Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “Zeytin Dalı Harekatı” başlamadan ve başta TÜSİAD olmak üzere tüm büyük sermaye örgütleri savaşa tam destek açıklamadan sadece birkaç gün önce, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı ve Türkiye’nin sayılı zenginlerinden Tuncay Özilhan’ın TÜSİAD 48. Olağan Genel Kurulu’nda yaptığı konuşma, burjuvazinin artık topluma demokrasi, insan hakları ve sosyal haklar konusunda herhangi bir hayal satamayacağının ve onun savaş, diktatörlük ve toplumsal karşıdevrim politikaları yöneliminin açık bir itirafıydı.
Özilhan konuşmasında şu açıklamalarda bulundu:
Adeta dünyanın ekonomik ve siyasi karkası değişiyor. Küresel sistem tartışmaları tüm ülkelerdeki karar vericileri derinden etkiliyor. Liberal demokratik düzenin eşitlik ve adalet getirmediği, sadece batının emperyalist politikalarına hizmet ettiği iddiaları birçok ülkede güç kazanıyor. Dünyanın ağırlık merkezi batıdan doğuya doğru kayıyor. Bu sadece ekonomik güç açısından değil, siyasi ve askeri güç açısından, hatta kültürel açıdan da geçerli…
Liberal demokrasi, hukuk devleti ve piyasa ekonomisinin tüm dünyaya barış ve refah getireceği beklentisinin boş çıktığını itiraf etmek durumundayız. Dünyanın ekonomik ve siyasi güç dengelerinin yeniden oluştuğu, adeta tektonik değişimlerin yaşandığı bu çağda, değişimin hızına ayak uydurabilmek için ülkelerin hızlı ve etkin karar alması gerekiyor. Değişime uyum sağlamak ve değişimin geniş kitleleri etkileyen sonuçlarıyla başa çıkmak için birçok ülkede, güçlü liderler dönemine girildiğini görüyoruz.
Özilhan’ın açıklamalarının onun bireysel bir tutumu olmadığını görmek ve onları Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı eksen kayması ile birlikte ele almak gerekiyor. Türkiye burjuvazisi II. Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş döneminde NATO/ABD önderliğindeki Batı ekseninde yer almış ve uzun yıllar emperyalist Batı sermayesi himayesinde palazlanmıştı. Ancak, Türkiye’nin Batı ile ilişkileri özellikle 2011’deki Mısır Devrimi’nin ardından iktidara gelen Müslüman Kardeşler’in önderi Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye yönelik ABD destekli askeri darbenin ardından hızla değişti.
AKP iktidarı ile ABD ve AB arasında, Libya’ya yönelik ABD-NATO saldırısında ve Suriye’deki rejim değişikliği savaşında ortaya çıkan anlaşmazlıklar artmaya devam etti. AKP’nin Rusya ve Çin ile uzlaşma arayışına girmesi, ABD ve AB ile Türkiye arasında şiddetli bir çatışmaya yol açtı. Bu çatışma, ABD’nin ve AB’nin onayıyla ya da bilgisi dahilinde gerçekleşen 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ile birlikte doruk noktasına ulaştı.
Özilhan’ın “Dünyanın ağırlık merkezi batıdan doğuya doğru kayıyor. Bu sadece ekonomik güç açısından değil, siyasi ve askeri güç açısından, hatta kültürel açıdan da geçerli.” ifadesi aslında her ne kadar Batı sermayesi ile organik olarak bütünleşmiş olsa da Türk burjuvazisinin Türkiye’nin politikasında yaşanan eksen kaymasını en azından bir gerçeklik olarak kabullenmeye başladığını göstermektedir.
Özilhan’ın açıklamalarındaki önemli bir başka konu da, devletin diktatörlük yöneliminin burjuvazi için gerekliliği idi. Bilindiği üzere TÜSİAD yıllardır hazırladığı raporlarla “insan hakları” ve “demokratik haklar” konusunda hükümetleri eleştiriyordu. Esas olarak Türkiye ekonomisinin AB ile bütünleşme ve küresel piyasalara açılma hedefi ile hareket eden TÜSİAD’ın bu maskesi, küresel ekonomik krizin derinleştiği ve işçi sınıfı muhalefetinin arttığı koşullarda düşmüş durumda.
Ekonominin küreselleşmesine işaret eden 1970’lerin ortasından itibaren tüm dünyada liberal piyasa ekonomisine geçiş hedefi ile yapısal reformlar dayatıldı. Özelleştirmeler, sosyal hakların gaspı, reel ücretlerin erimesi, taşeron ve esnek çalışma gibi toplumsal karşıdevrim politikaları bizzat sendikaların gözetiminde ve suç ortaklığıyla işçi sınıfına dayatıldı. Özellikle 2008 krizinden sonra, servetin nüfusun küçük bir tabakasının elinde yoğunlaşması, tarihsel olarak tanık olunmadık düzeylere ulaşmış durumda. Dünyanın en zengin yüzde 1’i, dünya servetinin yarısını elinde bulunduruyor. ABD’de, sadece üç kişi (Jeff Bezos, Bill Gates ve Warren Buffet), nüfusun alttaki yarısından daha fazla paraya sahip.
Toplumsal eşitsizlikteki bu çarpıcı artış, küresel bir süreç ve elbette Türkiye’de de karşılığını buluyor. Daha önceki bir yazımızda belirttiğimiz üzere, Türkiye’de, nüfusun en zengin yüzde 10’unun geliri, en yoksul yüzde 10’un 12,6 katıdır. Buna göre, Türkiye, 2015 rakamlarıyla OECD ülkeleri arasında Meksika, Şili, ABD ve İsrail’in ardından beşinci, Avrupa’da ilk sırada yer alıyor.
Research Institute On Turkey’in Credit Suisse’in Küresel Servet Raporu’na (Ekim 2014) dayandırdığı çalışmasına göre, nüfusun en zengin yüzde 1’inin toplam servetten aldığı pay, 2002 yılında yüzde 39,4 iken, 2014’te yüzde 54,3’e çıkmış durumdaydı. Geriye kalan yüzde 99’un toplam servetten aldığı pay ise, 2002’de yüzde 60,6 iken, 2014’te 45,7’ye gerilemişti.
Yine, aynı çalışmaya göre, Türkiye, dünyadaki servet bölüşümü adaletsizliğinde Ukrayna, Rusya, Kazakistan, Lübnan ve ABD’nin ardından 6. sırada yer alıyor. Türkiye’de, nüfusun yüzde 75,3’ünün mal varlığı 10 bin doların altında iken, yüzde 22,8’inin 10 bin ile 100 bin; yüzde 1,8’inin 100 bin ile 1 milyon arasında bir mal varlığı bulunuyor. Yüzde 0,2’nin mal varlığı ise 1 milyon doların üzerinde.
Söz konusu veriler, mali aristokrasiyi oluşturan bir avuç insan ile toplumun ezici çoğunluğu arasındaki derin toplumsal uçurumu şüphe götürmez bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Toplumsal eşitsizliğin ve buna eşlik eden sınıfsal gerilimlerin ulaştığı boyut, “demokratik” egemenlik biçimleriyle bağdaşmamaktadır. Uluslararası bir olgu olan polis devleti ve diktatörlük yöneliminin arkasında, bu maddi koşullar yatıyor. Özilhan da Türk burjuvazisinin bir temsilcisi olarak bu gerçeğin son derece farkında. “Değişimin geniş kitleleri etkileyen sonuçlarıyla başa çıkmak için birçok ülkede, güçlü liderler dönemine girildiğini görüyoruz.” ifadesi küresel büyüme döneminde sözde demokrasi savunucusu olan bu kurumun işçi sınıfı muhalefeti karşısında aslına döneceğinin itirafıdır. TÜSİAD daha birkaç yıl öncesine kadar sahte demokrasi çağrılarıyla küçük burjuva sosyalistlerini de arkasına alabilmişti; ancak onun 12 Eylül 1980 darbesini davet eden gazete ilanları Marksistlerin ve işçi sınıfının hala bilincindedir.
Özilhan kapitalizmin yarattığı eşitsizlik ve sonuçları hakkında uyarı yapan ilk büyük burjuva değil. Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç yaklaşık iki yıl önce G20 zirvesi öncesi bir toplantıda “eşitsizliği gidermek için kapitalizmi ortadan kaldırmak gerek” diyerek uyarıda bulunmuştu. O dönem belirttiğimiz üzere, Koç’un sözleri sıradan bir “popülizm” değildi; aksine, burjuvazinin işçi sınıfı içinde kafa karışıklığı yaratma ve kapitalizmin varlığını garantiye alma stratejisinin bir parçasıydı.
AKP iktidarları döneminde tarihlerinin en parlak dönemini yaşayan ama bununla birlikte artan gelir eşitsizliğinin ve hızla kötüleşen çalışma ve yaşam koşullarının işçi sınıfı içinde yoğun bir öfke birikmesine neden olduğunun da farkında olan Koç, sistemin eşitsizliklerinin, görünüşte de olsa, biraz yumuşamaması durumunda, bu öfkenin patlayacağını biliyor ve kendi sınıfını bekleyen tehlikeler karşısında uyarıda bulunuyordu.
Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin (WSWS) Uluslararası Yayın Kurulu Başkanı David North’un bu yılın başında belirtmiş olduğu gibi:
2018 yılı (Marx’ın doğumunun 200. yıldönümü), her şeyden önce, tüm dünyada, toplumsal gerilimlerde devasa bir yoğunlaşma ve sınıf çatışmasında bir tırmanma eliyle karakterize edilecek. Onlarca yıldır, özellikle de Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağıtılmasından bu yana, işçi sınıfının kapitalist sömürüye karşı direnişi bastırıldı. Ancak kapitalist sistemin temel çelişkileri (küresel ölçekte birbirine bağlı bir ekonomi ile zamanını doldurmuş burjuva ulus devlet sistemi; milyarlarca insanın emeğini kapsayan dünya çapında bir toplumsal üretim ağı ile üretim araçlarının özel mülkiyeti ve toplumun temel gereksinimleri ile bencil bireysel kapitalist para kazanma çıkarları arasındaki çelişkiler), artık hızla kapitalizme yönelik kitlesel işçi sınıfı muhalefetinin daha fazla bastırılmasının mümkün olmadığı bir noktaya yaklaşıyor.
Koç’un yaptığı uyarıların bugün Özilhan tarafından çok daha kesin bir dille ifade edilmesi, burjuvazinin yaklaşan bu işçi sınıf muhalefetinden korkusunu göstermektedir.