Kadınlara karşı dünya genelinde uygulanan erkek egemen politikalar, geride bıraktığımız 2010 yılını kadın cinayetleri, tecavüzler ve cinsiyetçi uygulamalarla anmamıza sebep oldu. Türkiye’nin kadın cinayetleri istatistikleri korkunç boyutlara ulaşmış bulunuyor. Hemen her gün basına yansıyan en az bir kadın cinayeti haberi okuduk. Yapılan araştırmalara göre, her gün 5 kadın öldürülüyor. Sadece yedi yılda işlenen kadın cinayetleri yüzde 1400 artmış durumda. Kadınlar emeklerinin ve bedenlerinin her gün kendilerinden çalındığı bir dünyada üretmeye ve yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar.
Kadın cinayetleri son bulmuyor
Geçtiğimiz yıl içinde 285 kadın babaları, eşleri, kardeşleri ya da sevgilileri tarafından katledildi. Bu cinayetlerin bahanesi çoğu kez aynı sözcüklerle anlatıldı: ‘Namus yüzünden’ ya da ‘kıskandığım için’. Birçok kadın katili, ne olduğu belirsiz “tahrik indirimi”nden faydalandı. Gerçekte erkek egemen sistemin zavallılığını ifade eden “tahrik indirimi”nin unsurları, değerlendirilmesi ve takdir yetkisi, elbette, hakime ait. Her ne kadar Türk Ceza Kanunu, kadına karşı işlenen suçları ilk üç bölümünde cezalandırsa da, uygulamada, hakimlerin neredeyse tamamı, “ağır tahrik indirimi”ni erkek egemen anlayışla yorumluyorlar.
2010 Kasım ayından çarpıcı bir örnek. Eşinin cinsel ilişki teklifini kabul etmeyen Ö.Y. öldürüldü. Katil koca Ü.Y. Kocaeli 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. Sonuçta, hakim, Ü.Y. hakkında “haksız tahrik indirimi” uygulayarak 24 yıl hapis ve 440 TL adli para cezası verdi. Bu ülkede bir hakim, evli bir kadının cinsel ilişkiyi reddetmesini “ağır tahrik” olarak algılayabilmektedir.
Ceza kanunundaki bir diğer önemli boşluk, ‘iyi hal indirimi’ adı verilen durumdur. Hakimlerin değerlendirmesine bağlı olarak suçu azaltan sebeplerden birisi olan iyi hal indirimi, geçtiğimiz günlerde sona eren 7 yıllık utanç davasında bir kez daha karşımıza çıktı. 13 yaşındaki bir çocuğa tecavüz eden, devletin kurumlarında ve önemli mevkilerde çalışan 26 kişi Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından en alt sınırdan cezalandırıldı. Nedeni de, 26 tecavüzcünün oldukça iyi niyetli olmasıydı!
Ayrıca alınan kararda İstanbul Adli Tıp Kurumu 4. İhtisas Kurulu’nun, mağdur N.Ç. hakkında verdiği rapor da etkili olmuştu. Akıl alacak gibi değil ama bu raporu hazırlayanlara göre 13 yaşındaki N.Ç. yapılan eylemin ahlaksızlığının farkındaydı ve buna karşı koyabilecek gücü de vardı! O kendi isteğiyle para kazanmak için bu işe devam etmişti(!) Öte yandan, tecavüzcülere iyi hal indirimi uygulayan hakimler, N.Ç.’yi pazarlayan iki kadını, iyi hal indiriminden yararlandırmadı ve cezalarını 9 yılla kesinleştirdi. Neden mi? Çok basit! Bu iki kadın zaten ‘ahlaksız’dı. Böylece Türkiye’deki hukuk bir kez daha tecavüz eden erkeği koruyor; tecavüze uğrayan çocuğu ise hayatı boyunca hiç unutamayacağı bir suçla mahkum ediyordu. Öyle görünüyor ki, Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi, elinden gelse, defalarca tecavüze uğrayan bir çocuğu cezalandıracaktı.
Düzenin kadına layık gördüğü insanlık dışı uygulamaların bir diğer örneği, Ayşe Paşalı cinayetidir. Ayrıldığı eşinden şiddet gördüğü ve onun tarafından tehdit edildiği için devletten koruma isteyen Ayşe Paşalı, “ileri demokrasi”nin simgesi hukukumuza göre, koruma talebinin karşılanması için gerekli koşullara sahip değildi. Sıkı durun! Devlet, kadını, ancak evli ise koruyor (evli kadınların nasıl korunduğunu da çok iyi biliyoruz). Oysa Paşalı, eski eşinden sürekli tehditler alıyordu. Sonuçta, Ayşe Paşalı adına bir türlü çıkarılmayan koruma kararı, eski koca İstikbal Yetkin’e zaman kazandırdı. Yetkin, bu süre içinde Paşalı’yı öldürmek ve en az cezayı almak için gerekli araştırmayı yaptı, ardından da, 2010 Aralık ayında Paşalı’yı katledildi. Bu arada İstikbal Yetkin’in davası 20 Ocak 2011 günü Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı. Yetkin, savunmasında, işlediği cinayeti itiraf ederken, gerekçesini, “namus” olarak açıkladı. (Sahi, bu toplumda, “namus” adına benzeri cinayetleri işlemeye hazır kaç milyon erkek var?)
Peki, sonra ne oldu? Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, olayın hemen ertesi günü basına yasalarımızda bir eksiklik olmadığını ve olayın münferit olduğunu ifade etti.
Olayın ne denli “münferit” olduğunu, onun üzerinden bir ay dahi geçmeden, İstanbul’da Arzu Yıldırım, eski sevgilisi tarafından öldürülmesinde gördük. Yıldırım da aynı şekilde koruma talebinde bulunmuştu. Israrla vurguluyoruz ki kadın cinayetleri münferit değil, sistematik olaylardır ve mevcut yasalar ile onları uygulayan yargıçlar tarafından teşvik edilmektedir. En önemlisi de bu sistematik cinayetlerin ve kadına yönelik diğer şiddet eylemlerinin, özünde siyasi – ideolojik olaylar olmasıdır. Bu cinayetler, kadının bedeni ve emeği üzerinde egemenler tarafından yıllarca üretilen ve uygulanan politikaların sonucudur. Kadının gerçek katili özel mülkiyet üzerine kurulu sınıflı toplum düzenidir.
KESK’te taciz
Geçtiğimiz dönemde sol örgütlerin ve feminist aktivistlerin uzun süre tartıştığı bir diğer konu da KESK’te yaşanan cinsel taciz idi. Hatırlanacağı üzere, KESK Genel Merkezi’ndeki bir kadın çalışan, Genel Sekreter Emirali Şimşek tarafından birden fazla kez cinsel şiddete maruz bırakıldığını KESK’in MYK’sına beyan etti. MYK ise bu taciz olayının üstü örttü.
Bunun üzerine, iki kadın çalışan olayı yargıya taşıdı. Ancak yargıya intikal eden olayın ardından, tacize uğrayan bu kadın emekçiler tehditler almaya başladılar ve şikayetlerini geri çekmek zorunda kaldılar. İnanması güç ama bütün bunlar kendisine “sol” ve “kadınların dostu” diyen bir kurumda, diğer adıyla KESK’te yaşandı! Peki, solun genel tavrı ne oldu? Her zaman ki gibi “kol kırılır yen içinde kalır” tavrı!
Olay ulusal basına taşındı. Birçok köşe yazarı konu üzerine yazdılar. KESK’te aktif olarak mücadele yürüten pek çok “sol” örgüt olayın KESK’i karalama kampanyasına dönüştüğünü savunurken, bazıları daha ileri gidip, olayın tamamen bu amaçla ortaya çıkarıldığını iddia ettiler. Taciz konusunda kadının beyanını esas almayan KESK Kadın Sekreterliği ise yaptığı basın açıklamasında, yaşananların, tamamen KESK’in ahlaki ve politik değerlerine karşı bir saldırı olduğunu ifade etti. Bu “Kadın Sekreterliği”ne göre, kadının beyanının esas alınması ‘yargısız infaz’dı. İşin daha kötü yanı, KESK üyesi kadınlardan hiçbir ciddi tepkinin gelmemesiydi. Zaman içinde unutulmaya terk edilen bu olay, KESK yönetimince üstü kapatılan bir taciz olayı olarak belleğimizde yerini aldı.
Hamile öğrenciye polis şiddeti
Gündemde uzun süre tartışılan bir diğer olay da 4 Aralık Cumartesi günü Başbakan Erdoğan’ın Dolmabahçe’de rektörlerle yaptığı toplantı sırasında yaşanan polis şiddetiydi. Başbakan Erdoğan’ın rektörlerle görüşmesini protesto eden öğrencilerin arasındaki bir kadın hamileydi. Polislerin saldırdığı öğrenci, hamile olduğunu söylediği halde polis tarafından kasıtlı olarak tekmelenmişti.
Olayın ardından bebeğini düşüren kadın öğrenci hakkında birçok yazı yazıldı, tartışmalar yapıldı. Burjuva medyanın önemli kalemleri, polisin insanlık dışı tavrına karşı çıkacak yerde, gebe öğrencinin orada ne işi olduğunu ya da üniversite öğrencisinin evli olmadığı halde gebe kalmasının ahlaki boyutunu tartışıp durdular. Kadının sadece kendi bedenini ilgilendiren bir olayı “toplumsal ahlak” çerçevesinde tartıştılar.
Dikkat edin. Burada, gebeliğin evlilik dışı gerçekleşmesi karşısında şaşkına dönen ve öfkelenen bir çoğunluktan bahsediyoruz… Polis şiddetinin geri planda kaldığı tartışmalarda, evli olmadığı halde hamile kalan bir genç kadının ahlaki durumunun didiklenmesi, insan onurunun kabulleneceği bir şey değildir.
Haberlerin magazin formatında sunulduğu günümüzde, benzer bir olay da Defne Joy Foster’ın ölümün ardından gerçekleşti. Kamuoyu yaratıcıları, milyonların önünde, evli ve çocuklu bir kadının başka bir adamın evinde ne aradığını, gecenin o saatinde neden evinde olmadığını tartıştılar. Çünkü, Defne Joy Foster’ın hayatı milyonlarca insanın burjuva kurumlar eliyle biçimlenmiş verili bilincine ve “Türk aile yapısına” uymuyordu. Joy Foster’in durumunu kabul edemeyenlerin ortak özelliği, benzeri bir durumu, çocuklu bir erkek söz konusu olduğunda asla sorgulamamasıydı. Sonunda, birçok yazarın düşünüp yazamadığını Hıncal Uluç kaleme aldı. O sözcüsü olduğu sınıfın gerici karakterini ilan etti: ‘Su testisi su yolunda kırılır… Kimse onu örnek bir kadın olarak göstermemi beklemesin benden’. Unutmayalım ki Uluç, tepkiden daha çok destek gördü.
Cinsiyetçi iş yasası
Güvencesiz çalışma, tıpkı taciz ve tecavüz gibi varlığımızı sürekli tehdit eden bir sorun. İstatistikler, güvencesiz çalışmanın cinsiyetçi boyutunu da ortaya çıkarıyor. Üretim sürecindeki cinsiyetçiliğin en önemli kanıtı, 2009 yılında istihdam edilen kadınların %61’inin, erkeklerin ise %1’inin kayıt dışı olmasıdır. Son araştırmalar, Türkiye’de 3 milyon 579 bin kadın işçinin kayıt dışı çalıştığını gösteriyor. Bu, kayıt dışı çalışan kadınların, karşılaşacağı herhangi bir iş kazasında işverenin cezai yaptırımdan muaf olması demektir. Kayıtsız çalıştırılan kadınların sosyal güvenceleri de olmuyor. Bu durumda kadının tek “sosyal güvencesi” kocası ya da babası oluyor ki bu, kadınları doğrudan erkeklere bağımlı kılan erkek egemen sistemin bilinçli tercihidir.
Geçtiğimiz yıl, akıllardan kolayca çıkmayacak iki olay yaşandı. İlki, temizlik işçisi Gültekiye Özmen’in, İstanbul Kadıköy’de temizliğe gittiği evin penceresinden düşerek hayatını kaybetmesiydi. Özmen yaşamını yitirdi. Peki, suçlu kimdi? İnanılacak gibi değil ama yasalara göre, ortada bir suçlu yoktu. Ev sahibinin ifadesi alındı, serbest bırakıldı. Sonra? Sonrası yok.
Bir diğer olay, 2009 yılında yaşanan sel felaketinde, kapalı kasa kamyonetle taşınırken sel sularının yükselmesiyle ölen kadın işçilere ilişkin davanın bilirkişi raporlarıydı. Davanın görüldüğü mahkemeye sunulan bilirkişi raporlarına göre, bu apaçık cinayetin suçluları ölen kadın işçilerdi!
“Torba yasa” kadın emekçilere karşı
Sermayenin çıkarları doğrultusunda düzenlenen iş yasalarına ilişkin son düzenlemeler, torba yasa adı altında yapıldı. 13 Şubat günü TBMM’den geçen torba yasa, kadın-erkek tüm işçi ve emekçilerin kazanılmış birçok hakkını geri aldı. Ancak kadın işçiler için durumun başka boyutları da var.
Avrupa ülkeleri de dahil tüm dünyada, esnek çalıştırmanın cinsiyetçi bir uygulama olduğunu biliyoruz. Yeni uygulamaların kadının sosyal yaşantısında yürütülen politikalarla oldukça uyumlu olduğunu görmek bizi şaşırtmıyor. Bildiğiniz gibi, 4857 sayılı iş yasasının esnekleşmesi uzaktan ve evden çalışmayı bir istihdam biçimi olarak yasalaştırdı. İlk olarak kulağa hoş elen evden çalışma fikri, beraberinde yeni uygulamaları da getiriyor. Bunlardan en önemli olanı, esnek çalışmayla istihdam edilen işçinin, normal çalışan işçinin sahip olduğu yıllık ücretli izin, ihbar ve kıdem tazminatı gibi haklara sahip olamaması. Evden çalışan kadın işçiler, işvereni kreş açma ve emzirme odası yaptırma sorumluluğundan da kurtarmış olacak ki bu, işverenler için “bir taşla birkaç kuş” demek.
Yeri gelmişken, hamile olduğu gerekçesiyle işten çıkarılan bir kadın işçiden söz edelim. 2010 Mart ayında, Mersin Tıp Fakültesi Sağlık Araştırma ve Uygulama Merkezi Hastanesi’nin işlerini yapan taşeron Ünisaş şirketinde temizlik işçisi olarak çalışan Fatma Baytar, hamile olduğu gerekçesiyle işten çıkarılmıştı. Ucuz iş gücü anlamına gelen kadının gebelik sonucunda performansının düşmesi, ücretli izin hakkı, emzirme izni gibi haklar, işverenler için elbette tercih edilecek şeyler değil. Bu sebeple birçok özel şirket, kadın çalışan istihdam ederken ya onlarla uzun süre gebe kalmayacaklarına ilişkin sözleşme yapıyor ya da gebe kalan işçiyi işten çıkarıyor.
Yasalar, kadın işçiye, annelik izni adı altında 16 haftalık ücretli izin veriyor. Ancak birçok işveren, 16 hafta gibi uzun bir süre boyunca çalıştırmadığı işçiye ücret ödemek istemediğinden, onu bir daha işe almıyor. Hal böyleyken, AKP hükümeti ve savunucuları, eşinin doğum yapması durumunda erkek işçiye de izin hakkı verildiğinden dem vurabiliyor. Kaldı ki, yasalarda babalık izni olarak erkek işçiye verilen yasal izin sadece 10 gün ve bu, cinsiyetçi iş bölümünü pekiştiriyor. Hamile kaldığı için işinden ayrılan ya da atılan kadın, doğumun ardından ister istemez eve hapsoluyor.
Kreş hakkımız ise ayrı bir muamma. 4857 sayılı İş Kanunu yaşları ve medeni halleri ne olursa olsun, 150 den çok kadın işçi çalıştırılan işyerlerinde, 0–6 yaşındaki çocukların bırakılması ve bakılması, emziren işçilerin çocuklarını emzirmeleri için işveren tarafından, çalışma yerlerinden ayrı ve işyerine yakın bir kreş açma yükümlülüğünü getiriyor. Ancak birçok işyeri daha az işçiyi kayıtlı çalıştırıp, diğer kadın çalışanlarını kayıtsız olarak istihdam ediyor. Böylece, kağıt üzerinde 50 kadın işçi çalıştıran işverenin kreş açma zorunluluğu da ortadan kalkıyor. 150 kadın çalışana bir kreş biçimindeki yasa maddesi son derece yetersiz bir uygulamadır. Bu sayı düşürülmeli ya da kreşi olmayan işyerlerinde çalışan kadınlara kreş parası ödenmeli.
Biz sosyalist kadınlar,
Bedenimiz ve emeğimiz üzerinden egemenlerin yürüttükleri politikaları kabul etmiyor; “bedenimiz de emeğimiz de bizimdir” diyoruz.
Sınıflı toplum düzeninin biz kadınlara dayattığı, cinsiyetçi iş bölümünü reddediyoruz.
Sınıfsız bir dünyanın mücadelesini verirken, bedenimiz üzerinde yalnızca bizim hakkımız olduğunu haykırıyoruz.
İsteğimiz dışında hamile kalmamız durumunda kürtaj olabilmek bizim en doğal hakkımızdır. Erkeğin ya da devletin buna karışmaya hakkı yoktur.
Bütün iş yerlerinde ve fabrikalarda kreş ve emzirme odaları açılmalı.
Kadınlara yönelik cinayetlerin altında binlerce yıllık cinsiyetçi işbölümü yatmaktadır. Bizler, ölülerimizin katillerini tanıyoruz. Onların yargı önüne çıkarılmasını ve en ağır biçimde cezalandırılmasını istiyoruz.
Biz sosyalist kadınlar, sermayenin dünyada ve Türkiye’de bizi mahkum etmeye çalıştığı karanlığı kabul etmiyoruz. Binlerce yıllık erkek egemenliğine karşı mücadelemizi işçi sınıfının ücretli emek sömürüsüne karşı mücadelesiyle birleştirmek için, bu yıl yine alanlarda olacak; sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyaya olan özlemimizi haykıracağız.
Yaşananlara rağmen ve yaşananlara karşı, yeniden merhaba diyebilmek için güneşe, sesimizi buluşturmak için umutlu yarınlara…