“Gülen Hareketi” (“cemaat”) ile AKP iktidarı arasındaki gerilim, iç siyaset gündemini haftalardır meşgul eden dershanelerin “kapatılması” tartışmalarının ardından, önceki gün (17 Aralık, Salı) İstanbul’da gerçekleşen kapsamlı operasyon ile birlikte açık çatışmaya dönüştü.
İstanbul Emniyeti’ne bağlı Organize Suçlarla Mücadele ve Mali Şube Müdürlüğü ekipleri tarafından düzenlenen yolsuzluk ve rüşvet operasyonunda 51 şüphelinin ifadeleri alınıyor. Gözaltına alınanlar arasında, kabinedeki üç ayrı bakanın oğulları, Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan ve iş adamları Ali Ağaoğlu ile Reza Zarrab’ın yanı sıra çok sayıda üst düzey bürokrat bulunuyor.
Hükümet sözcüleri, söz konusu operasyonun AKP-“cemaat” çatışması olduğu iddialarını reddediyor. Bununla birlikte, Başbakan Erdoğan’ın, operasyonun başladığı gün Konya’da yaptığı konuşmada sergilediği tavır, hükümetin bu operasyonu “cemaatin” hükümete yönelik bir komplosu olarak algıladığını gözler önüne serdi. Erdoğan, “Hiçbir tehdide boyun eğmeyeceğiz. Kendilerine güveniyorlarsa, 30 Martta seçim var; milletle görüşsünler… Operasyona kalkışan karşısında bizi bulur” dedi.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Salih Kapusuz ise İstanbul’daki operasyonun ardından yaptığı açıklamada daha açık sözlüydü: O,”içeride ve dışarıdaki bu şer odakları ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar milli iradeye boyun eğdiremeyecekler. Askeri vesayete, bürokratik vesayete, yargı vesayetine, dış güçlere ve çetelere bugüne kadar boyun eğmedik bundan sonra da eğmeyeceğiz. AK Parti gücünü ne karanlık çevrelerden ne okyanus ötesinden ne de kirli ittifaklardan almaktadır. Birileri boşuna ellerini ovuşturmasın.” dedi.
Önceki gün gerçekleşen “yolsuzluk ve rüşvet operasyonu”ndan bir gün önce, 16 Aralık Pazartesi günü, AKP milletvekili eski futbolcu Hakan Şükür partisinden istifa etmiş; bu istifa, “Gülen Hareketi”nin Erdoğan’a “son uyarısı” olarak yorumlanmıştı.
Şükür, “beklenmedik” istifasına ilişkin yazılı açıklamasında, “dersane tartışması”na gönderme yapıyor ve kendisinin de içinde bulunduğu çevrenin (“Gülen Hareketi”ni kastediyor) “KCK yapılanmasına benzetilmesi ve özür dilenmek bir yana bu açıklamalara Sayın Başbakan ve parti yönetimi tarafından bir tepki verilmemesi vicdanımı derinden yaralamıştır.” diyordu. Şükür’ü “üzen” bir diğer konu, “dost bildiği pek çok çevrenin bu ‘cemaati bitirme’ korosuna gönüllü ya da baskıyla katılmış olduklarını veya hiç ses çıkarmadıklarını görmesi” idi.
Hakan Şükür, elbette, ne istifa kararını tek başına almış, ne de bu yazılı açıklamayı kendi başına yazmıştı. Bunu bilen Başbakan Erdoğan, Şükür’ün istifası karşısında, “tehditlere boyun eğmeyiz” diyerek geri adım atmamış ve Şükür’ü, “eğer dürüst ise parlamentodan, milletvekilliğinden de istifa etmeye” çağırmıştı.
Soruşturmaya “müdahale”
Dört bakanı (ki bunlardan birinin Reza Zarrap’tan 1,5 milyon dolar rüşvet alırken çekilmiş videosunun olduğu iddia ediliyor) yolsuzluk ve rüşvet operasyonuna dahil edilmiş olan AKP iktidarının kimi sözcüleri “hukuksal sürece müdahale edilemez; bekleyip görelim” türü açıklamalar yaparken, hükümet, yolsuzluk ve rüşvet operasyonuna müdahale etmeye başladı bile.
Erdoğan’ın operasyonun başladığı gün sergilediği “kararlılık” gösterisinin hemen ardından, yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun gerçekleştiği İstanbul’da, önce beş emniyet müdürü görevden alındı. Operasyonun ilk günü gerçekleşen bu “görevden almaları”, dün, aralarında il emniyet müdürü Hüseyin Çapkın’ın 2 yardımcısının da olduğu toplam altı üst düzey polis görevlisinin “tasfiyesi” ile dün gece, Ankara’da 18 polis müdürünün görevden alınması izledi. Böylece, operasyonun ilk iki gününde, 29 emniyet müdürü görevlerinden alınmış oldu.
Hükümet sözcüleri bu “görevden almalar”ın nedeninin, söz konusu polis şefleri hakkında “görevi kötüye kullanmaktan soruşturma açılması” olduğunu söylediler. Oysa asıl neden, onların, bizzat içişleri bakanının oğluna kadar uzanan böylesi kapsamlı bir operasyondan haberdar olamaması, dolayısıyla hükümeti bilgilendirememesidir.
Operasyon ile ilgili bir diğer gelişme, onun başındaki İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekili Zekeriya Öz (Eski Ergenekon savcısı) ve ona bağlı olarak görev yapan savcı Celal Kara ile birlikte çalışmak üzere, iki cumhuriyet savcısı daha görevlendirilmesi oldu. Hükümet sözcüleri, bu görevlendirmelerin “soruşturmaların kapsamı” göz önünde bulundurularak gerçekleştiğini ve bir “müdahale” anlamına gelmediğini vurguladılar.
Hükümetin açıklamaları
Hükümet sözcüsü Bülent Arınç, AKP’nin kurmaylarının dün öğleden sonra gerçekleştirdiği olağanüstü toplantının ardından düzenlediği basın toplantısında, hükümetin görüşlerini açıkladı. Önce sürece ilişkin teknik bilgileri aktaran Arınç, bilinen “yumuşak” üslubuyla, hükümetin “yargı sürecinin her zaman arkasında olacağını” vurguladı: “Adli soruşturma sürüyor… Yolsuzluklarla, yoksullukla ve yasaklarla mücadele etmeye kararlıyız… Yolsuzluktan yana tavır almamızı hiç kimse beklemesin… Bu yargı süreci büyük bir süratle sonuçlanmalıdır. Yargı sürecine her zaman yardımcı olacağız.”
Arınç, bu genel geçer sözlerin ardından, asıl siyasi mesajlarını verdi ve bu operasyonda “siyasi maksat olabilir mi?” sorusunu sordu. Arınç kendi sorusunu kendisi yanıtladı: “Bu meseleye bu noktadan bakmaya hakkımız var. Bazı kişilerin bu noktaya geleceği aylardır medyada yazılıyordu. Biz şimdi farkına varıyoruz. İki-üç gün önce şunlar bunlar tutuklanacak, kasetler ortaya çıkacak vb. iddialarda bulunuldu. Biz farkına varmamıştık; çünkü iyi niyetliydik.”
Arınç’ın bu konuda söyledikleri, AKP’nin ve Gülen Hareketi’nin devlet içinde tasfiye ettiği ulusalcıların yıllar önce söylediklerinin tekrarıydı: “Bu kadar farklı isimlerin bir araya getirilmesinin amacı ne? Bir yıl önce başlamış bir operasyonu (dinlemeler altı ay önce bitmişti) bugün yapmanın amacı ne?… Birbiriyle ilişkisiz kişiler neden bir araya getiriliyor. Neden ‘gel’ deyince gelecek kişilerin evleri basılıyor.” vb. vb…
Konuşmasını, “Şube müdürünün başlattığı operasyondan daire başkanı, emniyet müdürü habersiz… İçişleri bakanının oğlunun gözaltına alınmasını basından öğrenmesi mümkün mü? Amirlerine bilgi vermemesi mümkün mü?” diyerek sürdüren Arınç, AKP iktidarının “Psikolojik harp benzeri bir operasyonla karşı karşıya” olduğunu vurguladı. “Amaç hükümeti kamuoyu nezdinde yıpratmak” diyen Arınç, iktidarın buna sessiz kalmayacağının da işaretini verdi: “Bu işi yapanları en kısa zamanda bulacağız. Devlet içinde yuvalanmış illegal yapıları açığa çıkartacağız.”
“Son uyarı”
Hükümet sözcüleri Gülen Hareketi’nin adını açıkça anmaz ve bu konuda sorulan soruları geçiştirirken, “cemaat”in yanıtı gecikmedi. Gülen Hareketi’nin “sözcü”lerinden Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil, dün yaptığı açıklamada, “Emniyet ve yargıya cemaat müdahalesi söylemleri davaları itibarsızlaştırmak için çıkarılıyor. 50 yıllık hizmet hareketi hakkında bugüne kadar ortaya çıkarılmış bir suç unsuru yok” dedi.
Yine basında yer alan haberlere göre, Zaman gazetesi yazarı ve “cemaat”in bir diğer “sözcüsü” Hüseyin Gülerce de attığı twitlerde, “Bu operasyon, devlet operasyonudur. Hangi devlet diye sormak yerine Gezi olaylarından beri olan bitene bakılsın” demiş ama bu tivitleri silmiş. Gülerce, Hakan Şükür’ün istifasını da hükümete yönelik ‘belki de son uyarı’ olarak nitelemişti.
“Uluslararası komplo”
Başbakan Erdoğan, Arınç’ın açıklamalarından iki saat sonra, Macaristan Başbakanı ile yaptığı basın toplantısı sonrasında kısa ama net konuştu. İstanbul’daki yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasını “çok kirli bir operasyon” olarak tanımlayan Erdoğan, onun “uluslararası boyut” taşıdığına dikkat çekti: “Biz dünyayı hallaç pamuğu gibi atarken, koştururken, birileri Türkiye’yi nasıl durdururuz kaygısı içindeydi. Bunların iç uzantıları da var. Gezi parkı olaylarının ardından, (şimdi) yeni bir adım attılar. Bunlar, devletin içinde devlet olma anlayışındaki çetelerdir.”
Sözlerini, “Uluslararası odakların Türkiye uzantılarını; bu örgütlenmeyi kesinlikle meydana çıkartacağız. Babamızın oğlu olsa dinlemeyiz.” şeklinde sürdüren Erdoğan, “bunlara alışık” olduklarını ve “28 Şubatın değişik bir versiyonu”nun uygulandığını belirterek, “Gereğini yapacağız.” dedi.
Burjuva muhalefet partilerinin operasyona yönelik tepkisi, söz konusu bakanların istifasını ve soruşturmanın sonuna kadar götürülmesini talep etmek oldu. CHP ile MHP’nin hükümete yönelik saldırgan diline katılmayan BDP ise operasyonu desteklediğini açıkladı ve operasyonun bir “temiz eller operasyonu”na dönüştürülmesini istedi.
Derinleşen kriz ve dağılma dinamikleri
Önceki gün İstanbul’da başlayan “yolsuzluk ve rüşvet soruşturması”, Gülen Hareketi ile AKP iktidarı arasında uzun süredir yaşanmakta olan çelişkilerin ulaşmış olduğu düzeyi ifade etmektedir. Daha önce Mavi Marmara, MİT krizi, 3. köprüye verilen isim, Gezi Parkı süreci, öğrenci evleri, içki yasakları gibi birçok konuda hükümet ile ters düşmüş olan “Gülen Hareketi”nin, AKP iktidarının dış politikada sergilediği Batı’dan uzaklaşma eğilimine eleştirel yaklaştığı da biliniyor.
Batı yönelimli küreselleşmeci bir İslami akım olarak biçimlenen Gülen Hareketi, Türkiye ekonomisinin küresel sermayeye açılmasına olanak sağlayan kapsamlı yasal değişikliklerin yapıldığı ve devlet içindeki ulusalcı odakların temizlendiği yıllarda (kabaca, ikinci iktidar döneminin sonlarına kadar) AKP’nin en sıkı destekleyicisiydi. Ama bu destek, AKP’nin 2008 krizi sonrasında AB pazarının daralması sonucunda “Doğu”ya ve iç piyasayı canlandırmaya yönelmesiyle; bunu yaparken de Sünni İslamcı ideolojiyle desteklenen “Batı karşıtı” ve “ulusalcı” bir söylem geliştirmesiyle birlikte, hızla azalmaya başlamıştı. Bugün yaşananlar, “Cemaat” ile iktidar arasındaki çelişkilerin “uzaklaşma” süreci olmaktan çıkıp açık çatışmaya dönüştüğünün ifadesidir.
Belirtmek gerekir ki AKP ile Gülen Hareketi arasındaki çatışma, kimi medya uzmanlarının ve politikacıların izlenimci tespitlerinin tersine, basit bir “güç mücadelesi” ya da “rant kavgası” ile sınırlı değildir. Yani, önceki gün başlatılan operasyonun gerçek anlamı, Hakan Şükür’ün istifasıyla hızlanan AKP – “Gülen Hareketi” çatışması çerçevesinde kavranamaz.
Bu çatışmanın arkasında, 2008 mali krizi sonrasındaki ilk iki yılı piyasalardaki bol dolar ve avro sayesinde “atlatmış” görünen Türkiye ekonomisinin, AB’nin ardından Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki pazarlarının da hızla daralması yatmaktadır. AKP iktidarının ilk iki yılı boyunca bütünüyle ihracata -ve de ithalata- bağımlı hale gelmiş olan Türkiye ekonomisi gerçek bir çöküşün eşiğindedir. AKP iktidarının özellikle son iki yıl içinde geliştirdiği “çılgın” projeler ve artık gerçek bir tehdit haline gelmiş olan kredi borçları, onun bu çöküşü erteleme çabasının ürünüydü ama bu “önlem”in de onu yakınlaştırmaktan başka bir işe yaramadığı görülüyor.
Küresel krizin bir uzantısı olarak Türkiye ekonomisinde yaşanan gerilimlerin siyaset kurumuna yansımaması mümkün değildi. Nitekim, kapitalist sistemin içsel çelişkileri, AKP’nin artan “ulusalcı” eğilimleriyle birlikte, öncelikle iktidar bloğunda bir çatışmaya yol açtı.
Öte yandan, iktidarı sarsan bu çelişkiler onunla sınırlı değil ve istisnasız bütün burjuva siyaset kurumunu sarmış durumda. Başta parlamentodakiler olmak üzere bütün burjuva partileri, istifaların ve “transferlerin” eşlik ettiği iç hesaplaşmalarla sarsılıyor. Bu süreç, daha da keskinleşecek çatışmalar eşliğinde sürecek ve burjuva siyaset kurumunda önemli kırılmalara yol açacaktır.
İktidarın daha da sertleşme sinyalleri verdiği bu süreç, aynı zamanda, işçi sınıfının bağımsız bir sosyalist perspektifle müdahale edemediği koşullarda, rejimin daha da otoriterleşmesi anlamına gelecek; bunun asıl “fatura”sını da bizzat işçiler ve sosyalistler ödeyeceklerdir.
Özetle, bu operasyonu “cemaat” ile AKP arasındaki bir “hesaplaşma”dan çok, kriz içindeki kapitalist sistemin uluslararası ve bölgesel dinamiklerinin Türkiye’deki siyasi bir uzantısı olarak ele almak gerekiyor. Bu yapılmadığında, işçi sınıfının siyaset kurumunda önümüzdeki dönemde yaşanacak daha sert çatışmalarda ve kırılmalarda bağımsız sosyalist bir yönelim sergilemesi mümkün olmayacak; onun, burjuvazinin şu ya da bu kesimine yedeklenmesinin önü açılacaktır.