili olmanın; dolayısıyla, ABD emperyalizminin bölgesel planlarından bütünüyle dışlanmamanın hesabı içinde.
Bununla birlikte, küresel ekonomik kriz, ABD’nin Ortadoğu’ya askeri olarak yeniden dönmesi, Ankara ile Tel Aviv arasında şimdi KBY ve Filistin üzerinde yoğunlaşan rekabet ve bizzat Türkiye içinde alttan alta birikmekte olan toplumsal gerilimler, Ankara ile Erbil-İmralı-Kandil arasında yaşanan bahar havasının kalıcılığı konusunda hiçbir güvence sunmuyor. Tersine, Erdoğan-Öcalan-Barzani ittifakı, aynı Beşar Esad ile Erdoğan arasında bir zamanlar varolan mutlu aile tablosu gibi, hiç umulmadık bir anda paramparça olabilir.
Rusya ve Çin gibi önemli güçlerin şimdilik “sessiz” kaldığı bütün bu gelişmeler, Ortadoğu’nun hızla bir kan banyosuna sürüklendiğinin açık işaretleridir. Patlama noktasındaki uluslararası ekonomik ve siyasal gerilimler, bölgedeki hiçbir devletin yaklaşan emperyalist hesaplaşmanın dışında kalamayacağını gösteriyor. Bu koşullar altında, emperyalist devletler ve bölgesel güçler arasında kendine yer bulmaya çalışan milliyetçi Kürt önderliklerin ABD’nin “vekil” kara birlikleri rolüne soyunması, Kürt emekçilerini ve gençliğini yaklaşan emperyalist boğazlaşmanın ön cephesine bir kez daha yerleştirmiş durumda.
Daha önce, Irak’ın ABD tarafından işgalini “Kürt halkının özgürleşmesi” adına açıkça destekleyen KBY önderlikleri (Barzani ve Talabani) bu konuda yalnız değillerdi. ABD işgalini, PKK de (o zamanki adıyla Kongra-Gel) memnuniyetle karşılamıştı [3]: “ABD, Kürtleri ve bütün halkı çok ağır bir biçimde baskı altına almış olan Saddam rejimine karşı müdahalede bulunarak, yeni bir devrin şafağında önemli bir rol oynadı. Kongra-Gel, ABD tarafından gerçekleştirilen bu müdahaleyi memnuniyetle karşılar, ancak yapıcı sonuçlara ulaşmanın yalnızca Kürt sorununun kalıcı çözümüyle sağlanabileceğine işaret etmek ister.” (Kongra-Gel Kuruluş Manifestosu, 2003)
PKK tarafından “memnuniyetle” karşılanan ve KDP ile KYB tarafından açıkça desteklenen ABD’nin emperyalist işgali ile gelen bu “özgürleşme”, ABD emperyalizminin bütün askeri ağırlığıyla Ortadoğu’ya çökmesi ve Irak halkının etnik ve dini temelli parçalanması anlamına geldi. Bu “özgürlük”, 1 milyonu aşkın insanın cesedi üzerinde yükseldi.
IŞİD terörünü bölgesel müttefikleriyle birlikte yaratan, başta ABD olmak üzere emperyalist devletler ile onların vekilliğine soyunan güçler, bugün Irak, Suriye ve Ortadoğu’da yaşanan felaketin başlıca sorumlularıdır. Ortadoğu’da gerçekleşen kanlı emperyalist müdahalelere sözde “insani” gerekçelerle destek veren, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, “barış”, “demokrasi” vb. adına emperyalistlerle ve yerel kapitalist egemenlerle her türlü sınıf işbirliğini savunan küçük-burjuva soluna gelince… Önümüzdeki aylarda ve yıllarda yaşanacak olan gelişmeler, onların “sol” maskesini, hiçbir “keskin” sloganla yamayamayacakları şekilde parçalayacak; onları, emperyalizmin ve gericiliğin açık savunucuları haline getirecektir.
Sosyalist çözüm için
Modern tarih, her dinden ve milliyetten emekçileri ve gençleri Filistin’de, Lübnan’da, Suriye’de ve Irak’ta kitleler halinde katleden ve bu ülkeleri harabeye çeviren emperyalist müdahalelere son vermenin tek yolunun, emperyalist merkezlerin işbirlikçisi bütün milliyetçi, dinci vb. yerel burjuva ve küçük-burjuva önderliklerin kapitalizm karşıtı enternasyonalist sosyalist bir perspektifle donanmış işçi sınıfı tarafından alaşağı edilmesi olduğunu gözler önüne sermektedir.
Yıllardır Ortadoğu’da yaşanan emperyalist müdahaleler ve iç savaşlar, özünde, kapitalist üretim biçiminin ve onun siyasi ifadesi olan ulus-devlet yapısının gerici rolünü ve iflasını göstermektedir. Troçki’nin yüz yılı aşkın süre önce belirtmiş olduğu gibi, insanlığın üretici güçleri ulus devlet sınırları içine hapsedilemeyecek düzeyde gelişmiştir ve onlar bu sınırlara başkaldırıyor.
Dolayısıyla, tüm insanlığın olduğu gibi, Ortadoğu’da yaşayanların kurtuluşu da, sermayenin egemenliğine son verip mevcut ulus-devlet sınırlarını bir Ortadoğu sosyalist devletler federasyonu çerçevesinde ortadan kaldırmayı amaçlayan devrimci işçi önderliklerinin inşasına bağlıdır. Bu, tüm Ortadoğu’da, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) şubelerini inşa etmek demektir.