Bu yılki 1 Mayıs’ı, sermayenin işçi sınıfına karşı yıllardır dünya çapında sürdürdüğü yoğun saldırı altında karşılıyoruz. Büyük bankalar ve şirketler, insan soyunun ezici bir kesimini oluşturan emekçileri açlığa ve sefalete mahkum etmekle kalmayıp, bütün bir uygarlığı ortadan kaldırabilecek bir savaşın hazırlıklarına girişmiş durumda.
ABD işçi sınıfına karşı tarihin en ağır asaldırılarından birini sürdüren ve bir polis devletinin inşası yolunda ilerleyen Obama yönetimi, Asya’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan Doğu Avrupa’ya kadar dünyanın her yerinde kapsamlı bir askeri yığınak gerçekleştiriyor. Alman emperyalizmi, Avrupa işçi sınıfının bütün kazanımlarını ortadan kaldırmaya kararlı olan bankalar ve şirketler adına, başta Portekiz, İspanya ve Yunanistan olmak üzere, Avrupa işçi sınıfının yaşamını tam bir cehenneme çevirdi.
Washington, Berlin, Londra ve Paris’teki emperyalist yönetimler, Suriye’de atmak zorunda kaldıkları geri adımın ardından, Şubat ayında, Ukrayna’nın seçilmiş devlet başkanı Viktor Yanukoviç yönetimine karşı faşist güçlerin başını çektiği bir darbe örgütlediler. Bu darbenin ardından kurulan ve içinde faşistlerin yeraldığı aşırı-sağcı hükümetin Rusya’ya ve Ukrayna’daki Rusça konuşan halka yönelik düşmanca kışkırtmaları, ülkeyi kanlı bir iç savaşın eşiğine getirmiş durumda.
Bununla birlikte, Ukrayna’da yaşananlar, kesinlikle bu ülke ile sınırlı bir “iç mesele” değildir. Başta Washington ve Berlin olmak üzere emperyalist merkezlerde örgütlenmiş olan darbenin ardından Kiev’de kurulan yönetimin izlediği politikalar, Batılı emperyalistlerin Rusya’yı istikrarsızlaştırma, parçalama ve yeni-sömürge konumuna sokma planlarına uygundur.
Rakipleri karşısındaki küresel üstünlüğünü koruyabilmek için ordusundan başka bir güce sahip olmayan ABD ile kriz içindeki Avrupa’nın patronu olarak yükselen Almanya’nın başını çektiği bu savaş kışkırtıcı yönelim, insanlığı, 75 yıl sonra yeni bir dünya savaşı tehlikesi ile karşı karşıya getirmektedir.
İnsanlığın temel sorunlarını çözmek şöyle dursun, onları daha da ağırlaştırmış olan kapitalist sistem iflas etmiştir ve bu sistemin egemenleri, onu ne pahasına olursa olsun yaşatmak için, on milyonlarca insanın ölümünü, kentlerin imhasını, insan uygarlığının sonunu getirmeyi göze almış durumda.
Bütün ülkelerin egemen sınıfları, emekçilerin elde kalan tüm kazanımlarını gasp etmek ve uluslararası işçi sınıfını kölelik koşullarına mahkum etmek için, küresel bankaların ve şirketlerin ardında hizaya girmiş durumda. Sağcısından “solcu”suna, İslamcısından milliyetçisine, liberalinden ulusalcısına bütün burjuva partileri, mali sermayenin bu işçi sınıfı düşmanı programını uygulamak için birbirleri ile yarışıyorlar.
Bu gerici güçlerin başlıca yardımcıları, sendika bürokratları ile sahte-solcu küçük burjuva partiler ve örgütlerdir. Bu güçlerin, işçi sınıfını ve gençliği iflas etmiş olan kapitalist sistem sınırları içinde tutmak için yapmayacağı şey, sergilemeyeceği ihanet yoktur. Burjuva partilerden ve devletten bağımsız düzen karşıtı her türlü mücadeleyi yolundan saptıran ve boğan bu sendikal ya da siyasal önderlikler, son yirmi yıldır gerçekleşen neredeyse bütün emperyalist müdahaleleri desteklediler. Bu sahte sol güçler, bugün, Ukrayna’daki faşist darbe yönetimini ve Rusya’ya yönelik emperyalist saldırganlığı haklı göstermek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar.
Küresel bankaların ve şirketlerin çıkarları uğruna sürdürülen bu uluslararası toplumsal karşı-devrime ve ona eşlik eden emperyalist saldırganlığa karşı koyabilecek tek güç, enternasyonalist sosyalist bir perspektif ve program etrafında örgütlenmiş işçi sınıfıdır.
AKP iktidarı, bu toplumsal karşı devrimin ve emperyalist saldırganlığın Türkiye’deki ve bölgedeki sürdürücüsüdür. 11 yıllık AKP iktidarı altında yaşanan ekonomik büyümeye rağmen, gelir dağılımındaki adaletsizlik, yoksulluk ve sefalet daha önce tanık olunmadık düzeyde artmıştır. Emekçiler, hiçbir zaman bu denli kötü ve güvencesiz koşullarda çalışmamış; zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum hiçbir zaman bu denli derinleşmemiştir. AKP iktidarının 12. yılında, neredeyse her üç insandan biri açlık sınırının, halkın yüzde 90’dan fazlası ise yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Yine, halkın ezici çoğunluğu sürekli borçlanma yoluyla yaşamını sürdürüyor.
Buna karşılık, 75 milyonluk bu ülkede, yalnızca 100 aile, toplam milli gelirin yaklaşık %30’unu elinde tutmakta; yalnızca 52 bin kişinin kişisel serveti, 353 milyar 700 milyon TL’yi bulmaktadır. Milyonlarca emekçinin sefalet içinde yaşadığı Türkiye’de, toplam serveti 50 milyar dolara yaklaşan 44 “dolar milyarderi” bulunuyor (AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında, yalnızca beş “dolar milyarderi” vardı).
Toplumsal eşitsizliğin böylesine derinleştiği koşullarda, bankalarla tekellerin devasa karlar elde ettiği bu düzeni sürdürmenin tek mümkün yolu, dinci ve milliyetçi gerici ideolojilerin eşlik ettiği daha fazla devlet baskısıdır. AKP iktidarının polis devletinin güçlendirilmesi yolunda attığı bütün adımların ardında, onun kapitalist sömürü düzenini sürdürme dürtüsü yatmaktadır.
Kürt partisi BDP de dahil hiçbir burjuva muhalefet partisi, AKP iktidarının işçi sınıfı düşmanı sömürü ve baskı politikalarına karşı çıkmamaktadır. Çünkü onlar, AKP’nin, bütün bu adımları, bankalar ve tekeller adına yönetimine aday oldukları burjuva devleti olası bir devrimci işçi sınıfı hareketine karşı güçlendirmek için attığını biliyorlar.
İlk iki iktidar dönemindeki (2002-2011) işçi sınıfı düşmanı gerici iç ve dış politikaları ikiyüzlü bir barış ve demokrasi söylemi eşliğinde uygulamış olan AKP, Türkiye ekonomisinin küresel mali krizin etkilerini derinden yaşamaya başladığı 2011 yılından başlayarak, hızla, saldırgan ve buyurgan bir yönelim sergilemeye başlamıştı.
Bu süreçte, içeride toplumsal muhalefete yönelik baskılar artarken, dış politikadaki “sıfır sorun” masalının yerini bütün komşularla kavga ve savaş kışkırtıcılığı aldı. Buna, başta ABD olmak üzere, emperyalist merkezler ile ilişkilerin hızla bozulması eşlik etti. AKP iktidarı, Filistin’de, Irak’ta, Libya’da, Mısır’da ve Suriye’de izlediği politikalarda, kendisini en baştan itibaren desteklemiş olan Washington’a uygun manevraları yapamadı ve ona sürekli ters düştü.
En son Ankara’daki Dışişleri Bakanlığı binasından sızdırılan görüşmeler ve ABD’li gazeteci Seymour Hersh’in bu ayın başlarında yazdığı uzun makale, AKP’nin Suriye’ye savaş açmak için, NATO’lu müttefiklerini oyuna getirmek de dahil, her türlü provokasyonu yapmaya hazır olduğunu gözler önüne serdi.
AKP içinde 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasıyla birlikte doruk noktasına ulaşan Erdoğan-Gülen çatışması, bütün bu gelişmelerin iç politikadaki yansımasıdır.
Yıllardır uluslararası düzeyde emperyalist merkezlerin, içeride ise burjuva partilerinin, sendika bürokrasilerinin, PKK’nin ve küçük burjuva solunun doğrudan ya da dolaylı desteğiyle rahat bir iktidar sürmüş olan AKP, özellikle son bir yıldır, giderek derinleşen bir krize saplanmış durumda.
Emperyalist kapitalist sistemin artık patlama noktasına gelmiş olan uluslararası gerilimleri ve içeride giderek daha fazla hissedilen ekonomik krizin etkisiyle artan toplumsal hoşnutsuzluk, iktidara çok fazla seçenek bırakmamaktadır. 11 yıllık iktidarı sürecinde gırtlağına kadar yolsuzluğa ve rüşvete battığı görülen AKP, hem iç hem de dış politikada daha da saldırganlaşacaktır.
Bütün bunlar yaşanırken, AKP iktidarı altında sürmekte olan toplumsal karşı-devrimin organik bir parçası haline gelmiş olan sendikalar, özellikle de “sol” maskeli olanlar, bu 1 Mayıs’ta, bir kez daha yapay bir gündem oluşturmaya çalışıyorlar.
En büyük işçi sendikası konfederasyonu Türk-İş, 1 Mayıs 2014’ü Istanbul Kadıköy’de kutlama kararı aldı. İktidarın “işçi kolu” Hak-İş’in Genel Başkanı Mahmut Arslan, 9 Nisan’da, 1 Mayıs’ı bu yıl Kayseri’de kutlayacaklarını açıklamıştı.
Adına yanlışlıkla konmuş “devrimci” sıfatını büyük bir ikiyüzlülükle sürdüren DİSK, onun kamu çalışanları içindeki ortağı KESK, TMMOB ve TTB ise, 10 Nisan günü yaptıkları açıklamada, 1 Mayıs 2014’ü Istanbul Taksim’de kutlayacaklarını belirttiler. Onlarca yıldır iktidarların işçi düşmanı politikalarına suç ortağı olan bu sözde solcu sendika bürokratları ile onların yedeğinde yaşam alanı bulmaya çalışan sahte solcular, bir kez daha, “1977 katliamı”nda “şehit olmuş işçiler”in anısını sömürmeye çalışıyorlar.
Geçtiğimiz 1 Mayıs’tan bugüne, daha önceki yıllarda da olduğu gibi, işçi sınıfına yönelik toplumsal ve siyasi saldırıları sessizce izleyen ve gizlice destekleyen sendika bürokratlarının bir kez daha uygulamaya koyduğu bu ikiyüzlü oyunun ve ayrışmanın işçi sınıfının çıkarlarıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Onlar, tam bir kayıkçı kavgası içinde günü kurtarmaya ve işçi sınıfı ile gençliğin dikkatini gerçek sorunlardan uzaklaştırmaya çalışıyorlar.
Ne 2007 1 Mayıs’ında ne de Gezi Parkı direnişi sürecinde kitlelerin Taksim Meydanı’nı “kazanmasında” herhangi bir rol oynayan ve özünde burjuva muhalefetten bir farkı bulunmayan sendika bürokrasilerinin gerçek rolü işçi sınıfının bağımsız devrimci politikasının geliştirilmesini önlemek, kitleleri frenlemek ve mücadeleyi sistem sınırları içine kanalize etmektir.
İşçi sınıfı ve gençlik, toplumsal karşı-devrimin otoriter bir polis devletinin inşası yönündeki rejim değişikliğiyle tamamlanması yönünde somut adımlar atıldığı böylesi kritik bir dönemde yeniden oynanan bu oyuna gelmemeli. Üzerinde kafa yorulması gereken şey, 1 Mayıs’ın nerede ve hangi işçi düşmanı sendikal önderliğin bayrağı altında kutlanacağı değil; sermayenin ve AKP iktidarının işçi sınıfına yönelik baskı ve savaş politikalarına nasıl son verilebileceğidir.
İşçi sınıfı sosyalistlerinin görevi, sendika bürokrasilerinin ve sahte-solun bu oyununu bozmak, işçi sınıfının sermayenin hizmetindeki sendika bürokrasilerinin ideolojik-siyasi hegemonyasından kurtulmasına yardımcı olmak ve Marksist bir işçi sınıfı partisini inşa etmektir.
Bunun için, işçi sınıfının öncelikle ihtiyaç duyduğu şey, uluslararası işçi sınıfının başta Suriye ve Ukrayna olmak üzere artan emperyalist müdahalelere, militarizme ve savaşa karşı mücadelesi ile Türkiye’de AKP iktidarı eliyle sürdürülen toplumsal karşı-devrime karşı mücadele arasındaki organik bağı kuran enternasyonalist devrimci bir perspektif ve programdır. Bu perspektif ve program, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nde (DEUK) cisimleşmektedir.