AKP’nin totaliter diktatörlük gündemi ve işçi sınıfı – I

Suriye’deki “Fırat Kalkanı Operasyonu” sürerken, İstanbul’daki Reina katliamının ardından iyice karmaşıklaşan ve gerginleşen siyasi ortamdan yararlanan AKP iktidarı, polis devleti ve totaliter diktatörlük inşası programını ilerletiyor.

Hükümet, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen olağanüstü hal (OHAL) uygulamasının üçüncü kez uzatılmasına ilişkin teklifini TBMM’den geçirdikten sonra, dün, üç yeni Kanun Hükmünde Kararname (KHK) yayınladı. 679, 680 ve 681 numaralı KHK’ler ile birlikte, Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza atanların da içinde olduğu 631 akademisyen işten çıkartıldı, 83 dernek daha kapatıldı, yurtdışına kaçanların vatandaşlıktan çıkarılmasının önü açıldı ve polise sanal ortamda araştırma (internet abonelerinin kimliğine ulaşma) yetkisi verildi.

AKP, binlerce işçinin ve gencin öldürülmesinden doğrudan sorumlu olan MHP ile fiili koalisyon içinde sürdürdüğü polis devleti inşasını, totaliter bir diktatörlük yönünde rejim değişikliğini ifade eden anayasa değişikliği ile taçlandırmayı hedefliyor.

Dün TBMM’de anayasa değişikliği üzerine yapılan ilk oylamalarda gizli oy kullanılmasını öngören yasanın AKP’li sağlık bakanı tarafından açıkça çiğnenmesi –ki bu daha önce de rastlanan bir durumdu– ve iktidar cephesinden yapılan pervasız açıklamalar, AKP iktidarının ve gizli ortağı MHP’nin totaliter diktatörlük gündemini yaşama geçirmede ne denli kararlı olduğunu gösteriyor.

AKP, altı ayını dolduran OHAL sürecinde, 15 Temmuz darbe girişimi ile bağlantılı olduğu gerekçesiyle on binlerce insanı cezaevlerine kapattı, yüzlerce şirkete el koydu, yüzlerce derneğin ve medya organının faaliyetini yasakladı, yargı dahil tüm devlet kurumlarını, neredeyse bütünüyle kendi çiftliği haline getirdi. AKP’nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir zamanlar başlıca müttefiki olan Gülen hareketinin “FETÖ” ilan edilerek tasfiye edildiği bu birkaç ay içinde, üniversitelerdeki ve medyadaki muhalifler de büyük ölçüde işten çıkartıldı ve/veya tutuklandı.

Bu uygulamaların kendiliğinden bir şekilde son bulacağını, OHAL’in kaldırılacağını ve yeniden “normal demokratik” yönetime geçileceğini düşünenler fena halde yanılıyorlar. Türkiye’yi yarı açık bir cezaevine dönüştürmüş olan OHAL uygulaması, “geçici” bir önlem değildir. OHAL, egemen sınıfın bir kesiminin desteğini arkasına almış olan AKP iktidarının, faşist MHP ile birlikte, mevcut parlamenter sistemi ortadan kaldırma ve “Türk tipi” bir başkanlığa giden yolu açma gündemini yaşama geçirmenin bir aracıdır.

Totaliter diktatörlük gündemi

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP yetkililerinin “geleneklerimize uygun” dediği bu başkanlık sistemi, 96 yıllık Türkiye Cumhuriyeti sürecinde elde edilmiş tüm demokratik ve toplumsal kazanımların ortadan kaldırıldığı, totaliter bir diktatörlük olacaktır. Bugüne kadar, tek parti dönemi hariç,  yıllar süren sıkıyönetimler, olağanüstü haller ve kabaca iki yıllık bir askeri diktatörlük altında yaşamış olan Türkiyeli emekçiler ve gençlik, bu tür bir diktatörlüğün “geleneğimiz”deki en yakın örneğini, despotluğun simgelerinden Osmanlı İmparatorluğu’nda bulabilir.

Erdoğan önderliğindeki Sünni-İslamcı yeni Osmanlıcı hizbin otokratik özlemleri, bir grup gerici siyaset seçkini ile sınırlı değildir. Bu, Sovyetler Birliği’nin Stalinistler tarafından dağıtılmasını izleyen zafer sarhoşluğunun ardından birbirini izleyen ekonomik krizlerle, iç savaşla, darbe girişimleriyle ve toplumsal patlamalarla sarsılan egemen sınıfın önemli bir kesiminin de paylaştığı ya da onayladığı bir programdır.

Dünya Sosyalist Web Sitesi’nde (WSWS) ve Toplumsal Eşitlik’te yayınlanan, David North ile Joseph Kishore imzalı perspektif yazısında belirtildiği gibi:

ölüme mahkum bir toplumsal sınıf olarak oligarşinin tarihin gelgitlerine direnme çabası, sıkça, gücünün ve ayrıcalığının uzun süredir devam eden aşınması olarak algıladığı şeyi tersine çevirmeye yönelik bir girişim biçimini alır. O, acımasız toplumsal ve ekonomik değişim güçleri onun egemenliğinin temellerini kemirmeden önce, koşulları bir zamanlar oldukları (ya da onun öyle sandığı) hale geri getirmeye çalışır. I. Charles, 1640’ta devrimin patlak vermesinden önceki 11 yıl boyunca, İngiltere’de parlamentonun toplanmasını engellemişti. Genel Meclis 1789 devriminin öngününde Paris’te toplandığında, Fransız soyluları, 1613’ten beri yavaş yavaş azalmakta olan ayrıcalıkları yeniden getirmeye niyetlenmişti. ABD’deki İç Savaş’ın öncesinde, Güneyli seçkinler, köleliği tüm ülkeye yayma çabası içindeydi. Nisan 1861’de Fort Sumter’da ateş açılması, gerçekte köle sahiplerinin başkaldırısı olan şeyin başlangıcına işaret ediyordu.

AKP’nin ve MHP’nin çağdışı gerici Osmanlı dönemine dönme hayali peşinde yapmak istediği tam da budur. Onlar, ABD’de Trump’ın başkanlığında cisimleşen bu uluslararası eğiliminin Türkiye’deki temsilcileridir. Türkiyeli egemen sınıflar, ayrıcalıklı konumlarını koruyabilmelerinin yolunu, 100 yıl önce tarihe gömülmüş despot bir hanedanlığın hüküm sürdüğü Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazında arıyorlar. Dahası, onlar, “ölüme mahkum bir toplumsal sınıf”ın en gerici siyasi temsilcileri olarak, bunu yapmaya mahkumlar.

Yaklaşık 15 yıldır iktidarda olan AKP eliyle cumhuriyet tarihindeki en kapsamlı işçi sınıfı karşıtı saldırıyı gerçekleştiren egemen sınıf, milyonlarca insanın işsizliğe ve sefalete mahkum edildiği, binlerce muhalifin hapse atıldığı, Kürtlerin yaşadığı kent ve kasabaların helikopter, tank ve topçu saldırılarıyla harabe haline getirildiği, terörist saldırıların günlük yaşamın bir parçası haline geldiği bir ortamda, servetine servet katmaktadır.

2017 asgari ücreti ile ilgili yazımızda belirtmiş olduğumuz gibi, “halkın yüzde 99’unun toplam servetten aldığı pay 2002-2014 arasında yüzde 12 düşerek yüzde 45,7’ye gerilerken, en zengin yüzde 1’in toplam servetten aldığı pay yüzde 39,4’ten yüzde 54,3’e çıkmış durumda.”

Toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçileri ve gençliği böylesine aşağılayıp hiçe sayan bir düzenin geleneksel parlamenter demokratik yöntemlerle sürdürülebilmesi mümkün değildir. İşçi sınıfını sefalete mahkum eden ve gençliğe karanlık bir gelecek vaat eden bu yağma ve vurgun düzeni, yalnızca totaliter bir diktatörlük eliyle korunabilir. Otokratik diktatörlük gündeminin en ateşli ve sadık izleyicisinin faşist MHP olması, bu yüzden, şaşırtıcı değildir.

Tırmanan militarizm ve savaş yönelimi

Egemen sınıfın bu açık diktatörlük gündemi, ABD emperyalizmi tarafından Ortadoğu’da başlatılmış olan emperyalist yağma savaşlarından ve rejim değişikliği operasyonlarından bağımsız değildir. Dahası, bu gündem, doğrudan doğruya, 2008 küresel krizinin ürünü olan yükselen militarizm ve Ortadoğu savaşları eliyle biçimlenmektedir.

2008 küresel krizinin en çarpıcı sonuçlarından biri, belki de en önemlisi, 2010’da Tunus’tan başlayarak Mısır’ı, Libya’yı, Suriye’yi ve Bahreyn’i sarsan kitlesel işçi ve gençlik hareketleri olmuştu. Daha küçük çaplı olmak üzere, birçok Arap ve Afrika ülkesinde rejim karşıtı gösterilerin eşlik ettiği bu dalga, Türkiye’deki ifadesini, 2013 Mayıs-Haziran aylarında patlayan Gezi Parkı protestolarında buldu.

Emperyalizmin bu toplumsal hareketlere tepkisi, doğrudan askeri müdahalelerin eşlik ettiği kapsamlı rejim değişikliği operasyonları başlatmak oldu. Uluslararası alanda militarizmin tırmandırılmasına, içeride kapsamlı bir polis devleti aygıtı inşası eşlik etti. ABD’de ve Avrupa Birliği’ne üye olanlar dahil, tüm ülkelerde, işçi sınıfının önceki on yıllar içinde elde etmiş olduğu ekonomik, sosyal ve siyasal haklar birer birer gasp edilirken, devasa bir istihbarat-gözetim ağı oluşturuldu.

Obama yönetimi Suriye’deki rejim değişikliği operasyonunu başlattığında, Washington, en coşkulu müttefikini Ankara’da bulmuştu. AKP, Erdoğan’ın o güne kadar “kardeşim” dediği Başar Esad’ın “eli kanlı bir katil” olduğunu keşfettiğinde, Ankara, Suriye’deki emperyalist rejim değişikliği operasyonunda kullanılmak üzere dünyanın dört bir yanından toplanmış olan cihatçı vekil güçlerin finansmanında, eğitiminde, silahlandırılmasında ve barındırılmasında önemli bir rol oynamaya başladı.

Bununla birlikte, binlerce şeriatçı teröristin Türkiye üzerinden Suriye’ye aktığı bu süreç, ABD ile bölgesel müttefiklerinin desteklediği İslamcı muhaliflerin önemli kazanımlar elde ettiği kısa bir dönemin ardından, AKP iktidarının NATO’lu müttefikleri ve Kürt milliyetçileri ile geliştirmiş olduğu işbirliklerini darmadağın etti.

Ankara, önemli bir kısmı IŞİD’e katılmış olan İslamcı vekil güçlerin güvenilirliği konusunda ciddi kuşkuya kapılan Batılı müttefiklerinden hızla uzaklaştı ve Suriye’deki iç savaşın başlangıcında sahip olduğu etkiyi büyük ölçüde yitirmiş olan Özgür Suriye Ordusu içindeki sözde “ılımlı” İslamcılar ile baş başa kaldı. Bunu, Ocak 2014’te, Irak’ın Anbar vilayetindeki Felluce kasabasını ele geçirip bağımsız İslam Devleti’nin kuruluşunu ilan eden ve bunu izleyen altı ay içinde, Türk konsolosluğundaki 80 kişiyi rehin aldığı Musul dahil, Irak’ın önemli bir bölümünü ele geçiren Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) yükselmesi izledi.

Barack Obama, aynı yılın Ağustos ayında, IŞİD’e karşı hava saldırıları başlatırken, Batılı başkentlerde Ankara’nın genel olarak İslamcı teröristler, özelinde ise IŞİD ile ilişkileri her zamankinden daha açık bir şekilde sorgulanıyordu. AKP iktidarı, gerçekten de Suriye’deki İslamcı şeriatçı gruplara ve onların katıldığı IŞİD’e destek veriyordu ama bu, başta ABD olmak üzere, Ankara’nın NATO’lu müttefiklerinin planları doğrultusunda ve onlarla işbirliği içinde gerçekleşmişti.

Çözüm süreci” balonunun patlaması

AKP iktidarı, Suriye iç savaşının ilk birkaç yılında, rejim güçlerinin terk ettiği Kobani’yi, Afrin’i ve Derik’i 2012’den beri kontrolü altında tutan PYD/YPG ile olan “iyi” ilişkilerini sürdürüyordu. Bunun içerideki yansıması, 2009’da PKK önderliğindeki Kürt milliyetçi hareketi ile başlatılmış olan “milli birlik ve kardeşlik projesi” ya da “çözüm süreci”nin Temmuz 2014’te yürürlüğe giren “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” ile birlikte yasallaşması oldu. Hapisteki Öcalan ile hükümet arasındaki görüşmeler bütün hızıyla devam ediyor, HDP heyetleri İmralı ile Kandil arasında mekik dokuyordu.

Bu arada, Mart 2014’ten beri IŞİD’in kuşatması altında olan ve Türkiye toprağı sayılan Suriye’deki Süleyman Şah Türbesi, 22 Şubat 2015’te, PYD/YPG güçlerinin yardımıyla düzenlenen bir operasyonla, Suriyeli Kürt milliyetçilerinin kontrolü altındaki bölgede bulunan Eşme köyüne taşındı. Bu operasyonun gerçekleştirildiği günlerde, Öcalan’ın PKK’ye bir silahsızlanma kongresi için çağrı yapması konusunda Kandil ile anlaştığı açıklandı. Bu çağrı, Öcalan’ın 21 Mart 2015 günü Diyarbakır’da düzenlenen Newroz kutlamasında okunan mektubuyla ilan edildi. Öcalan, TSK’nin YPG gözetimindeki operasyonundan “Eşme ruhu” diye övgüyle söz ediyor, demokrasi vurgusu yapıyor ve “Hakikat ve Yüzleşme Komisyonu” adı altında bir komisyon kurulmasını talep ediyordu.

Ancak, anlaşıldığı kadarıyla “Dolmabahçe mutabakatı”nda hükümet ile üzerinde anlaşılmış olan bu konu, Erdoğan önderliğindeki hizbin sert tepkisine yol açtı. Bu tepkinin patlak vermesinin arkasında yatan temel neden, KCK’nin Suriye şubesi PYD/YPG’nin bir süredir başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin desteğiyle “IŞİD’le savaş”ta Rojava bölgesinde özerk ya da bağımsız bir Kürt devletinin temellerini atacak şekilde gücünü giderek arttırıyor olmasıydı. Alttan alta gelişmekte olan bu gerilimler, kendilerini, daha önce de, IŞİD’in Kobani kuşatmasına yönelik AKP’nin tutumu ve bununla bağlantılı olarak Türkiye’deki Kobani eylemleri sırasında dışa vurmuştu.

Erdoğan, ertesi gün Ukrayna’dan dönerken uçakta yaptığı bir açıklamada, “demokrasi” talebine sert bir şekilde tepki gösterdi. O, ortada iki metin olduğunu (biri Diyarbakır’da okunmuş; diğeri ise dönemin başbakan yardımcısı Yalçın Akdoğan tarafından halka duyurulmuştu) ve Dolmabahçe görüşmelerini “doğru bulmadığını” belirtiyordu.

Nihayetinde, Nisan ayında, PKK ile silahlı çatışmalar yeniden başladı. Mayıs ayı başında, KCK Eş Başkanı Hülya Oran, “kongre toplamak gibi bir gündemimiz yok… Kürt sorunu çözülmeden PKK böyle bir kongre yapmaz. Kürt kimliği tanınmadan, bu temelde anayasa değiştirmeden ve Kürtlerin statüsünü kabul etmeden böyle bir kongreyi asla toplayamaz,” açıklamasını yaptı.

Sert bir seçim kampanyasının ardından yapılan 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin yüzde 13 oyla 80 milletvekili çıkarması ve AKP’nin tek başına iktidar olacak çoğunluğu elde edememesi, siyasi ortamı daha da gerdi.

Haziran ayı sonlarında Cumhurbaşkanı Erdoğan, PYD’nin Suriye’de devlet kurma girişimlerinden söz etti ve “Bedeli ne olursa olsun, Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin güneyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz,” dedi. Bu açıklamadan birkaç gün sonra, PKK’nin önderlerinden Murat Karayılan, “Açıkça söyleyeyim, eğer onlar Rojava’ya müdahale ederlerse biz de onlara müdahale ederiz; o zaman Türkiye’nin tümü bir savaş sahasına dönüşür,” açıklamasını yaptı. Bundan iki hafta kadar sonra, 11 Temmuz’da, KCK, ateşkese son verdiğini ilan etti; üç gün sonra, Bese Hozat, Özgür Gündem gazetesinde yayınlanan “Yeni Süreç: Devrimci Halk Savaşıdır” başlıklı bir yazıda, “devrimci halk savaşı ve serhıldan” çağrısı yaptı.

20 Temmuz 2015’te IŞİD’in Kobani’ye yardım götürmek üzere toplanmış gençlere yönelik canlı bomba saldırısı sonucunda 34 kişinin ölmesi ve KCK Eş Başkanı Cemil Bayık’ın Kürtleri IŞİD’in ve “sömürgeci tüm güçlerin her türlü saldırısına karşı köylerde, kentlerde, mahallelerde yer altı sistemi, tüneller, mevzi sistemi geliştirme”ye çağıran açıklaması, Ankara ile Kürt milliyetçileri arasındaki iplerin kopmakla kalmadığını; yeni ve yoğun bir savaş döneminin başladığını ilan ediyordu. Sonraki dönemde, PKK’nin ya da TAK’ın çoğu durumda terörist karakter edinen silahlı eylemleri artarken, Türk ordu ve polis güçlerinin hem Irak’taki hem de Türkiye’deki operasyonları yoğunlaşacaktı.

Bu arada, ABD, Ekim 2015’te, “IŞİD’e karşı mücadele” resmi gerekçesiyle, PYD/YPG’nin asıl güç olduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adı altında yeni bir vekil güç oluşturdu. Washington ve diğer batılı emperyalist merkezler ile Ankara arasındaki ilişkiler, göstermelik resmi açıklamaların örtbas edemeyeceği kadar kötüleşiyordu.

Washington’ın ve Avrupalı emperyalist güçlerin Irak’ta PKK’yi, Suriye’de ise PYD/YPG’yi IŞİD’e karşı vekil güç olarak kullanmaya yönelmesi, Ankara tarafından, Ortadoğu’da bir Kürt devletinin kurulmasına yönelik “emperyalist planlar”ın somut ifadesi olarak algılandı.

Bugün, Türk egemen sınıfı ve siyaset seçkinleri, içeride Kürtlerin yaşadığı kasabaları ve köyleri harabeye çeviren, binlerce kişinin ölümüne, yüz binlerce kişinin evini terk etmesine yol açan operasyonların ardından, sahte bir emperyalizm karşıtı söylem (“emperyalistler bizi bölmek istiyor”) eşliğinde, Suriye’deki ve Irak’taki Kürtlerin yaşadığı toprakları savaş alanına çevirecek, yıkıcı bedelini hem Türk hem de Kürt işçilerinin ve gençlerinin ödeyeceği çok daha geniş çaplı bir savaşa hazırlanıyor.

Neredeyse bütün sahte sol ve Stalinist çevreler burjuva Kürt hareketinin AKP ile işbirliği içinde geliştirdiği sözde “çözüm süreci”ne yedeklenir ve “barış ve demokrasi” hayalleri kurarken, bunun, en baştan itibaren, emekçileri ve gençliği etnik kimlik temelinde bölmeye ve Türkiye burjuvazisinin yayılmacı hedeflerine yönelik kapitalizm/emperyalizm yanlısı gerici bir proje olduğunu açıklayan tek siyasi akım Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK) ve Toplumsal Eşitlik idi.

Dahası, yıllardan beri, sözde “çözüm süreci”nin bütünüyle uluslararası ve bölgesel dinamikler üzerine kurulu ilkesiz ve faydacı bir girişim olduğunu; bu gerici girişimin, başta Suriye olmak üzere bölgedeki gelişmelere bağlı olarak çökeceğini; Ortadoğu ve dünya hızla savaşa sürüklenirken, gerçek barışın, demokrasinin ve eşitliğin yalnızca işçi sınıfının, savaşın ve baskının nedeni olan kapitalizmi ortadan kaldırmasıyla mümkün olacağını vurguladık.

Gelinen noktada, “çözüm süreci” adlı balon, karşı konulamaz uluslararası basınçlar altında patlamış durumda. Bu, DEUK’un ve Toplumsal Eşitlik’in savunup geliştirdiği Marksist/Troçkist perspektifin inkar edilemez bir doğrulanmasıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir