Ulaşım fiyaskosunun ve elektrik kesintilerinin arkasında ne yatıyor?

Türkiye’nin ekonomi ve nüfus açısından en büyük kenti olan İstanbul, 2017 yılını, nedeni resmi olarak hala tam olarak açıklanmayan elektrik kesintilerinin ardından gelen yoğun kış koşullarında karşıladı. İstanbul ve çevresinde 6 Ocak günü akşam saatlerinde başlayan kar yağışı nedeniyle durma noktasına gelen trafikten dolayı insanlar yollarda kaldılar. Çalışanların büyük bir bölümü kent yollarının yüzde 90’ında oluşan trafik yoğunluğu nedeniyle evlerine ancak gecenin geç saatlerinde varabildiler.

İstanbul’daki okullar üç gün tatil edilir ve resmi kurumlar erken kapatılırken, 7 Ocak Cumartesi günü, tüm deniz ulaşımı (vapur, feribot, deniz otobüsü ve yolcu motoru) ile iç ve dış hatlarda yapılması gereken 1.000’e yakın uçak seferi de iptal edildi. Deniz ulaşımındaki sefer iptalleri birçok hatta, sonraki günlerde de aralıklı olarak sürdü.

“Olumsuz hava koşulları” nedeniyle hava yollarında sorun yaşanması normaldir. Bununla birlikte, şehir içi deniz seferlerini iptal etmek için kar gerekçesinin arkasına sığınmak hiç de inandırıcı değil. 1970’li, 1980’li hatta 1990’lı yıllarda daha sert hava koşullarında bile, günümüzdekinden daha eski teknolojilere sahip olan deniz yollarında bu kadar sefer iptali olmazdı. O dönemde yaşanan iptallerin nedeni de kar yağışı değil; sert rüzgar ve fırtına olurdu.

İstanbul’daki deniz ulaşımında yaşanan iptallerin başlıca nedeni, daha önce kamu hizmeti olarak işletilen bu alanın özelleştirmeler eliyle dar bir dost-ahbap çevresine peşkeş çekilmesidir. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında başlayan ve 15 yılına yaklaşan AKP iktidarları altında devasa bir boyut edinen özelleştirmeler, kent içi ulaşımı hizmet olmaktan çıkartmış; belediye yöneticilerinin ve Ankara’daki politikacıların da -şirket ortaklığı ya da rüşvet yoluyla- pay aldığı karlı bir yatırım alanına dönüştürmüştür.

Ulaşımın amacı kar olduğunda, az sayıda yolcu taşımak ya da yolcusuz sefer düzenlemek, bir yatırımcı için elbette tercih edilir bir durum değildir. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’daki deniz seferlerinin iptal edilmesinin altında yatan asıl etmen budur.

Şehir içi deniz taşımacılığında “yoğun kar yağışı” bahanesi ile yaşanan iptaller kadar önemli bir diğer durum, karlı olmayan hatlardaki sefer sayılarının yıllar içinde azaltılmış ya da bazı hatların -daha fazla şirkete alan açmak için- parçalanmış olmasıdır.

İstanbul’da, yıllardır, bir iki metro, metrobüs ve otobüs hattı dışında, geceleri toplu taşıma yapılmamaktadır. 1970’li yıllarda belli başlı hatlarda sabaha kadar yapılan toplu taşıma, 12 Eylül askeri diktatörlüğü döneminden başlayarak, saat 23.00-23.30’dan sonra kaldırılmıştı. Ancak “güvenlik nedeniyle” alınan o “önlem”, sonraki yıllarda kalıcılaştırıldı ve insanlar, geceleri evlerine kapatıldı.

Bu uygulamanın başlangıçtaki amacı, emekçileri ve gençliği erkenden eve kapatmaktı ama bu, aradan geçen yıllar içinde, özel araç alımını teşvik etmenin de bir aracı haline geldi.

Günümüzde gelinen noktada, belirleyici etmen “şirket karı” olmakla birlikte, yöneticilerin “güvenlik” kaygısının tüm etkisini sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Kamu varlıklarının ve hizmet sektörünün pervasız yağması üzerinden devasa bir servet elde etmiş olan bir grup kapitalist ile onların hizmetindeki siyaset seçkinlerinin kar ve güvenlik kaygıları, toplumsal eşitsizliğe, işsizliğe ve yoksulluğa yönelik toplumsal öfkenin arttığı koşullarda bütünüyle iç içe geçmektedir.

2016 yılı sonundan beri yaşanan ve önümüzdeki aylarda daha sık karşılaşacağımız elektrik kesintilerinin altında da aynı piyasa / kar faktörleri yatıyor. Eskiden kamunun elinde olan elektrik üretimini özelleştirme yağması yoluyla ellerine geçiren şirketler, mevcut piyasa fiyatlarında yeterince kar elde etmediklerini düşünerek, üretimi düşük tutuyorlar. Bunu, yetkililerin, meslek odalarının ve sivil toplum kuruluşlarının açıklamalarının yanı sıra mevcut santrallerin proje kapasiteleri ile reel olarak üretilen kapasite arasındaki farktan da anlayabiliyoruz. Özellikle doğalgaz ile elektrik üreten özel şirketler, fiyatların düşük olduğu saatlerde ara verdikleri üretime, fiyatların yüksek olduğu saatlerde devam ediyorlar. Sonuçta, mevcut kapasite kullanılamıyor. Kesintilerin bunun kadar önemli bir diğer nedeni, elektrik sektörünü neredeyse bedavaya kapatmış ve devlet garantisi almış olan şirketlerin altyapı yenileme ve bakım yatırımlarından uzak durmasıdır.

Aralık ayı sonunda başlayan elektrik kesintilerinin sonucunda Türkiye sanayisinin can damarı olan İstanbul, Sakarya, Kocaeli ve Çorlu’da ciddi üretim kayıpları yaşandı ve bölgede çalışan işçiler çoğu zaman işbaşı yapamadılar. Bu üretim kaybı, işçilere, o günlerde yıllık izinlerinin zorla kullandırılmasına ek olarak, işten çıkartılma ya da elektrik kesintileri nedeniyle çalışılmayan günlerin yerine ücretsiz fazla çalışma olarak yansıyacaktır.

Yine belirtmek gerekir ki, eğer Türkiye sanayisinin can damarları hükümetin pervasız politikaları sonucunda değil de, işçilerin grevleri eliyle durdurulmuş olsaydı, derhal “milli güvenlik” sahtekarlığı devreye sokulur; hatta işçiler “terörist” ilan edilir ve kolluk güçleri işçileri ezmek için seferber edilirdi.

Enerjide dışa bağımlılığı yüzde 76 seviyelerinde olan Türkiye, kullandığı doğalgazın yüzde 99’unu ithal ediyor. İthal edilen doğalgazın elektrik üretimindeki payı ise santrallerde yapılan kesintilere göre yüzde 34 ile 38 arasında değişiyor.

Uluslararası Enerji Ajansı’nın verilerine göre, 2005-2015 yılları arasında Avrupa’da enerji verimliliği artmış ve enerji yoğunluğu yüzde 16 azalmış durumda. Türkiye’de ise bunun tam tersi bir durum yaşanıyor. 2005-2015 yılları arasında, Türkiye’de enerjinin verimsiz kullanımı yüzde 7 artmış durumda. Buna, hükümetin saat uygulaması ile birlikte artan enerji tüketimini de eklemek gerek.

Kapitalist piyasanın kar odaklı anlayışına teslim edilen her şey gibi, ulaşım ve enerji sektörleri de patronlar ile burjuva politikacıların elinde birer vurgun aracına dönüşmüş durumda. Onlar, ezici çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğu insanların ısınma, aydınlanma, ulaşım vb. temel gereksinimleri ile değil; daha fazla özel kar ve ayrıcalık elde etmekle ilgileniyorlar.

2017 yılına girerken ve hemen sonrasında İstanbul’da yaşananlar, egemen sınıfın kitlelerin en temel gereksinimlerini karşılamaktan bile aciz olduğunu ve gerçekte böyle bir kaygı taşımadığını, bütün çıplaklığıyla bir kez daha gözler önüne serdi.

Oysa insan soyunun günümüzde bilimde ve teknolojide geldiği nokta, başta herkese uygun bir iş, eğitim, sağlık, barınma olmak üzere tüm temel gereksinimlerin rahatlıkla karşılanabileceğini gösteriyor. Ancak bunun gerçekleştirilebilmesi için, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete ve ulus devlet engellerine son verilmesi; üretimin, yalnızca insan gereksinimlerini karşılamak amacıyla ve işçilerin demokratik kontrolü altında gerçekleşeceği uluslararası sosyalist bir temelde yeniden örgütlenmesi gerekiyor. Patlaması kaçınılmaz olan işçi sınıfı mücadelelerini bu hedefe yönlendirmek üzere hazırlanmak, sosyalistlerin önündeki en acil görev olarak duruyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir