İktidardaki AKP ile diğer burjuva partileri arasındaki küfürleşmeler, hakaretler, “çılgın proje”ler, özel yaşama ilişkin kasetler ve tehditler eşliğinde bir seçim kampanyası daha yaşanıyor. Yaşanan tabloya bakıldığında, gerçekte burjuvazinin bütün bileşenleriyle ne denli derin bir kokuşmuşluk içinde olduğunu ifade eden bütün bu hırgürün “normal” olduğunu düşünerek, deyim yerindeyse, gülüp geçmek mümkün. Ancak, gerek “sosyalist”lerin bu seçim sürecindeki konumu, gerekse 12 Haziran’da yapılacak olan genel seçimler sonrasında oluşacak olan parlamentonun bu tablo içinde biçimleniyor olması, süreci yakından değerlendirmeyi gerektiriyor. Zira seçimlere bir ay kadar kala içinde bulunduğumuz ortam ne bir bütün olarak Türkiyeli emekçiler, ne Kürt halkı, ne de sosyalistler açısından iç açıcı.
Hemen belirtelim ki, burjuva partiler arasında neredeyse her gün farklı bir konuda yaşanan bu dalaşmalar, emekçilerin gerçek sorunlar üzerinde sağlıklı biçimde düşünmesini ve tavır almasını engellemeye yöneliktir. Burjuva basın-yayın organlarının büyük bir iştahla gündeme yerleştirdiği her bir söz dalaşı, bu topraklar üzerinde yaşayan insanlara işsizliği, sefaleti unutturmayı; başta sosyalistler ve Kürt siyasetçileri olmak üzere, devrimci işçiler ve gençlik üzerindeki siyasi baskıları gizlemeyi; iktidar partisinin ve diğer burjuva partilerinin gırtlağına kadar batmış olduğu yolsuzlukları örtbas etmeyi amaçlamaktadır.
İktidar rahat değil
Burjuvazinin, 2000-2001 krizi sonrasında kimi eski siyasi temsilcilerinden devşirip “yeni” bir güç olarak iktidara getirdiği AKP’nin geniş bir halk desteğine sahip olduğu ortada. Küresel sermayenin bölgedeki siyasi taşeronluğuna soyunmuş olan AKP, iktidarını asıl olarak uygun uluslararası ekonomik-siyasi ortama borçlu olduğunu çok iyi bilmektedir. İktidar, olabildiğine genişleyen ve spekülatif sermayenin uluslararası eğilimlerine tarihte olmadığı kadar bağımlı hale gelmiş olan ekonomiyi, şimdiye kadar “akıllıca” uyguladığı para / kur politikası sayesinde ayakta tutmaktadır. Bu yüzden, AKP iktidarının küresel sermayenin ve yerel ortaklarının toplumsal yaşam üzerindeki egemenliğini kurmak için sarıldığı başlıca argümanın “ekonomik istikrar ve büyüme” olması boşuna değildir.
AKP’nin ikinci önemli argümanı olan ve sözde demokratik “açılımlar” ile desteklenen “ileri demokrasi”sinin de bu ekonomik temel üzerinde yükseldiğini ve dönem dönem küçük burjuva liberal solu ile Kürtlerin bir kısmı için büyük bir umut yarattığını biliyoruz. Geçtiğimiz Eylül ayında yapılan anayasa referandumunun ardından, yaklaşan seçimleri de rahatça kazanacağını gören AKP, bir süredir “demokratik açılım” programından söz etmiyor. Ama bu, onun, söz konusu siyasi programı terk ettiği anlamına gelmiyor. Tersine, AKP, temel taşları zaten büyük ölçüde döşenmiş olan yeni rejimin sınırlarını çizecek yeni bir anayasa yapılacağını çoktan ilan etti. Dahası, AKP (daha doğrusu büyük sermaye), liberal bir anayasanın gerekliliği konusunda, bütün büyük burjuva partilerini yanına çekti. Yeni ve liberal bir anayasanın gerekliliği konusunda, iktidardaki AKP ile önemli muhalefet partileri arasında ilkesel bir sorun bulunmuyor.
AKP iktidarının “ileri demokrasi” yolunda bugüne kadar izlediği çizgi, onun önümüzdeki dönemde yapacakları konusunda yeterince ipucu vermektedir. Anımsanacağı üzere, AKP, iktidarının ilk döneminde (2002-2007), sürekli olarak, ulusalcı bürokrasinin kendisine ayak bağı olduğundan söz etmişti -ki bunda kısmen haklıydı. Ancak o, 12 Haziran’da tamamlanacak olan ikinci iktidar döneminde “demokratikleşme” programının önündeki bu engeli bütünüyle aştı. AKP’nin ulusalcı, Kemalist muhaliflerinin önemli bir bölümü yıllardır hapiste ve “Ergenekon Davası”ndan yargılanıyor. Özetle, AKP, uzunca süredir, “darbeci-ulusalcı” günah keçisinden yoksun.
Ordunun yönetim kademesiyle uzunca süredir son derece yakın bir işbirliği içinde olan AKP, geçtiğimiz Eylül ayındaki referandumun ardından, “başlıca engel” olarak gördüğü yüksek yargıyı da bütünüyle denetimi altına almış durumda. Yine, AKP’nin, iki iktidar dönemi boyunca polis örgütünü hem sayı hem de donanım bakımından olabildiğine güçlendirdiği ve onun içinde büyük ölçüde kadrolaştığı herkes tarafından biliniyor. Ancak bu durum, elbette, AKP’nin devlete bütünüyle egemen olduğu anlamına gelmiyor (en liberal devlette bile, bürokrasi içinde ulusal korumacı bir kanat olur). Gerek asker gerekse sivil bürokrasi içinde ulusalcı bir muhalefet sürdüğü için, “Ergenekon” ve “Balyoz” gibi ucu açık davalar, “Demokles’in kılıcı” gibi onun başının üstünde sallanmaya devam ediyor.
Öte yandan, bir zamanların Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ni (DGM) aratmayan olağanüstü mahkemelerin ve özel yetkili savcıların hedefinde yalnızca “darbeci-ulusalcılar” yok. AKP iktidarı, bu mahkemeleri ve savcıları başta sosyalistler olmak üzere, devrimci işçilerin, gençlerin ve Kürt politikacılarının da üzerine salıyor. AKP’nin ilk iktidara geldiği yıl olan 2002’de toplam 29 bin olan tutuklu ve hükümlü sayısı, Nisan 2011’de 120 bini geçti. Onlarcası gazeteci – yazar olmak üzere binlerce sosyalist ve devrimci ile Kürt politikacısı hapishanelere doldurulmuş durumda. “İleri demokrasi” masalı eşliğinde sürmekte olan bu siyasi baskıların ardında, kuşkusuz, burjuva iktidarın işçi sınıfı ve emekçiler karşısında duyduğu derin korku yatmaktadır. Dolayısıyla, AKP’nin, hiç umulmadık bir anda iş, ekmek ve özgürlük için sokağa dökülebilecek olan emekçileri yıldırmanın ve her türden devrimci öndelikten yoksun bırakmanın hesabı içinde olduğunu söyleyebiliriz.
Burjuva muhalefetin sefaleti
İktidara gelecek durumu olmadığını bilerek AKP ile yarışan burjuva muhalefet partileri, bir yandan Erdoğan ile giriştiği ağız dalaşında üstün çıkmaya çalışırken, aynı zamanda, başta Kürt sorunu olmak üzere hiçbir temel konuda somut çözümler üretememenin sıkıntısını yaşıyor.
Giderek derinleşen ekonomik sorunlar (işsizlik, gelir dağılımındaki derinleşen uçurum vb.) karşısında söyleyecek sözü olmayan CHP, Kılıçdaroğlu önderliğinde girdiği liberalleşme yolunda, AKP’nin ulusalcı alternatifi değil ama ağırbaşlı rakibi olduğunu ilan ediyor. Deniz Baykal’ın son dönemlerinde partide başlayan dönüşüm (ulusalcıların tasfiyesi) Kılıçdaroğlu ile ivme kazanırken, CHP, önceki seçimlerden farklı olarak işçi ve emekçi kitleler üzerindeki etkisini arttırıyor. Önümüzdeki seçimlerde oy oranlarında önemli bir artışın olacağı şimdiden kabul edilen CHP’nin söylemindeki “halkçı-emekten yana” cila kazındığında AKP ile aynı sınıfın partisi olduğu apaçık görülecektir. Bununla birlikte kaba ulusalcılıktan vazgeçerek küresel sermayenin güvenilebilir savunucusu olmaya soyunan CHP, Kürt sorununu, ekonomik kalkınma ve demokrasi / insan hakları üzerine kurmaya çalıştığı “yeni” söylemi içinde geçiştirmeye çabalıyor.
12 Haziran seçimlerine Meclis’teki ikinci büyük muhalefet partisi olarak giren MHP ise -beklendiği üzere- PKK / BDP karşıtı bir söylemle başlattığı seçim kampanyasında, enerjisinin önemli bölümünü adaylarının özel yaşamına ilişkin kasetlere ve AKP’ye yanıt vermeye ayırmak durumunda kaldı. 12 Eylül referandumunun ardından PKK’nin süren ateşkesinin de etkisiyle tabanını AKP, CHP ve BBP’ye kaptırdığı ifade edilen MHP, asıl olarak iktidar çevrelerinden yayılan “yüzde 10 barajını aşamaz” iddiasını büyük ölçüde boşa çıkartmış görünmesine karşın, hala tabanını AKP’ye kaptırmama çabası içinde. Seçime haftalar kala, MHP yöneticilerinin kasetlerinin basına servis edilmesi, hiç şüphesiz AKP’nin referandum sürecinden beri izlediği Türk milliyetçisi tabanı kazanma ve MHP’yi meclis dışına itme politikasıyla bir bütünlük arz ediyor.
Yalnız, 12 Haziran seçiminin hemen ardından kurulacak yeni mecliste, BDP’nin artması beklenen milletvekili sayısı ve CHP’nin Kürt sorunu meselesindeki yeni tutumuyla, yeni anayasa ve bölgenin silahsızlanması hatta genel af konusunda önemli adımların atılabileceği tespitlerini şimdiden yapmak durumundayız. Böylesi bir durumda burjuvazi, MHP’nin ve militan tabanının -kontrolünü daha kolay sağlayabileceği için- mecliste olmasını dışarıda olmasından daha fazla önemseyecektir.
Kimileri kısa süre önce iktidarda olan diğer burjuva partilerine gelince… Bunların yaklaşan genel seçimlerde ciddi bir varlık göstermesi beklenmiyor.
Kürt muhalefeti
Anımsanacağı gibi, BDP’nin eş başkanlarından Selahattin Demirtaş, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Genel Başkanı Ahmet Türk ile birlikte 23 Mart günü Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti’nde bir basın toplantısı düzenlemiş ve partisinin “sivil itaatsizlik” kararını açıklamıştı. Hükümeti, “Kürt sorunun çözümünde ön açıcı” dört talep konusunda somut adım atmaya çağıran Demirtaş, bunları, “ana dilde eğitim, siyasi tutuklukların serbest bırakılması, askeri ve siyasi operasyonlara son verilmesi ve yüzde 10 seçim barajının kaldırılması” olarak sıralamıştı.
BDP’nin, “bu dört talep konusunda hükümet somut bir adım atana kadar meydanlarda olacağız” çıkışının ardından, Kürtlerin yaşadığı çok sayıda ilde “demokratik çözüm çadırları” kuruldu. AKP hükümetinin bu “sivil itaatsizliğe” yanıtı, Kürtlerin üzerine polisi sürmek oldu. Polis, 24 Mart sabahı erken saatlerde, BDP’nin Batman’da kurduğu “demokratik çözüm çadırı”nı zorla kaldırdı ve çok sayıda BDP’liyi gözaltına aldı. Aynı gün, başta Diyarbakır olmak üzere birçok Kürt ilinde düzenlenen gösterilere polis saldırdı. BDP’nin bu saldırılara yanıtı, Diyarbakır, Şırnak, Silopi, Cizre, Nusaybin, Viranşehir, Bingöl/Karlıova, Van, Doğubayazıt, Muş/Bulanık ile İzmir ve Aydın’da yeni “demokratik çözüm çadırları” kurmak oldu. Bu çadırlarda ve etrafında toplanan binlerce Kürt, Arap ülkelerindeki kitle hareketlerinden esinlenerek, topluca, Kürtçe hutbelerin okunduğu Cuma namazları kılmaya başladı.
10 Nisan’da, BDP, seçimlere 39 ilden “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” (EDÖB) adı altında katılacak olan 64 bağımsız adayı destekleyeceğini açıkladı. Bu “bağımsız” adaylar arasında, burjuvasından işçisine, sağcı-muhafazakarından “sosyalist”ine kadar her renkten Kürt, Süryani ve Türk politikacı yer alıyordu (“eşit yurttaşlık” talep eden demokratik bir kitle hareketi için başka türlüsü de olamazdı). Bir hafta kadar sonra, 18 Nisan günü, Yüksek Seçim Kurulu (YSK), 7’si BDP’li, 12 bağımsız milletvekili adayının adaylıklarını, “milletvekili seçilme yeterliliğini etkileyecek eski mahkumiyetleri bulunduğu” gerekçesiyle iptal etti. Burjuva medyanın bütün kesimlerinin, hatta iktidar sözcülerinin sert bir şekilde eleştirdiği bu kararın ardından, BDP’nin adayları, “eksik evrakları tamamlamak için” mahkemelere başvurdu ve istenen belgeleri alarak YSK’ye iletti. YSK bağımsız adaylara ilişkin kararını, asıl olarak sokağa dökülen Kürt halkının etkisiyle, 21 Nisan günü “gözden geçirdi” ve Mehmet Hatip Dicle, Leyla Zana, Ertuğrul Kürkçü, Gülten Kışanak, Salih Yıldız ve Sebahat Tuncel’in seçime girebileceğini açıkladı.
“Her şey yolunda” havasının egemen olduğu birkaç günün ardından, 26 Nisan’da, askerler ile PKK gerillaları arasında Dersim’de yaşanan çatışmada 7 gerilla öldürüldü. Devletin bu saldırısı, PKK’nin daha önce almış olduğu “eylemsizlik” kararını 13 Haziran’a kadar uzatmasıyla desteklenen “yumuşama” sürecini etkilemedi. Gerillaların cenazelerine sahip çıkan Kürtlerin bu saldırıya yanıtı, 4 Mayıs’ta Diyarbakır’da hayatı durdurmak oldu. Demokratik Toplum Kongresi eş başkanlarından Aysel Tuğluk ise “operasyonların devam etmesi durumunda BDP’nin desteklediği bağımsız adayların seçimden çekilebileceğini” açıkladı.
Aynı gün, PKK’li bir grup gerillanın Erdoğan’ın Kastamonu’da düzenlediği miting sonrası gazetecileri taşıyan otobüse eskortluk yapan polis aracına saldırması ve bir polisi öldürmesi üzerine siyasi gündem yeniden gerildi. Başbakan Erdoğan saldırıyı kendisine karşı yapılmış gibi göstererek Türk şöven milliyetçiliği üzerinden pirim yapmaya çalışırken, MHP bilinen şöven milliyetçi tezlerini daha yüksek sesle ifade etmeye başladı. BDP eski eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, 6 Mayıs günü, “acı hepimizin acısı, ölümleri durdurmak hükümetin görevi” açıklamasını yaparak, Türk burjuva politikacılarının ve medyanın partisine yönelik baskısını azaltmaya çalıştı. Burjuva medyanın da saldırıyı “PKK içindeki kimi denetim dışı unsurlara” mal etmesinin ardından, konu gündemden düştü.
Öcalan’dan “ince ayar”
Bütün bunlar yaşanırken, PKK’nin İmralı’da hapiste olan lideri Abdullah Öcalan, 4 Mayıs günü avukatlarıyla yaptığı görüşmede, hem Türk hem de Kürt siyasetçilere uyarılarda bulundu. ANF’nin haberine göre, “Türkiye’de hukuk yok” diyen Öcalan, “Kürtlere yönelik büyük bir tasfiye durumu” olduğunu belirterek, “Kürt siyasetçilerin siyasi bir alan açamadığını” ve “tasfiye edildiklerini” vurguladı. Öcalan, durumu, “Seçimlere bir buçuk ay kala hükümetin mevcut tavrı sürerken benim ve heyetin yapabileceği fazla bir şey olmaz” sözleriyle özetleyerek, seçimle ve diğer konularla ilgili eleştirilerini seçim sonrasına bıraktığını ve seçim sonrasında bu konularda geniş açıklamalarda bulunacağını açıkladı.
Görüşmede, devletle “görüşmelere başlarken ‘ölümler, tutuklanmalar olmayacak’ diye anlaşmıştık. Ölüm de olmayacaktı, operasyonlar, tutuklanmalar da olmayacaktı, taş da atılmayacaktı” diyen Öcalan, bunlara uyulmadığını vurguladı ve “15 Haziran son tarihtir. 15 Haziran’dan sonra ya anlamlı bir müzakere dönemi başlar ya da büyük bir savaş başlar, kıyamet kopar. Her ikisi de çok büyük olur” dedi. Öcalan’ın bu sözleri, bir kesim medya tarafından, görüşmenin bütününden kopartılarak, bir “savaş tehdidi” olarak sunuldu. Oysa Öcalan, “bu tarz siyaseti ve gerillacılığı onaylamıyorum” sözleriyle, yalnızca hükümeti değil, BDP’nin yanı sıra gerillayı da eleştiriyor; Ortadoğu’ya yönelik kendi projelerinin AKP tarafından içi boşaltılarak hayata geçirilmeye çalışıldığını iddia ediyordu. [1]
Sivil İtaatsizlik mi; Meclis mi?
Öcalan’ın sözleri, özünde, bizim de sürekli vurguladığımız şu gerçeği ifade etmektedir: Burjuvazinin AKP eliyle sürdürdüğü küresel sermayeye açılım politikası ile BDP’nin “demokratik özerklik” projesi bir bütünün iki parçasıdır. Küresel sermaye Kürt illerinde Ankara’nın denetimi dışında rahatça at koşturmak istiyor; Ankara’daki Türk bürokrasisinin denetiminin azalması, bölgeye yapılacak yabancı yatırımlardan daha fazla pay almak isteyen Kürt burjuvazisinin de işine geliyor. Dahası, “açılım” adı altında sürdürülen bu projenin, başta Kuzey Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi olmak üzere Suriye’yi, Irak’ı, İran’ı ve Kafkasya’yı ilgilendiren bir de uluslararası / bölgesel boyutu bulunuyor. Bütün bunların gerçekleşebilmesi için de Kürt halkının bugüne kadar yok sayılan siyasal ve kültürel haklarının tanınması yoluyla, “toplumsal barışın sağlanması” gerekiyor.
Bu gerçek, en son, seçim çalışmalarını bağımsız aday olduğu Hakkari’de sürdüren BDP eski eş başkanı Selahattin Demirtaş tarafından, 9 Mayıs günü, hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmayacak biçimde ifade edildi: “Buradan Ankara’nın bürokrasisini aşmak neredeyse imkansız hale gelmiş. O yüzden biz diyoruz ki: İl genel meclislerine, bölge meclislerine yetki verilsin. Buradaki yatırımcı, buradaki işini, il genel meclisi ve bölge meclisi ile çözsün. Bu yüzden bizim önerdiğimiz demokratik özerklik yönetim modeli, aslında bütün bu sorunların çözümüdür. Her şey Ankara’dan yönetilemez. Türkiye, coğrafi ve nüfus olarak büyük bir ülke, tek bir merkezden tek bir başbakanla yönetilemez…. Kendi demokratik özerk yönetimlerimizi kuracağız, biz bu konuda ısrarcıyız. Anadilimizle kültürümüzle kendi topraklarımızda yaşayacağız. Bundan hiç kimse vazgeçmez. Onuru olan hiçbir halk, kendi dilinden, inancından ve kültüründen vazgeçmez. Şimdi şu okulda Kürtçe eğitim yapmak, bu köye zarar verir mi? Biz diyoruz ki: Bu çocuklar Türkçe de öğrensin ama kendi anadilinde eğitim yapacak. Bunun başka çaresi, başka yolu yok.” [2]
Demirtaş bunları söylüyor ama BDP’nin bu amaca ulaşmak için izleyeceği yol (kitlesel seferberlik / sivil itaatsizlik üzerinde yükselecek çatışmalı bir süreç mi; hükümetle ve Türk burjuva partileriyle uzlaşarak mı) henüz netleşmiş değil. Bununla birlikte, yukarıda özetlediğimiz seçim sürecine bakıldığında, BDP’nin, asıl olarak uzlaşmadan ve zamana yayılmış (yeni anayasa hazırlıkları çerçevesinde) yumuşak bir çözümden yana olduğu görülüyor. BDP, aynı öncülleri gibi, Kürt halkının taleplerini, kitlesel bir seferberlik dolayımıyla değil ama burjuva parlamenter alanda uzlaşmalar yoluyla karşılamayı seçmiştir. O, özgürlük ve eşitlik özlemiyle yanan Kürt kitlelerini bu sürecin öznesi olmaktan çıkartıp siyasi pazarlıkların kozu olarak kullanma için elinden geleni yapmaktadır.
BDP, 23 Mart günü, “ana dilde eğitim, siyasi tutuklukların serbest bırakılması, askeri ve siyasi operasyonlara son verilmesi ve yüzde 10 seçim barajının kaldırılması” talepleriyle bir sivil itaatsizlik başlatmıştı. Sivil itaatsizlik, “siyasi rejimin ya da yasaların değişmesi amacıyla aleni, şiddetsiz, vicdani ama aynı zamanda siyasi olan, yasa dışı bir eylem” [3] ya da “hukuk devleti düşüncesinin içerdiği üstün değerler uğruna, kamuya açık ve yasaya aykırı olarak gerçekleştirilen, bu sırada üçüncü kişilerin daha üstün bir hakkını çiğnemeyen, barışçıl bir protesto eylemi” [4] olarak tanımlanır. Bu çerçevede, BDP’nin “sivil itaatsizlik” ilanı, yukarıdaki dört talebin gerçekleşmesi için yüzünü Kürt kitlelere ve onların kitlesel eylemlerine dönmesi ve “sivil itaatsizliği” bu haklar elde edilene kadar süreceği anlamına geliyordu. Bildiğimiz gibi, hükümetin bu taleplere yanıtı kocaman bir “HAYIR!” oldu.
Buna karşın, anadilde eğitim ve yüzde 10 barajının kaldırılması yönündeki taleplerin açıkça reddedilmesi, Kürt siyasetçilere yönelik kitlesel tutuklamaların ve askeri operasyonların sürmesi BDP’yi bağımsız adaylarla seçime katılmaktan alıkoymadı. Ardından, BDP’nin İstanbul’daki bağımsız adaylarından Sırrı Süreyya Önder’e “Alsınlar Meclislerini ne yapıyorsa yapsınlar” dedirten YSK kararı geldi. Ama BDP’nin sonraki tutumu, onun “gerekirse seçimleri boykot ederiz” çıkışının, aslında YSK’yi kararını değiştirmeye zorlamayı amaçlayan boş bir tehdit olduğunu gösterdi.
Peki neden? BDP, neden, CHP’nin bile kaldırılması için somut adım atmaya kalkıştığı yüzde 10 barajıyla ve Kürtlere yönelik kapsamlı tutuklamalar sürerken (11 Mayıs tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir habere göre, 24 Mart – 10 Mayıs 2011 tarihleri arasında gözaltına alınan Kürtlerin sayısı 2 bini aştı) seçimlere katılmakta ısrar ediyor? Bu, Kürt burjuvazisinin, aynı Türk kardeşi gibi sinik ve korkak olmasından mı kaynaklanıyor? Sanmıyoruz.
BDP’nin Kürt halkı üzerindeki bütün baskılara karşın seçimlere katılmasının ve sivil itaatsizliği Kürtçe hutbelerin okunduğu kitlesel Cuma namazlarına indirgemesinin ardında yatan şey, Kürt burjuvazisinin bizzat Kürt emekçileri ve gençliği karşısında duyduğu derin korkudur. Onların bu korkusu Türk burjuvazisi ve devleti tarafından da paylaşılmaktadır. Ortadoğu’yu ve Kuzey Afrika’yı saran isyan dalgasının sıcak soluğunu ensesinde hisseden burjuvalar, işsizlik-yoksulluk-devlet terörü üçgeninde ezilen Kürt emekçilerinin ve gençliğinin sokağa dökülmesini önlemek için el ele vermiş, elinden geleni yapmaktadır. Özetle, AKP hükümeti ile BDP arasında var olan ve seçim meydanlarındaki sert suçlamaların zedeleyemediği “ittifak”ın ardında yatan şey, Türk ve Kürt burjuvalarının Kürt emekçileriyle gençliğinin denetim dışına çıkabilecek olası bir kitlesel seferberliğidir.
BDP’nin her ileri adım attığında iki adım geri çekilmesi, devletin tüm saldırılarına rağmen, sorunun gerçek çözüm adresi olan milyonlarca yoksul Kürt emekçisi ve gencinin kitle hareketine yüzünü dönmek yerine çözüm adresi olarak burjuva parlamentosunu göstermesi, Kürt hareketinin sınırlarının, onun önderliğinin sınıfsal karakteriyle belirlendiği gerçeğini göstermektedir. Kürt emekçilerinin ve gençliğinin devrimci potansiyelinin mevcut burjuva önderliğin çizdiği sınırlar içinde eritilmesini “sol”dan desteklemek, gerçekte Türkiye’de sosyalist devrim mücadelesinden vazgeçmek ya da hiç böyle bir perspektife sahip olmamak anlamına gelir. Türkiye solunda ayırt edilemeyen ya da bilinçli olarak çarpıtılan şey, Kürt halkına yönelik her türlü baskıya karşı çıkmak ve Kürt emekçilerinin çıkarlarını savunmakla, BDP’yi desteklemenin aynı anlama gelmediğidir.
Burjuvazinin gölgesinde “sosyalist” siyaset
1970’li yılları, bütün “devrimci” söylemlerine rağmen, asıl olarak CHP içinde politika yaparak ya da ona yedeklenerek geçiren küçük burjuva sosyalistleri, 1980’li yılların ortalarında Sosyal Demokrasi Partisi’ne (SODEP) umut bağlamış, bu partinin Halkçı Parti ile birleşerek Sosyal Demokrat Halkçı Parti’yi oluşturmasının ardından da büyük ölçüde bu partiye yedeklenmişti (geçerken, o yıllarda, Türkiyeli sosyalistlerin ezici çoğunluğunun Kürt hareketine “fazlasıyla uzak” olduğunu anımsatalım.)
Küçük burjuva sosyalistlerinin Türk milliyetçiliğiyle zehirlenmemiş kesimlerinin Kürt hareketine yedeklenmesi, 1990 yılında, SHP’den ayrılan 10 milletvekilinin Fehmi Işıklar başkanlığında Halkın Emek Partisi’ni (HEP) kurmasıyla başladı. HEP ile birlikte, bu sosyalistler için yeni bir “siyaset yapma” alanı doğmuş oldu. Kürt hareketinin yasal siyasi alandaki örgütlenmeleri olarak DEP’ten sonra kurulan ve her biri Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan Halkın Demokrasi Partisi (HADEP), Demokratik Halk Partisi (DEHAP) ve Demokratik Toplum Partisi (DTP), küçük burjuva sosyalistlerinin önemli bir bölümü için başlıca siyasi referans kaynağı olmayı sürdürdü. Bu süreçteki tek istisna, 1996 yılında farklı siyasi ve ideolojik pozisyonlara sahip “sol” grupların birleşmesiyle, Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP) kurulmasıydı. Yarattığı kısa süreli coşkuya karşın bir küçük burjuva sosyalistleri kulübü olmaktan öteye geçemeyen ÖDP, beklendiği üzere, birkaç yıl içinde parçalandı ve iyice küçülerek, “ana gövde”sini oluşturan Devrimci Yol geleneğinin elinde kaldı.
Türkiyeli sosyalistlerin, aralarında “Marksist / Troçkist” etiketlilerin de olduğu önemli bir bölümü, farklı isimler altında “blok”lar oluşturarak ve kimi kesintilerle neredeyse 20 yıldır sürdürdükleri Kürt hareketine eklemlenme pratiğini, şimdi, BDP’nin dümen suyunda sergiliyorlar. Bunu da, sözüm ona “proletarya enternasyonalizmi”, “işçi sınıfı ve Kürt halkının çıkarları” adına yaptıklarını iddia ediyorlar.
Engels, işçi sınıfına bütün diğer sınıflardan bağımsız bir siyasi program kazandırmak amacıyla Marx ile birlikte 163 yıl önce kaleme aldıkları Komünist Parti Manifestosu’nun 1888 tarihli İngilizce basımına yazdığı önsözde, “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” vurgusunu bir kez daha yapmıştı. Marx’ın I. Enternasyonal tüzüğünde ifade ettiği bilimsel sosyalizmin bu temel şiarı, Türkiyeli küçük burjuva sosyalistlerinin ağzında, uzunca süredir, “işçi sınıfının kurtuluşu Kürt halkının özgürlüğünden geçer!” halini almış durumda.
Türk milliyetçisi olmayan “sosyalist” sola damgasını vuran bu köklü eğilimin, küçük burjuva ulusalcı sol tarafından, zamandan ve mekandan bağımsız evrensel bir dogma haline getirilmiş olan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” (KKTH – Lenin’in sözleriyle, “her ulusun burjuvazisinin kendi devletini kurma hakkı”) talebiyle desteklendiğini biliyoruz. Ancak, Kürt siyasi önderliklerinin oluşturduğu seçim bloklarına katılım, bizzat Kürt önderliği “ulusal kurtuluş” programını uzun süre önce rafa kaldırmış olduğu için, “Kürt ulusunun KKTH” talebi ile açıklanamaz. Buna, olsa olsa, “demokratik halk cephesi” denebilir. 12 Haziran seçimleri öncesinde oluşturulmuş olan “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” (EDÖB) de, “demokrat” Kürt burjuvazisinin “sosyalist” Türk demokratlarını da dahil ederek oluşturduğu bir “demokrasi cephesi”dir.
Bu “demokratik cephe” içindeki tek gerçek siyasi güç olan BDP, ne kapitalizme ve ücretli emek sömürüsüne ne de emperyalizme karşıdır. Bunda da şaşılacak bir durum bulunmamaktadır. Kürt burjuvazisinin BDP’de temsil edilen kanadının “demokrasi ve özgürlük” derken kastettiği şey, Kürtlere yönelik baskılara sona verilmesidir. Bu talebin ekonomik arka planında da, bölgeye akacak küresel sermaye yatırımlarında daha fazla söz sahibi olmak (sömürüden daha büyük kırıntılar koparmak) ve Ankara’daki Türk bürokrasisinin bölgedeki etkisini azaltmak gibi sınıfsal çıkarlar yatıyor. Küresel sermaye yatırımlarının artması için de, öncelikle, bölgenin yeni koşullara uygun olarak “normalleşmesi” gerekiyor. BDP’nin, yerel meclislerin oluşturulması (sermaye akışını hızlandıracak bir “ademi merkeziyetçilik”), merkezi parlamentoda yeterince temsil (yüzde 10 barajının kaldırılması), barış ve genel af, ana dilde eğitim gibi talepleri, bu yüzden hem küresel sermaye hem de onun Türkiyeli taşeronları (TÜSİAD, MÜSİAD vb.) tarafından destekleniyor. Emperyalizm karşıtlığı ve “ulusal kurtuluş” söz konusu olduğunda mangalda kül bırakmayan küçük burjuva sosyalisti demokratlarımız ise bütün bunları göremiyorlar (!).
Öte yandan, Türk ve Kürt emekçilerini Kürt burjuvazisinin siyasi çıkarlarına yedekleyen “blok” politikasının, gerçekte, Türk burjuvazisinin bir kesiminin de taşeronu olduğu küresel (emperyalist) sermayenin çıkarlarına hizmet ettiği; BDP’nin “demokratik özerklik” programı ile küresel sermayenin siyasi taşeronu olan AKP’nin hesaplarının bu noktada çakıştığı her geçen gün daha fazla netleşiyor. Küresel gelişmelerin de katkısıyla patlaması sürekli ertelenen ekonomik krizle ve / veya Ortadoğu’da yaşanan kitlesel muhalefet hareketlerinin mevcut rejimleri devirmesiyle birlikte keskinleşecek olan sınıfsal çelişkilerin Türk ve Kürt burjuvalarını tek bir cephede toplayacağından kimsenin kuşkusu olmasın. O zaman, “üçüncü cephe” gibi hayali oluşumlar peşinde koşanlar da dahil, herkes, gerçekte, bir yanında Türk ve Kürt burjuvalarının diğer yanında ise Türk ve Kürt emekçilerinin yer aldığı iki cephenin olduğunu görecek. Bu cephenin uluslararası düzeyde bir emek – sermaye cephesinin parçası olup olmayacağı ise başta Marksistler olmak üzere, işçi sınıfının enternasyonalist devrimcilerinin her türden ulusalcılığa ve sınıf uzlaşmacılığına karşı mücadeledeki kararlılığına bağlı olacak.
İşçi sınıfını, burjuva liberal bir parti olan BDP’ye yedekleyen küçük burjuva sosyalistlerine bir kez daha anımsatalım: Onların samimi “demokratik” duygularla destekledikleri Kürt burjuvazisi, “Fırat’ın batısında”, TÜSİAD ve MÜSİAD gibi başka ve çok daha güçlü müttefiklere de sahip. Dahası, küresel sermayenin bu Türk ortakları, kimi taslaklarını kamuoyuna açıkladıkları anayasa taslaklarında, “Kürt halkının” taleplerini karşılıyorlar. Yıllardır Kürt partilerinin kuyruğunda politika yapan bu küçük burjuva sosyalistleri, Türkiye (Türk, Kürt, vb.) burjuvazisi, küresel sermayenin ve Kürt hareketinin taleplerini karşılayan işçi sınıfı düşmanı liberal anayasa taslaklarından birini referanduma sunduğunda, örneğin AKP ve BDP ile birlikte “evet” oyu kullanmaya hazır mı?
12 Haziran seçimleri ve Marksistler
Sermayenin ve burjuva siyasi iktidarların saldırıları karşısında yıllardır ağır hak kayıplarına uğrayan işçi sınıfı, 12 Haziran’da yapılacak olan genel seçimlerde, siyasi bir özne olarak yer almamaktadır. Dolayısıyla, hiç kimse kendisini kandırmasın: İşçi sınıfı, bu seçimlerde, kendi bağımsız siyasi iradesini sergileyemeyecek; şu ya da bu burjuva ve küçük burjuva partisine yedeklenecektir.
Bu durumun başlıca sorumlusu, işçi sınıfının 200 yılı aşkın tarihsel dönem içinde edinmiş olduğu uluslararası tarihsel deneyime ve bütün bu deneyimlerin bilimsel / Marksist çözümlemelerine dudak büken sözde “sosyalist” önderliklerdir. Aralarında Marksist / Troçkist olduğunu iddia edenlerin de yer aldığı bu önderlikler, işçi sınıfının biricik devrimci sınıf olduğu gerçeğine gözlerini kapatmış oldukları ve onun tek uluslararası devrimci önderliği olarak IV. Enternasyonal’in tarihsel rolüne güvenmedikleri için, her fırsatta, yüzlerini mülk sahibi sınıfların şu ya da bu kesimine dönmektedirler. Oysa tarih, sendikacılıktan gerillacılığa kadar onlarca biçim altında sergilenen bu yedeklenmenin, işçi sınıfına felaketten başka bir şey getirmediğinin örnekleriyle doludur.
Biz, işçi sınıfının, ideolojik, siyasi ve örgütsel olarak bütün diğer sınıflardan bağımsız siyasi önderliğinin olmadığı koşullarda, ne denli şatafatlı sözcüklerle ifade edilirse edilsin, başka sınıfların siyasi temsilcileriyle girişilen her türlü ittifakın, oluşturulan her türlü bloğun, devrim ve sosyalizm mücadelesinin önüne dikilmiş bir engel olduğunu düşünüyoruz.
Bilimsel sosyalist siyaset, yalnızca, işçi sınıfının tarihsel deneyimlerinden süzülmüş, kapitalizmin bilimsel çözümlemesi ve komünizm perspektifi üzerine kurulu Marksist bir siyasi programın cisimleşmiş ifadesi olan devrimci bir parti ile yapılabilir. Hiç kimse kendisini kandırmasın: Böylesi bir partinin olmadığı koşullarda söz konusu olan şey “ittifak”, “blok” ya da “cephe” oluşturma değil, yalnızca yedeklenme ya da “iltihak” anlamına gelir. Gerçek bir parti olmadan, “gerçek siyaset yapma” adına atılan her adım, bugüne kadarki bütün “blok” ya da “cephe” deneyimlerinde görüldüğü gibi, samimi Marksistlerin gerçek görevlerinden uzaklaşmasına; geleceğin Marksist devrimci kadrolarının bu sözde “ittifak”lar uğruna, liberal-demokrat burjuvazinin ve küçük burjuvazinin değirmenine su taşıma sürecinde eriyip gitmesidir. (Baştan sona burjuva siyasetine özgü yöntemlerinin egemen olduğu süreçlerde çok sayıda sosyalist işçinin ve gencin moral bozukluğu içinde hareketten uzaklaşmasına değinmeye gerek var mı?).
Bir kez daha vurgulanması gereken önemli bir nokta da, Marksistlerin / komünistlerin seçimlere ilkesel yaklaşımı meselesidir. Daha önce kurulan seçim bloklarında olduğu gibi, bu blokta da en son konuşulan şey “seçim programı”dır. İlkelerin ve tutarlılığın artık solda da ne yazık ki çok fazla anlam ifade etmediği gerçeğini de akılda tutarak, bu bloğun, özellikle “devrimci” ve “sosyalist” sol açısından hangi temelde oluşturulduğunu bir kez daha sormak gerekiyor. Kürt halkının dostları olduğunu iddia eden kimi çevreler, döneme özgü taktik talepler bir yana, ilkelerde önceki “blok”lardan hiçbir farklılığı olmamasına karşın, Kürt hareketinin taban gücünden beslenmeye çalışıp, bu olanak kesildiğinde (kendi adayları gösterilmediğinde) bloktan ayrılmakta bir sakınca görmüyorlar.
Kürt halkının diğer “dostları”, yani blokta yer almaya devam eden sosyalistler ise, “çözümün adresi burjuva parlamentosudur” biçimindeki geleneksel burjuva yalanına ortak olmakla kalmıyor; yıllardır savundukları devrim ve sosyalizm davasını, o parlamentoda koltuk kapma üzerine inşa ettikleri “Kürt halkıyla dayanışma” uğruna, liberal demokrat Kürt burjuvazisine yedeklenerek pervasızca terk edebiliyorlar.
Lenin’i dillerinden düşürmeyenlere bir kez daha hatırlatalım: Bolşevik Parti’nin ve sonrasında asıl olarak Komintern kararlarıyla vücut bulan Komünist Partilerin seçim çalışmalarının ana ekseni, parlamentoya her ne şekilde olursa olsun aday sokmak biçimindeki oportünizm üzerinde şekillenmiyordu. Marksistlerin seçim faaliyeti, kapitalizmin, burjuva devletinin, sermayenin “burjuva demokrasisi” adı altındaki diktatörlüğün teşhiri; işçi sınıfının uluslararası birliğinin ve diğer sınıflardan bağımsızlığının, dünya devrimi ve komünizm programının propagandasını içerir. Seçim faaliyeti, komünistlerin bu yönde sınıf içerisinde örgütlenmesine hizmet eder; dolayısıyla, seçimleri proleter devrim hedefine tabi kılar. Marksizmin seçimlere ilişkin bu ilkesel yaklaşımı, bu geleneğin mirasçısı olduğunu iddia edenlerce tamamen unutulmuş, onun yerini “demokrasi cephesi” olarak ifade edebileceğimiz ve liberal Kürt burjuvazinin programatik yönelişinin damgasını vurduğu ilkesiz bir “blok” almıştır.
12 Haziran’da yapılacak olan seçimlere katılan partilerin hiçbiri işçi sınıfının enternasyonalist devrimci taleplerini ifade etmemektedir. Bu yüzden, kendisini Marksist ya da işçi sınıfı devrimcisi olarak tanımlayan herkesi, 12 Haziran seçimlerinde Türk ve Kürt liberal demokrat burjuva partileri eliyle oynanmakta olan oyunu teşhir etmeye ve Marksist devrimci önderliği inşa mücadelesine katılmaya çağırıyoruz. Unutmayalım ki, Kürtlerin ve bütün diğer halkların insanlık ailesinin özgür ve eşit bileşenleri haline gelmesi, yalnızca özgür emekçilerin egemen olduğu; sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyada mümkündür.