“Gülen Hareketi” ile iktidar arasındaki kopuşun ekonomik temelleri

“Gülen hareketi” ile AKP iktidarı arasında aylardır yaşanan gerilim, AKP milletvekili Hakan Şükür’ün 16 Aralık Pazartesi günü partisinden istifa etmesi ve ertesi sabah erken saatlerde İstanbul’da gerçekleşen “rüşvet ve yolsuzluk” operasyonu ile birlikte yeni bir boyut kazandı.

Kabinedeki üç bakanın oğullarının, Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın, kimi üst düzey bürokratların ve iş adamlarının gözaltına alındığı İstanbul’daki operasyonun ardından, İstanbul Borsası yüzde 5’in üzerinde düşüş yaşarken, Başbakan Erdoğan, Konya’da yaptığı konuşmada, “Hiçbir tehdide boyun eğmeyeceğiz. Kendilerine güveniyorlarsa, 30 Martta seçim var; milletle görüşsünler… Operasyona kalkışan karşısında bizi bulur” dedi. Bu açıklamayı izleyen birkaç gün içinde, İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın ve 29 üst düzey emniyet görevlisi görevden alındı.

Şimdi, medyada, Şükür’ün istifasının, “yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun”, “Gülen hareketi” ile iktidar arasında uzun süredir varolan “güç savaşı”nın bir parçası olduğuna ilişkin yorumlar yapılıyor. İktidara yakın kimi medya yorumcuları, bu son gelişmeleri, KCK davasından tutuklu BDP’li milletvekillerinin serbest bırakılmaması ve Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile yapılan petrol ve doğalgaz anlaşması gibi diğer gelişmelerle ve uluslararası / bölgesel dinamiklerle birlikte ele alıyor. Onlar, uluslararası boyutu olan AKP karşıtı bir “operasyon”a işaret ediyorlar.

Bilindiği üzere “Gülen hareketi”, son yıllarda hükümetin iç ve dış politikada attığı kimi adımlara eleştirel yaklaşıyor; KCK davaları, Mavi Marmara baskını, 3. köprüye verilen isim, Gezi süreci, öğrenci evleri, içki yasakları gibi birçok konuda hükümet ile ters düşüyordu. “Gülen hareketi”, AKP iktidarının İran, Suriye ve Mısır politikalarını da eleştirmişti.

“Gülen hareketi” ile AKP hükümeti arasında uzunca süredir bir rant ve güç kavgasının yaşandığına ilişkin yorumlarda kısmen haklılık payı olduğunu, kuşkusuz, hiç kimse reddedemez. Fakat bütün meseleyi, Gülen hareketi ile AKP arasındaki güç kavgası olarak okuyan izlenimci değerlendirmeler, içinden geçtiğimiz ekonomik ve siyasi krizlerle dolu dönemin AKP iktidarı üzerinde yarattığı değişimi ve bu değişimin olası sonuçlarını ifade etmekten uzaktır. Medyada yer alan bu izlenimci değerlendirmelerle sınırlı kalındığında, Türkiye ekonomisini küresel sermayeye uyarlama çabası içinde AKP’nin yanında olan ve içeride ordudan üniversitelere ve yargıya kadar ulusalcıların tasfiyesine desteğini esirgemeyen Gülen hareketinin neden hükümet ile karşı karşıya geldiğinin gerçek nedeni anlaşılamaz.

“Gülen hareketi”: Küreselleşmeci İslam

“Gülen hareketi”nin, ekonomik ve siyasi olarak içe kapanmanın geçtiğimiz yüzyılda savaşlara ve yıkıma yol açtığı tespitleri eşliğinde, iktisadi ve siyasi anlamda küreselleşmenin yeni bir ahlak algısıyla geliştirilmesini savunduğunu biliyoruz. “Barışçıl” kapitalist sömürüye onay veren ve Medeniyetler İttifakı olarak adlandırılan sürecin organik parçası olan Gülen hareketi, küreselleşmenin “hoşgörü ve ahlaki” temellerinden yola çıkarak dünyanın “evrensel insan hakları” ile yeniden düzenlenmesi gerektiğini savunuyor.[1]

“Gülen hareketi”nin küreselleşme sürecine yaklaşımını, eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu şöyle ifade etmişti:

“İslam dünyasının önemli bir kısmı aslında probleminin modernite veya modernleşme ile olmadığını, ideolojik modernizm veya sekülerizm ile olduğunu fark etti. Burada, modernleşme ile modernizm veya sekülerleşme ile sekülerizm bağlamında yaptığımız kavramsal ayırımı küreselleşme konusunda da yapmamız gerektiği kanaatindeyim. Globalizme karşı çıkabilirsiniz, çünkü o bir ideoloji içerebilir; ama globalleşmeye (küreselleşmeye) karşı çıkamazsınız, çünkü o kendinizi içinde bulduğunuz bir olgudur. Hem içinde olup hem karşı çıkmak anlamlı ve tutarlı bir duruş değildir.” [2]

Ulusötesi şirketleri, okulları ve basın yayın araçları ile küresel ekonominin ve küresel siyasetin önemli aktörlerinden biri olan “Gülen hareketi”, özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında “terörizme bulaşmamış İslamcı hareket” olarak, başta ABD olmak üzere Batılı egemenler için tercih edilen bir örgütlenme haline geldi. O, küresel sisteme uyarlanmış “İslami” sermayenin Türkiyeli egemen sınıflar içinde etkili bir konum edinmesine de bütün gücüyle katkı sundu. Gülen hareketi, Türkiye’deki “İslami” sermayenin uluslararası ilişkiler geliştirmesine katkıda bulunurken, küresel şirketlerin “barışçıl bir biçimde” yerleşmesi için, Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Afrika’da ve Asya’da önemli görevler üstlendi.

Küreselleşmeci dalga ve AKP iktidarı

Milli Görüş hareketinin ulusalcı programından kopan AKP kadrolarını bütünüyle küreselleşmeci bir yapılanma olan “Gülen hareketi” ile sıkı bir ittifaka sürükleyen temel etmen, onun küresel sermayeye uyarlanma konusunda attığı adımlardı.

Bilindiği üzere, 12 Eylül darbesi ile başlayıp Özal ile devam eden fakat 90’ların başlarında duraklayan küreselleşmeci eğilim, Kemal Derviş’in yapısal uyum programları ile zincirlerinden boşalmıştı. Dünya ekonomisinin 90’lı yılların durağan çizgisinden uzaklaşıp büyüme eğilimi sergilediği bir dönemde, Irak’ın ABD tarafından işgali öncesinde iktidara gelen AKP, kendisinden önceki koalisyon hükümetinin liberalleşme programının en kararlı sürdürücüsüydü.

Türkiye ekonomisini küreselleşme sürecine uyarlayan yasaları ardı ardına çıkartan AKP iktidarı, yeni bir yasal çerçeve içinde özelleştirmeleri hızlandırdı, kamu hizmetlerini büyük ölçüde piyasaya açtı. Rakamlarla ifade edersek, 1986-2003 yıllarında arasında yaklaşık 8 milyar dolar olan özelleştirme gelirleri, 2003-2012 yıllarında 36,2 milyar dolara ulaştı. Yine, bu özelleştirme gelirlerinin katkısıyla, GSYH içinde kamu borcu oranı 2002-2012 yılları arasında yüzde 28’ten yüzde 13’e geriledi; bütçe açığı da 2002-2012 yılları arasındaki yüzde 10’dan yüzde 3’ün altına gerileyerek AB-Maastricht kriterlerini yakaladı.[3]

Bu süreçte, AB ile ilişkiler 2004 yılında yeniden başladı; bu vesileyle yabancı yatırımların önündeki hukuki engeller kaldırıldı ve birbiri ardına serbest ticaret bölgeleri açıldı. Kapsamlı bir liberalleşme dalgası sonucunda, Cumhuriyetin kuruluşundan 2002 yılına kadar 15,1 milyar dolar olan doğrudan yabancı yatırımlar, AKP iktidarının ilk 10 yılında 124,8 milyar dolara ulaştı. Benzer bir şekilde, ihracat gelirleri de arttı ve 2002 yılında 36 milyar ABD doları olan ihracat, 2012 yılı sonunda 153 milyar ABD dolarına yükseldi. Türkiye’nin Ortadoğu, Afrika, Uzakdoğu ve Latin Amerika’ya yönelik ticareti genişlerken, 2002-2007 arası dönemde yaklaşık yüzde 7 oranında büyüyen Türkiye ekonomisi, küresel malî krizin etkili olduğu 2008 ve 2009 yılını dışarıda bırakırsak, büyümeyi sürdürdü; 2010 ve 2011 yılında tarihi büyüme oralarına ulaştı.[4]

AKP iktidarının yüzünü Doğu’ya dönmesi

2002-2007 yılları arasında Türkiye ekonomisinin küresel kapitalizm ile entegrasyon konusunda önemli adımlar attığına değindik. Bununla birlikte, Gülen hareketi ile AKP iktidarı arasıdaki işbirliğinin iyice yoğunlaştığı bu dönem, 2008 ekonomik kriziyle birlikte yeni bir sürece girdi.

ABD’de başlayan 2008 ekonomik krizi Avrupa Birliği (AB) ülkelerini vurmaya başladığında, Türkiye’nin bu ülkelere olan ihracatında daralma yaşandı. Kriz içindeki AB, AKP için tercih edilir bir birlik olmaktan uzaklaşmaya başladı. Önceki yıllarda dış ticaret ve yatırım konusunda Batı ile Doğu arasında ayrım yapmayan AKP iktidarı, Batı’da artan krize bağlı olarak, yüzünü her zamankinden çok doğuya dönmek zorunda kaldı. AKP’nin ekonomik zorunluluklarla; iç tüketime ve ithalata dayalı bir büyümenin olumsuz sonuçlarından kurtulmak için yüzüne doğuya dönmesi, onun baskıcı-totaliter rejimlerle işbirliği biçimini almış ve siyasi anlamda da Batı’dan kopuşun belirtileri ortaya çıkmaya başlamıştı. Bununla birlikte, Doğu’daki baskıcı rejimlere sözkonusu yönelim, gönüllü bir tercihten çok, küresel ekonomik dayatmaların ürünüydü.

İçeride ulusalcılara yönelik tasfiye girişimi Gülen Hareketi’nin desteğiyle sürerken, Kürt meselesinin çözümü yönündeki adımlar Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılımını hızlandırdı. Mısır’da Mübarek ile varılan ticari anlaşmalar, Suriye’de Esad ile ortak bakanlar kurulu toplantıları, Kaddafi ile inşaat yatırımları, Barzani ile kurulan ticari işbirliği, amborgoya rağmen Ahmedinejad ile geliştirilen iyi ilişkiler; bunların hepsi, Batı’da derinleşen ekonomik krizin AKP iktidarının dış politikası üzerindeki etkileriydi.

AKP iktidarını Ortadoğu’ya ve Afrika’ya iten ve kısa süreli de olsa bölgede etkin hale getiren ekonomik kriz, kısa süre sonra aynı bölgedelerde yol açtığı siyasi altüst oluşlarla, AKP iktidarının etki alanının daralmasına yol açtı.

AKP’nin ezberi bozuldu

Ekonomik kriz, 2011’de, “gecikerek” de olsa Tunus üzerinden Kuzey Afrika’yı sardı bütün Ortadoğu’yu bir alt-üst oluşa sürükledi. Kapitalizmin krizi, ekonomileri AB’ye endeksli Arap ülkelerinde yoksulluğu arttırmış ve diktatörlere duyulan öfkeyi kitlesel eylemlere dönüştürmüştü. Türkiye gibi ülkeler aracılığıyla dünya kapitalizminin parçası olma yönünde önemli adımlar atan bu ülkeler ekonomik ve siyasi bir krizin ortasında kalırken, on yıllık AKP iktidarı altında onlarla geliştirilen “iyi ilişkiler” kısa sürede parçalandı.

Suriye, Mısır, Irak hatta İran gibi ülkelerle ekonomik ve siyasi ilişkilerini derinleştirmiş olan AKP iktidarı, halk hareketleri ve emperyalist müdahaleler sonucunda bu bölgelerde ortaya çıkan yeni gelişmelere uyarlanmakta zorlandı. Libya’da NATO’yu eleştirip sonrasında işgalin parçası olan AKP iktidarı benzeri gel-gitleri Mısır’da yaşadı. AKP iktidarı, uzun süre Ankara’nın önemli bir ticaret ortağı olan Mübarek’e, ancak onun iktidarı bırakma kararını açıklamasının ardından “gitmelisin” dedi. Mısır’da Mübarek sonrasında Mursi ile geliştirilen sıkı işbirliği de ordunun darbesi sonrasında bozuldu.

Suriye ile 2005 yılından itibaren önemli ticari antlaşmaların altına imza atmış olan AKP iktidarı, 2011 yılı baharında Esad ile ilişkileri kesti; ABD ve Batılı müttefiklerinin başlattığı vekil savaşının parçası oldu. Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) ve El Kaide’nin başlıca bölgesel destekçisi haline gelen Ankara, Suriye’de yaşanan mezhepsel kan banyosunun sorumluluğunu paylaşmaktadır. Suriye’ye askeri müdahale yönünde azami çaba gösteren AKP iktidarı, Britanya’nın ve ABD’nin ÖSO’ya verilen ekonomik ve askeri desteği kestiğini açıklamasının ardından, Suriye’deki radikal İslamcıların neredeyse tek destekçisi olarak kaldı. El Kaide bağlantılı güçlere verilen “destek”, Türkiye’nin tıpkı Mısır meselesinde olduğu gibi, ABD ve Batı ile ilişkilerini zora sokmaya devam edecek.

Suriye meselesi üzeriden İran ile arası kötüleşen Türkiye’nin, Irak ile ilişkileri de benzer dinamikler eliyle bozulmuş durumda. ABD ise Bağdat ile Ankara’nın, gerek Suriye gerekse Barzani ile ilişkileri nedeniyle yaşadığı gerilimden rahatsız. AKP iktidarı Müslüman Kardeşler üzerinden bölgede kurmaya çalıştığı hegemonyayı, Irak’ta her ikisi de Sünni olan Haşimi ve Barzani ile denedi. Bu da Türkiye’nin Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile yaptığı petrol anlaşmasıyla birlikte, bölgede yeni gerilimlerin kapısını araladı. Sonuçta, Ankara, bölgede büyük ölçüde yalnızlaştı.

“Değerli yalnızlaşma”

Türkiye ekonomisi, 2008 krizi sonrasında AB ve ABD tarafından küresel piyasalara sürülen milyarlarca dolar ve avro sayesinde, 2010 ve 2011 yıllarında rekor büyüme oranlarına ulaşmıştı. Erdoğan’a “kriz teğet geçti” lafını ettiren bu gelişmenin ardında, kredilere (borçlanmaya) dayalı iç tüketimdeki artış ile AKP iktidarının Ortadoğu ve Afrika’da artan siyasi ve ticari hegemonyası yatmaktaydı. Bu süreç çok uzun sürmedi.

İktidarların halk hareketleri ve emperyalist müdahaleler sonucunda devrildiği ülkelerle önceki on yıl boyunca geliştirilmiş olan ekonomik ve siyasi anlaşmalar bir gecede ortadan kalktı. Milyarlarca dolarlık dış ticaretin ve yatırımların “heba olması” ile birlikte, Ankara’nın bölgedeki ekonomik ve siyasi hegemonyasında da yolun sonuna gelindi. AB’ye ihracatın düştüğü bir dönemde Ortadoğu ve Afrika’da yaşanan yalnızlaşma, AKP iktidarını içeride devlet müdahalelerine yönelmeye zorlayan dinamikleri hızlandırdı. Bu gelişmeler Türkiye ekonomisinin yüzde 2,2 büyüdüğü 2012 yılında iyice açığa çıktı. O yıl, bir önceki yıla göre yaklaşık yüzde 75 küçülen Türkiye ekonomisi, iç tüketime dayalı devlet destekli büyümenin “sıcak limanında” yüzmeye devam etmek zorunda kalacaktı.

Artan devlet müdahalesi

Kentsel dönüşümün ve çılgın projelerin 2012 yılında gündeme gelmesi, AKP’nin, küresel krizin basıncı altında büyüme oranlarında aynı yıl yaşanan düşüşe tepki olarak, ekonomiye devlet müdahalesine ve bir tür içe dönüşe yönelmesini ifade etmektedir.

İnşaata ve ranta dayalı bu projeler, durma noktasına gelen ekonomiyi canlandırmayı planlamaktadır. Istanbul’a üçüncü köprü, üçüncü havaalanı ve “Kanal Istanbul” projeleri de aynı amaca yöneliktir. Finansman sorunu kamu ve özel bankalar eliyle çözülmeye çalışılan bu “çılgın” projeler, özel sektör yatırımı olmaktan ziyade AKP iktidarının kamu kaynaklarını şirketlere aktarması olarak ele alınmalıdır.

AKP iktidarı teşvik programları ve “çılgın” projeler eliyle kamu kaynaklarını şirketlere altın tepside sunarken, 2013 yılında özel sektör yatırımlarının büyümeye katkısı neredeyse sıfıra yakın olarak seyrediyor; GSYH’nın yüzde 70’i kredilerle desteklenen özel tüketimden karşılanıyor.

Bununla birlikte, AKP iktidarı, BDDK ve MB’nin kredilere -sınırlayıcı- müdahalesiyle, farklı bir sürece evrilmektedir. Bir yandan durgunluğa karşı iç tüketimin artması için kredilere ihtiyaç duyan AKP hükümeti, diğer yandan kredi büyümesinin enflasyon ve cari açık gibi olumsuzluklara sebep olacağı endişesiyle sınırlayıcı-müdahaleci adımlar atmak zorunda kalıyor.

Kredilerdeki bu gerilim, Amerika Merkez Bankası’nın (FED) kısa vadede para politikasında genişlememe kararı öncesinde bir önlem olarak da okunabilir. FED’in kararına bağlı olarak kurda yaşanacak olası yükselmeler, patroların dolar ve avro üzerinden aldıkları borçlarını ödemekte zorlanacağı bir sürecin habercisidir. Yine, özel sektörün sabit sermaye yatırımlarından uzaklaştığı, kapasite kullanım oranlarının tam kapasitenin altında seyrettiği bir dönemde dış ticarette ve iç tüketimde yaşanan daralmalar da yaklaşan krizin kuluçka evresi olarak değerlendirilebilir.

İç politikada sertleşme

Kriz dönemlerinde, ulusalcı programların saklandıkları çekmecelerden çıkartıldığını biliyoruz. Kriz dönemlerinde sermayenin küresel piyasalarda rekabet edemeyen kesimlerinin ihtiyaç duyduğu devlet desteği daha baskın hale gelir. Türkiye’de, yerli üretimin teşvik edilmesi, yerli otomobil, faizsiz bankacılık, ihalelerde yerli firmalara tanınan avantajlar vb. uygulamalar, ekonomide çok sık konuşulan başlıklar haline gelmeye başladı ve bu bir rastlantı değil. Benzer bir şekilde, nükleer santrallar, termik satrallar ve HES’ler ulusalcı enerji projeksiyonun tipik bir ifadesi olmayı sürdürüyor.[5]

Tarihte sıkça karşılaştığımız üzere, patronların kriz ortamında ulusal korumacı taleplerinin siyasi karşılığı otoriter rejimlerdir. Dolayısıyla, AKP iktidarının Başbakan Tayyip Erdoğan’da cisimleşen otoriter reflekslerini bu minvalde değerlendirmek gerekiyor.

Toplumsal yaşamın hızla Sünni İslam’a göre yeniden yapılandırılması, kadının toplumsal yaşamdan kopartılarak eve hapsedilmesini amaçlayan gerici düzenlemeler, kürtajın yasaklaması yönünde atılan adımlar, LGBT bireylere yönelik artan saldırılar, öğrenci evleri tartışması, içki yasakları gibi düzenlemeler vb. ulusalcı gericiliğin en önemli örnekleridir.

İktidarının ilk 5-6 yılında, hızlı ekonomik büyüme sayesinde ekonomik liberalleşme ile siyasi liberalleşmeyi eş zamanlı sürdüren AKP iktidarı, son bir-iki yıldır, hem ekonomik hem de siyasi liberalizasyonu çöpe atmış durumda.

Gülen hareketi ile çatışma

AKP’nin ekonomik ve siyasi anlamda Batı kapitalizminden (küresel sermayeden) uzaklaştığı tespitini yapan; bunu da ABD ve AB ile ilişkiler, Suriye, NATO, Şanghay İşbirliği Örgütü, Rusya ve Çin ile ilişkiler üzerinden okuyan Gülen hareketi ile AKP arasındaki ideolojik kopuş, hızla siyasi boyut kazanmış durumda.

Belirtmek gerekiyor ki iktidar ile Gülen hareketini karşı karşıya getiren temel dinamik, AKP’de canlanan ulusalcı eğilimdir. AKP’nin Sünni İslam ile Milli Görüş’ü ulusal ekonomide yeniden bir araya getirme eğilimi, Gülen hareketininin “İslam’ın evrensel vizyonu” ile bütünleşmiş küreselleşmeci tespitlerinin dışında seyrediyor. Önceki yıllarda Mavi Marmara, MİT krizi, Gezi olayları gibi gelişmelerde kendisini göstermiş olan gerilimler bugün bir kez daha ve daha keskin biçimde ortaya çıkmaktadır.

Özetle, küreselleşmeci İslamcı bir hareket olarak biçimlenen Gülen hareketi, AKP’nin son yıllarda Milli Görüş’ün ulusalcı programına dönmeye başladığı tespitinden hareketle, onunla karşı karşıya gelmiştir. Yinelersek, Gülen Hareketi ile AKP arasındaki gerilimlerin altında, kapitalizmin, Türkiye’deki burjuva siyaset kurumunu bütünüyle yeniden yapılanmaya zorlayan içsel dinamikleri yatmaktadır.

Söz konusu yeniden yapılanmanın işçi sınıfı üzerindeki kaçınılmaz etkilerini öngörebilmek ve onu, önümüzdeki siyasi alt-üst oluşlara hazırlamak gerekiyor. Bunun için, söz konusu gelişmelerin altında yatan uluslararası temel ekonomik dinamikleri işçi sınıfının ve Marksist hareketin uluslararası tarihsel deneyimleri ile bütünleştiren; en önemlisi de, merkezinde işçi sınıfının ve sosyalizm mücadelesinin yer aldığı devrimci bir perspektif geliştirmek gerekiyor. Tersi durumda, işçi sınıfı, küçük-burjuva siyasi önderlikler dolayımıyla, burjuva siyaset kurumu içindeki kamplardan birine yedeklenmekten kurtulamayacaktır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir