İktidarın İstanbul’da başlatılan “yolsuzluk ve rüşvet soruşturması”na yönelik en iyi savunma saldırıdır tepkisi, Adli Kolluk Yönetmeliği’nde yapılan bir değişiklikle devam ediyor. Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren değişiklikle birlikte, polis “adli kolluk” sıfatıyla savcıların emri altında yaptığı operasyonları “mülki idare amirlere” haber vermekle yükümlü kılındı. Böylece, savcıların, iktidarın bilgisi -hatta izni- olmaksızın herhangi bir soruşturma yürütmesi mümkün olmayacak ki bu, yürütmenin yargı üzerindeki denetiminin daha da artması anlamına geliyor.
Anımsanacağı üzere, hükümet sözcüleri, iktidarın dört bakana uzanan “yolsuzluk ve rüşvet soruşturması”ndan haberdar edilmemiş olmasından son derece rahatsız olmuş; Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “İçişleri Bakanı’nın bu operasyonu televizyondan öğrenmesinden daha acı bir şey olabilir mi? Valinin, İstanbul Emniyet Müdürü’nün haberi olmadan operasyon yapılması ne demek oluyor?” demişti. Yine bilindiği üzere, AKP iktidarının sürece müdahalesi, gözaltıların ve aramaların başlamasından hemen sonra gerçekleşmiş, tüm Türkiye’de 50’ye yakın polis müdürü (aralarında İstanbul emniyet amiri ve yardımcıları da vardı) görevlerinden alınmış; soruşturmaya, “hükümet komiseri” izlenimi verecek şekilde ve yetkilerle, iki savcı daha atanmıştı.
Hükümetin soruşturmaya yönelik tepkisinin bütünüyle savunma refleksini ifade ettiği konusunda neredeyse hiç kimsenin kuşkusu yok. Bununla birlikte, hükümet, söz konusu soruşturmaya müdahale etmekle de yetinmiyor. Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, hükümet sözcüleri, birbiri ardına, hükümete karşı “uluslararası komplo”, “faiz lobisi”, “devletin içine sızmış odaklar”, “paralel devlet” vb. masalı anlatmaya devam ediyorlar.
Hükümetin soruşturmaya yönelik tepkisi, Başbakan Erdoğan’ın 21 Aralık Cumartesi günü Ordu’nun Fatsa İlçesi’nde yaptığı konuşmayla birlikte, genel olarak muhalefete yönelik açık bir tehdit haline geldi. Erdoğan, yargıyı, “Siz de öyle tertemiz değilsiniz. Bizim de bildiklerimiz var” ve muhalif medyayı, “Boşuna oynuyorsunuz. Siz kaybedersiniz siz… Yalanlarla iftiralarla iktidarı yıpratmaya çalışıyorsunuz.” sözleriyle tehdit etti. “Yolsuzluk ve rüşvet soruşturması”na yapılan açık müdahalelerin ardından gelen bu sözlerin anlamı, “tamam biz temiz değiliz ama siz de kirlisiniz; üstümüze gelirseniz bunları ortaya sereceğiz”dir.
Yalnızca derin kriz içindeki perspektifsiz kitleleri (ki bu, Türkiye’de eksikliği aranmayan bir durum) etkileyebilecek olan bütün bu gürültücü hamasi açıklamaların amacı, kamuoyunun dikkatini dağıtmak ve soruşturmanın (“yolsuzluk ve rüşvet”in) kendisinin tartışılmasını engellemektir.
ABD’ye “rest”
Ama hükümet kanadından gelen “hedef şaşırtıcı” açıklamalar, beklendiği üzere, Türkiye ile sınırlı kalmadı. Erdoğan, yine 21 Aralık’ta, partisinin Samsun’da düzenlendiği mitingte, “yeni Türkiye’yi hazmedemeyen karanlık ittifaklar” biçiminde adlandırdığı şeyin merkezini, bir kez daha isim anmadan, ABD ve Batı olarak gösterdi. O, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Frances Ricciardone’ye yönelik olarak, “Büyükelçiler bazı provokatif eylemlerin içine giriyorlar. Onlara sesleniyorum: İşinizi yapın. Biz sizleri ülkemizde tutmaya da mecbur değiliz. Eğer sizin ülkenizdeki büyükelçilerimiz de bu tür oyunların içine giriyorlarsa bize haber verin; siz göndermeyin, biz [görevden] alırız.” dedi.
Hızını alamayıp ABD büyükelçisine de seslenen AKP Genel Başkan Yardımcısı Süleyman Soylu, “… yine kendisine şunu hatırlatmak isterim; yakın tarihte Amerika dünyanın her noktasında, Vietnam dahil, Afganistan dahil, Irak dahil, hatta Mısır’da girdiği kumpas dahil, yapmış olduğu rezilliklerin hâlâ tarihsel nemi kurumamıştır. Bütün bunlara bakacağına, Türkiye’nin iç meseleleriyle uğraşmasını biz bu milletin evlâtları olarak kabul etmeyiz. Buradan açık bir şekilde söylemek isterim ki her büyükelçi bulunduğu ülkenin misafiridir ve o kurallara göre hareket etmekle mükelleftir, haddini bilmesi gerekir” ifadelerini kullandı.
ABD büyükelçisine dönük böylesi ifadelerin ve ABD’yi onu geri çağırmaya davet eden sözlerin dış ilişkilerde yol açabileceği etki, Ricciardone’nin hakkında basında çıkan haberleri yalanlayan twitinin ardından, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik tarafından, yine twitter üzerinden “hafifletilmeye” çalışıldı: “ABD elçisi ile ilgili bazı gazetelerde çıkan haberleri, elçilik yalanladı. Beyana itibar etmek durumundayız.”
İktidarın sözcülüğünü yapan kimi gazeteler, 17 Aralık’ta “yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” sonrasında AB Büyükelçileri ile biraraya gelen Ricciardone’nin, “Halkbank’ın İran’la ilişkilerinin kesilmesini istedik. Dinlemediler. Bir imparatorluğun çöküşünü izliyorsunuz” dediğini iddia etmişlerdi. Bu haberin, çaresizlik içinde “yolsuzluk ve rüşvet” soruşturmasının üzerini örtmeye çalışan AKP yönetimine, Batı (ABD ve İsrail) merkezli bir “faiz lobisi”nin “uluslararası komplo”su demagojisine sarılma fırsatı sunması, onun hükümet çevrelerinin haberi olmadan yapılıp yapılmamış olduğu üzerine büyük bir soru işareti koymaktadır.
AKP iktidarının yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasına müdahalesinin edindiği boyut ve yönetici seçkinlerin artan hırçınlığı, egemenlerin ekonomik ve siyasi olarak hem uluslararası hem de ulusal düzeyde köşeye sıkışmakta olduğunun ifadesidir. Bu sıkışmışlık, AKP iktidarını, ayağının altındaki zemin sarsılan bütün egemenlerin yaptığı gibi, milliyetçi ve mezhepçi, ulusalcı söylemlerle desteklenen “dış odaklar” hayaletine sarılmaya zorlamaktadır. Ama hepsi bu değil!
Baskı ve yasaklar artacak
AKP iktidarına başından beri damgasını vuran ve özellikle son dönemde, onun liberal savunucularını şaşkınlığa sürükleyecek kadar hızlı bir şekilde açığa çıkan otoriter eğilimler giderek artacak; toplumsal muhalefet üzerindeki baskılar yoğunlaşacaktır.
Kamuoyu İstanbul’daki yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasıyla ilgilenirken, AKP, TBMM’ye, “internet ortamında işlenen suçlara ilişkin erişimin engellenmesine” yönelik yeni düzenlemeler önerdi. AKP Milletvekili Zeynep Karahan Uslu tarafından TBMM Başkanlığı’na sunulan yasa teklifine göre, bir Erişim Sağlayıcıları Birliği kurulacak ve ona üye olmayan internet servis sağlayıcıları faaliyette bulunamayacak. Yine, teklife göre, “yer sağlayıcılar, yer sağladığı hukuka aykırı içerikten haberdar edilmesi halinde, içeriği yayından çıkarmakla; yer sağladığı hizmetlere ilişkin trafik bilgilerini bir yıldan az ve iki yıldan fazla olmamak üzere yönetmelikte belirlenecek süre kadar saklamakla ve bu bilgilerin doğruluğunu, bütünlüğünü ve gizliliğini sağlamakla yükümlü olacak.”
Bu, iktidar çevrelerinin uzun süredir rahatsız olduğu “sosyal medya” üzerindeki denetimin daha da yoğunlaşmasına ve sözde “anayasal hak” olarak kabul edilen haberleşme özgürlüğünün ortadan kaldırılmasına yönelik bir adımdır.
Geçtiğimiz hafta sonu basında yer alan haberler, 11 yıllık iktidar döneminde kurumsallaştırmış olduğu dinleme ve gözetlemelerle devleti yurttaşların “yatak odası”na kadar sokmuş olan AKP iktidarının haberleşme özgürlüğüne müdahale alanındaki sicilini ortaya koyuyordu. Bu haberlere göre, Google’ın Ocak 2013’ten Haziran 2013’e kadar dünya genelinden toplamda 3486 içerik silme talebi almış ve bu taleplerin neredeyse yarısı (1673’ü) Türkiye’den gelmiş. Rapor’da yer alan bilgilerden en önemlisi, Türkiye’den gelen içerik silme taleplerinin, bir önceki altı aya göre yaklaşık 10 kat artmış olması.
Bu, egemenlerin “demokrasi” söyleminin ikiyüzlülüğünün ve artan diktatörlük özlemlerinin yalın bir ifadesidir. Özetle, AKP iktidarı, küresel mali krizde herhangi bir iyileşme beklentisinin olmadığı bir ortamda ve Ortadoğu’da yaşanmakta olan son derece önemli değişimlerin basıncı altında, hızla duvara doğru koşuyor.
Burjuva muhalefet
Bütün bunlar yaşanırken, kendileri de gırtlaklarına kadar yolsuzluğa batmış olan muhalefetteki burjuva partileri ve sendikalar olmak üzere, resmi muhalefet, susmayı ya da AKP karşıtlığıyla sınırlı açıklamalarla ve etkisiz eylemlerle yetinmeyi tercih ediyor.
Onlar, emekçi kitlelerin AKP iktidarında cisimleşen ve akıl almaz boyutlara ulaşan yolsuzluklara ve baskılara karşı harekete geçmesini istemiyorlar. Çünkü onlar, AKP ile “aynı gemide” olduklarının farkındalar.
Bütün bu müflis yapılar, şimdi, işçi sınıfını ve gençliği, “AKP karşıtlığı” adına, sicili mevcut iktidar partisinden daha “temiz” olmayan CHP’ye yedeklemeye çalışıyorlar. Bu arada, yaklaşan yerel seçimler için mülk sahibi sınıfların -başta MHP olmak üzere- kendisinden daha sağdaki siyasi temsilcileri ile “güç birliği” oluşturduğunu ilan eden CHP, yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasıyla iyice köşeye sıkışmış durumdaki iktidara, “sağduyulu” istifa çağrıları yapmakla yetiniyor. Özetle, burjuva muhalefet, herhangi bir siyasi kriz yaşanmasını istemiyor.
Kürt burjuva partisi BDP’ye gelince; o, Gezi eylemleri sürecindeki tavrına benzer şekilde, hükümetle karşı karşıya gelmekten çekiniyor. 18 Aralık günü medyada yeralan haberlere göre, yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarının gerçekleştiği günün hemen ertesinde TBMM Genel Kurulu’nda konuşan BDP Diyarbakır Milletvekili Nursel Aydoğan AKP’nin , “çözüm süreci”ndeki rolüne atıfta bulunarak, hükümetin “mağdur” edildiğini savundu: “… bu operasyonların arkasında da çözüm sürecini sabote etmek vardır. Evet, net söylüyorum: Hükümetin gücünü azaltmak istiyorlar, Hükümeti farklı şeylerle muhatap haline getirip çözüm sürecinde daha dik durmasını, çözüm sürecinin arkasında durmasını engellemeye çalışıyorlar. Biz bunu anlamayacak kadar apolitik değiliz, biz bunları çözmeyecek kadar politikanın, siyasetin uzağında değiliz; bütün bunları çok iyi anlıyoruz. Hükümetin içerisine sokulmak istenen durumu da çok iyi anlıyoruz, çok iyi biliyoruz ama başaramayacaklar.”
Mülk sahibi sınıfların muhalif kesimlerinin ve onların siyasi temsilcilerinin bu vurgun ve yağma sistemine (dolayısıyla yolsuzluk ve rüşvete) karşı çıkışları, herhangi bir ilkesel tavrın ifadesi değildir, olamaz da. Onların tek itirazı, söz konusu yağmadan yeterince ya da hiç pay alamıyor olmalarıdır. Onların en “ileri görüşlü” olanları, 11 yıllık AKP iktidarı altında kurumsallaşmış olan dost-ahbap kapitalizminin sürdürülebilir olmadığını görüyorlar ve sorunu, derinleşen uluslararası ve ulusal kriz ortamında bir bütün olarak düzeni tehdit edebilecek bir toplumsal harekete yol açmadan çözmeye çalışıyorlar.
Çürüyen, iktidar değil sistemdir
11 yıllık AKP iktidarı altında artık kurumsallaşmış olan ve “dost-ahbap kapitalizmi” olarak tanımlayabileceğimiz işleyişin, her zaman varolan yolsuzluklara ve rüşvete akıl almaz boyut kazandırdığı, hiç kimse için sır değil. Dahası, geçtiğimiz hafta içinde yaşananlar, halkın zaten bildiği bir gerçeği; “yolsuzluk ve rüşvet” virüsünün yalnızca AKP iktidarını değil ama mevcut siyasi sistemin bütün kurumlarını sarmış olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Burjuva muhalefet partilerinin “yolsuzluk ve rüşvet soruşturması” karşısındaki tavrı ve emekçi kitleleri “AKP ne pahasına olursa olsun gitmeli” anlayışı çerçevesinde ana muhalefet partisine yedekleme yönündeki çabalar, işçilere ve gençlere yolsuzlukların altında yatan gerçek nedenlerin anlatılmasının ne denli önemli olduğunu gösteriyor.
Kapitalist sistemin ayrılmaz parçası olan yolsuzlukların ve rüşvetin, toplumsal servetin işçi sınıfından alınarak büyük bir hızla küçük bir vurguncular grubuna aktarıldığı 11 yıllık dizginsiz liberalleşme sürecinde arttığı doğrudur. Ama bu dönemde iktidarda olan AKP, söz konusu sürecin nedeni değil, uygulayıcısıdır. Bu dönemde, yozlaşmış bürokratların ve siyaset seçkinlerinin ceplerine indirdikleriyle karşılaştırılamayacak kadar büyük bir servetin kapitalistlere aktarılmış olduğu unutulmamalıdır (AKP, bu yüzden, kurulduğu günden beri uluslararası bankaların ve tekellerin gözbebeği oldu).
Öte yandan, Ortadoğu’da ardı ardına gelen başarısız politikaları eşliğinde Batı ittifakından uzaklaşma sinyalleri vermeye başlayan AKP, Washington, Londra, Paris ve Berlin’deki yöneticiler tarafından, giderek “kullanışsız” hale geliyor. AKP iktidarının bölgedeki emperyalist çıkarlara zarar verebilecek eğilimler sergilediğini düşünmeye başlayan Batılı güçler, Türkiye’deki toplumsal karşı-devrimi daha “başarılı” şekilde sürdürürken Ortadoğu’daki gözden geçirilmiş emperyalist yağma politikalarına hizmet edecek yeni bir iktidar arayışı içindeler.
Dolayısıyla, “AKP’siz Türkiye” demek yetmez. Büyük bankaların ve şirketlerin -AKP’nin hızla “uyumsuz” hale geldiği- yağma ve sömürü planlarını gerçekleştirmeye hazırlanan burjuva muhalefete yedeklenmemek için, bu iktidara, onu yaratan kar ve sömürü sistemiyle birlikte son vermek gerekiyor.
Bunu başarabilecek, tek toplumsal güç işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, bütün bu “pislik”lere, onlara eşlik eden toplumsal eşitsizliğe ve baskılara karşı başarıyla mücadele edebilmek için, kapitalizmi ortadan kaldırmayı hedefleyen enternasyonalist devrimci bir perspektife, siyasi programa ve örgütlenmeye sahip olmalı.