Asyalı işçi sınıfı ve ezilen kitleler derinleşen bir ekonomik ve toplumsal kriz ve yükselen savaş tehlikesiyle karşı karşıyalar. Egemen sınıflar milliyetçilik ve militarizm zehirine başvururken, işçilerin sosyalist enternasyonalizm temelindeki birliği acil bir gereklilik haline gelmektedir.
Yeni bir dünya savaşının fay hatları, hiçbir yerde, Asya’da olduğundan daha belirgin değil. Obama yönetiminin “Asya-Pasifik’e dönüş”ü, Çin’i kontrol altına almak amacıyla eski askeri müttefikleri güçlendirdiği, yeni stratejik ortaklıklar oluşturduğu, yeni üs anlaşmaları yaptığı ve askeri varlıkları yeniden yerleştirdiği için, jeopolitik gerilimleri arttırmıştır.
Müttefiklerini, kendi çıkarlarını saldırgan bir şekilde ileri sürmeye teşvik eden ABD, bölge çapındaki parlama noktalarını kızıştırmaktadır. Washington tarafından teşvik edilen Filipinler ve Vietnam, Güney Çin Denizi’nde Çin ile olan hükümranlık tartışmasında kendi pozisyonlarını güçlendirmek için, bir Güneydoğu Asya ülkeleri cephesi oluşturmaya çalışıyor. Güney Kore, ABD’nin desteğiyle, Kore Yarımadası’ndaki gerilimi yüksek tutmayı sağlayacak şekilde, Kuzey Kore ile ilişkileri geliştirmeye yönelik önceki Günışığı Politikası’na son verdi.
ABD dış politikasının pervasızlığı, Japonya ile Çin arasında, Doğu Çin Denizi’ndeki tartışmalı Senkaku/Diaoyu adaları üzerine patlamış olan anlaşmazlıkta özellikle belirgindir. Tokyo’nun bu kayalıkları “ulusallaştırdığı” Eylül ayından bu yana, Japon ve Çin donanmalarına bağlı gemiler ve uçaklar yakın sularda ve hava sahasında riskli hamlelerle uğraşmaktadır. Herhangi bir kaza, dünyanın üç büyük ekonomisini (ABD, Çin ve Japonya) kapsayan bir çatışmaya dönüşme tehlikesine işaret etmektedir.
Obama yönetiminin ikiyüzlülüğü sınır tanımıyor. ABD Dışişleri Bakan yardımcısı Kurt Campbell, dün, ABD Japonya’nın “ada savunusu”nu güçlendirmek için onunla birlikte ortak tatbikatlar yaptığı sırada, ada ile ilgili tartışmada “kazanmak için soğukkanlı olma” çağrısı yaptı. Amerikalı yetkililer, Washington’ın bölgesel anlaşmazlıklarda “tarafsız” olduğunu ilan ederken, sürekli olarak, ABD’nin adalar üzerinde herhangi bir çatışma durumunda askeri olarak Japonya’nın yanında yer alacağını tekrarlıyorlar.
ABD, Tokyo’yu Pekin ile çatışmaya iterek, geçen ayki seçimlere egemen olan ve Başbakan Shinzo Abe başkanlığında sağcı bir hükümetin kurulmasıyla sonuçlanan Japon milliyetçiliğinin ve militarizminin yeniden canlanmasına yardımcı olmuştur. Bu hükümet, göreve gelmesini izleyen birkaç hafta içinde, askeri harcamalarda on yıl içindeki ilk artışı ilan etti, tartışmalı adaların etrafındaki Japon askeri güçlerini takviye etti ve Güneydoğu Asya’daki ekonomik ve stratejik bağlarını güçlendirmek için diplomatik bir atak başlattı.
Abe, Japonya’nın Öz savunma Güçleri’ni Japon emperyalizminin çıkarlarını takip etme becerisine sahip “normal bir ordu”ya dönüştürmek için, ülkenin savaş sonrası anayasasının sözde barış yanlısı maddesini değiştirme niyetinde. Japon militarizminin yeniden ortaya çıkması, Filipin hükümetinin Tokyo ile daha yakın işbirliğini duyurmasıyla ve Çin’i dengeleyici bir güç olarak, “askeri açıdan daha güçlü Japonya”yı açıkça desteklemesiyle birlikte, bölgesel dengeleri şimdiden değiştiriyor.
Obama’nın Asya’ya “dönüş”ünün ardındaki itici güç, derinleşen küresel ekonomik krizdir. ABD, küresel egemenliğini, özellikle de küreselleşmiş üretim için merkezi konumda olan Asya’da sürdürmek için, ekonomik gerilemesini askeri güç kullanarak önlemeye çalışıyor. Bununla birlikte, bağımsız bir ekonomik büyüme motoru olmanın çok uzağındaki Asya ekonomileri, şimdi, Avrupa ve Amerikan ihracat pazarlarındaki ani düşüşten zarar görüyor. 2012’de, Çin’deki büyüme oranı keskin bir şekilde yüzde 10,4’ten yüzde 7,7’ye; Hindistan’da ise yüzde 8,9’dan yüzde 5,5’e geriledi. Japonya bir kez daha durgunluk içinde.
Asya’daki egemen sınıflar, Avrupa ve Amerika’daki gibi, artan ekonomik sorunlarına ilişkin yalnızca bir çözüme sahipler: krizin ekonomik yükünü içeride işçi sınıfının, dışarıda ise rakiplerinin sırtına yıkmaya kalkışmak. Hükümetler, kendi kemer sıkma önlemleri sonucunda tırmanan toplumsal gerilimleri dış “düşman”a yönlendirme planı peşinde koştukça, tehlikeli milliyetçi öfke tüm bölgede yükseliyor.
Japonya’daki ve Çin’deki egemen seçkinler tarafından, ekonomileri küçüldükçe kışkırtılan milliyetçi yaygara, onların toplumsal altüst oluş karşısındaki korkularından kaynaklanmaktadır. Benzer biçimde, Hindistan ile Pakistan arasında Keşmir’de yaşanan ve daha önce iki savaşa yol açmış olan sınır anlaşmazlığı da, Yeni Delhi ile İslamabad dikkatleri kendi iç krizlerinden saptırmak amacıyla halklar arasında düşmanlığı körüklediği için yeniden alevlenmiştir.
Milliyetçiliğin kabarmasına, ilerleyen bir silahlanma yarışı eşlik ediyor. Washington, Çin’in savunma bütçesini ön plana çıkarmayı tercih ederken, askeri harcamalar tüm bölgede artıyor. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’ne göre, Asya, geçtiğimiz yıl askeri harcamalarda Avrupa’yı geçmeye başlamış durumda. Çin’in, Japonya’nın ve Hindistan’ın 2011 yılındaki savunma bütçeleri, sırasıyla, 89,9 milyar, 58,2 milyar ve 37 milyar ABD Doları idi. Güneydoğu Asya ülkelerinin toplam savunma harcamaları yüzde 13,5 artarak 24,5 milyar ABD Doları’nı buldu. ABD’nin 670 milyar dolar civarındaki savunma bütçesi, bütün olası rakiplerini gölgede bırakmaya devam ediyor.
Belirgin farklılıklar olmakla birlikte, şimdiki durum, Japon emperyalizminin ekonomik çöküşten sömürgeci istila yoluyla kurtulma peşinde koştuğu 1930’ların savaş öncesi dönemini andırmaktadır. Japonya’nın Çin’i işgali, onu ABD emperyalizmi ile tüm Asya-Pasifik’te savaşa yol açan bir çatışmaya sokmuştu. Geçtiğimiz yirmi yıl boyunca, Sovyetler Birliği’nin çökmesi, Çin’deki kapitalist restorasyon ve Hindistan’ın serbest-piyasa politikalarına dönmesi, emperyalist düzen içinde kendilerine bir yer edinmeye çalışan, bölgesel rekabeti ve feci bir nükleer çatışma tehlikesini büyük ölçüde arttıran hırslı kapitalist seçkinler yaratmıştır.
Aynı süreç, dünya nüfusunun yarısına ev sahipliği yapan Asya’da, işçi sınıfının büyük ölçüde genişlemesine de yol açtı. Tüm dünyadaki sınıf kardeşleriyle birlikte artan toplumsal sefaleti ve savaş barbarlığına saplanmayı, onun ana nedeni olan kapitalizmi ortadan kaldırıp dünya çapında planlı sosyalist bir ekonomiyi kurarak durdurabilecek biricik toplumsal güç işçi sınıfıdır. Bu, her şeyden önce, işçileri uluslararası düzeyde birleştirmek için, milliyetçiliğin ve toplulukçuluğun bütün biçimlerine karşı siyasi bir mücadeleyi gerektirir. Dolayısıyla, işçi sınıfı, Stalinizm ile, özellikle de, onun, proletaryayı ulusal burjuvaziye tabi kılarak birbiri ardına yıkıcı ihanetlerden sorumlu olan Maocu türüyle hesaplaşmalıdır.
Bu, uluslararası Troçkist hareketin 20. yüzyıl boyunca Stalinizme karşı verdiği uzun süreli mücadeleden gerekli derslerin çıkartılması ve devrimci mücadeleleri ilerletmek için tüm Asya’da Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin şubelerinin inşa edilmesi anlamına gelir.