Tekel Direnişi ve “Genel İş Bırakma Eylemi”

Yaklaşık iki aydır Ankara’da direnişlerini sürdüren Tekel işçilerinin mücadelesi, asıl olarak işçilerin kararlılığı sayesinde önemli gelişmelere yol açmış ve ülke gündemine oturmuş bulunuyor. Tekel direnişinin, kazanımları ve eksiklikleriyle beraber ne abartılıp ne de göklere çıkarılmadan bir değerlendirmeye tabi tutulması gerekiyor. Öyle ki, hem AKP hükümetinin, hem burjuva muhalefet partilerinin hem de sendika bürokrasileriyle birlikte küçük burjuva radikal sol çevrelerin farklı anlamlar yükledikleri, ancak ortak nokta olarak direnişin gerçek anlamını çarpıttıkları bir dönemden geçiyoruz.

Özelleştirme süreci

Bugün Tekel işçileri Ankara’da Türk-İş Genel Merkezi’nin önünde direniş çadırlarında bekleyişlerini sürdürüyorlar. 4-C statüsüne karşı özlük haklarıyla birlikte başka bir kamu kurumuna işçi statüsünde aktarılma mücadelesi veren işçilerin sorunlarının kökeni Tekel’in özelleştirmesine kadar dayanıyor. Bu sürece bakıldığında, bugün demagojik söylemlerle işçileri oyalama taktiğini sürdüren başta Tekgıda-İş sendikası olmak üzere Türk-İş konfederasyonunun özelleştirmeye doğrudan onay verdikleri gerçeği açığa çıkıyor.

1984 yılında ANAP hükümeti döneminde yalnızca Tekel’in değil, birçok devlet işletmesinin de özelleştirilme süreci başlamıştı. 12 Eylül darbesinin “anlam ve önemi” hakkında ufak bir bilgiye sahip olmak, askeri diktatörlüğün ardından bu sürecin başlamış olmasının bir tesadüf olmadığını gösterecektir. 1990’lı yıllar boyunca da sürdürülen özelleştirme çalışmaları, DSP-MHP-ANAP koalisyonun son günlerinde 4733 Sayılı Kanunun çıkarılmasıyla son virajina girmiş, ardından da AKP hükümeti bu süreci tamamlamıştı. Bu bütünlükte ele alındığında, özelleştirmelerin, yalnızca Türkiye’de değil tüm ülkelerde gerçekleşen ve üretimin küreselleşmesine denk düşen, tek tek hükümetlerin iradelerinden bağımsız kapitalist üretim biçiminin yasalarının bir sonucu olarak uygulamaya konan kolektif bir saldırı olduğu daha net anlaşılacaktır. Ve bu anlaşıldığında “vatanı satıyorlar” diye bağıran milliyetçi solun ve sendika bürokrasilerinin sınıfsal konumları kitlelerin gözünde daha da netleşecektir.

Türk-İş’in sınıf işbirlikçi konumu Türkiye solunda genel bir kabul olarak görülmüş olsa da, diğer sendikalara ilişkin hayaller hala varlığını sürdürüyor. Fakat Tekel’in özelleştirilmesi ile ilgili Tekgıda-İş sendikası başkanı Mustafa Türkel’in yaptığı açıklamalar bir itiraftan başka bir anlam taşımıyor. Başbakan Erdoğan’ın “Bu süreci geçmişte sendikaların onayıyla yürürlüğe koyduk” anlamındaki açıklamalarına alınan Türkel, 4 Şubat “iş bırakma eylemi”nin öncesinde Türk-İş önünde yaptığı konuşmada, bunun bir yalan olduğunu ifade etmişti. Ancak nasıl bir yalan? Türkel’in söylediğine göre, Başbakan 2005 yılında yaptıkları görüşmede işçilerin işten çıkarılmayacağını ve haklarının korunacağını ifade etmiş. Türkel ise, bunun böyle olmayacağını ve tam tersi sonuçlar vereceğini vurgulamış. Ancak ortada buluşamayınca Türkel şunları söylemiş “O halde yapın sonra görüşelim!”. İşte bu süreci doğrudan onaylamanın çok açık bir itirafıdır. Ne yazık ki Türkel bu açıklamayı, bir genel iş bırakma eylemi kararı alındığını açıkladıktan sonra yapmış, bu haberin coşkusuna kapılan işçiler tepki göstermek bir yana bu ‘itiraf’ı alkışlamışlardır.

Bununla birlikte 2005 yılından itibaren Tekel işletmelerinde ne bir karşı direniş hattı oluşturulmaya çalışılmış ne de işçilere onları nelerin beklediği hakkında bir bilgi verilmiştir. Fabrikaların kapatılmasına karşı yerellerde ortaya çıkan işçi direnişleri yalnız bırakılmış, bırakalım Türkiye çapında olmayı, Tekel işletmeleri çapında dahi bir birleşik direniş hattı örgütlenmemiştir. Bugün Tekel direnişi diye bir direnişin var olmasının tek sebebi, yerellerdeki işçilerin sendikanın karşı çıkmasına rağmen Ankara’da bir araya gelmiş olmalarıdır. Tekgıda-İş bu süreci örgütlemek bir yana durdurmaya çalışmış, ancak önünü alamayınca önderliğine soyunmuştur.

Hükümet cephesi ve Sol

AKP hükümeti, Ankara’nın göbeğinde süren direnişi uzun bir süre görmezlikten gelme yoluna gitti. Ancak işçilerin kararlılığı ve ‘ölmek var dönmek yok’ sloganında özetlenen tutumları direnişi ülke gündeminin önemli maddelerinden biri haline getirdi ve sonunda hükümet de bu konuyu gündemine almak zorunda kaldı. Fakat hükümet cephesinden yapılan her açıklama, Tekel işçilerinin haklı taleplerini kabul etme tutumundan oldukça uzak olunduğunu ilk günden göstermişti. Türk-İş bürokrasisiyle de yapılan son görüşmenin ardından 4-C’ye makyaj yapılarak işçilerin direnişinin bölünebileceği düşünüldü. Hiç şüphesiz Türk-İş, hükümetin son teklifi bir yana, 4-C’yi dünden kabul etmeye hazırdı, yukarıda ifade ettiğimiz özelleştirme süreci bunun en açık kanıtıdır. Bu teklifin kabul edilmemesinin ardında, bürokratların, Tekel işçilerinin kızgın nefeslerini enselerinde hissediyor olmaları yatıyordu. Ardından aşağıda değineceğimiz “bir günlük iş bırakma eylemi” kararı gelecekti.

Peki, hükümet neden 12 bin işçinin taleplerini kabul etmiyor? Bunun başlıca iki nedeni var: birincisi ve en önemlisi, yıllardır ismi unutulan işçi sınıfının burjuva hükümete geri adım attırmasının sınıfsal bir yenilgi anlamına gelecek olmasıdır. Bu ne AKP hükümeti ne de onun arkasındaki büyük sermaye tarafından kabul edilebilecek bir durum değil. İkinci neden ise, Tekel işçilerinin yalnız olmadıkları gerçeğidir. Yani Tekel işçileri sırada bekleyen 140 bin işçiye “anlatılan senin hikâyendir” diyorlar. Şeker fabrikaları, enerji dağıtımı, limanlar ve kamu bankalarında çalışan işçileri de Tekel işçilerinin akıbeti bekliyor, bu yüzden Tekel’de atılacak bir geri adım yalnızca Tekel’le sınırlı kalmayacaktır.

Hükümetin bölme taktiği

Hükümetin tavrı, özellikle son günlerde gittikçe saldırganlaşmış durumda. Birçok yalan içeren açıklamalarla direnişi bölme, Tekel işçilerine sempati duyan geniş kesimleri hükümetin yanına çekme taktiği uygulanıyor. Bunlardan birisi, işçilerin tazminatlarını bankalardan çektiği yönündeki açıklama. Fakat bu tazminatlar Tekel işçilerinin işten çıkarılmaları sebebiyle yatırıldı ve dolayısıyla 4-C’yi kabul etsinler ya da etmesinler bu tazminatı alma hakkına sahipler. İkinci yanıltıcı bilgi ise 4-C’yi kabul eden işçilerin sayısının 400’ü aştığı yönündeki açıklama. Evet, bu sayıda bir işçi kitlesi 4-C’yi kabul etmiş durumda, ancak kabul edenler direniş başlamadan önce Aralık ayında idari baskılarla kabul eden işçiler. Böylesi yanıltıcı açıklamaların hükümetten geliyor oluşu burjuva siyasetinin tipik özelliklerinden birisi olsa da buna burjuva medyanın önemli bir kesiminin de destek veriyor oluşunu unutmamak gerekiyor.

Ankara halkının büyük sempatisini kazanmış ve Türkiye genelinde bir moral desteğe kavuşmuş olan Tekel direnişine, AKP’yi yıpratmak amacıyla CHP ve MHP gibi burjuva partilerinin de destek açıklamalarında bulunması, medyanın bir kesiminin de direnişi gündemde tutması, hükümeti direnişi karalama kampanyasının son kozunu oynamaya kadar götürmüş bulunuyor. “Marjinal grupların Tekel işçilerini kandırmaya çalıştığı” yollu önceki açıklamalar yeterli etkiyi yaratmadığından olacak ki, hükümet PKK silahına sarıldı ve işin içinde “terör grupları”nın olduğu yönünde açıklamalarda bulundu. İşçi sınıfını bölmek için yıllardır kullanılan bu son silaha başvurulmuş olması, yalnızca hükümetin içinde bulunduğu zor durumu göstermesi açısından önemlidir. Ancak Tekel işçileri, direnişlerinin ilk gününden itibaren Türk ve Kürt işçilerinin birliğinin nereden geçtiğini çok açık bir şekilde göstermişlerdir. “Açılımı biz yaptık” pankartında özetlenen işçi sınıfının birliği, burjuvazinin en büyük korkusunu ifade ediyor, öyle ki onlar, ulusal önyargılardan arınmış ve sınıf temelinde birleşmiş bir işçi sınıfının neler başarabileceğinin oldukça iyi farkındalar.

Milli bilinç böler; sınıf bilinci birleştirir

Tekel işçilerinin, Türkiye işçi sınıfına da yol göstermesi gereken bu önemli kazanımlarının, onların enternasyonalist bir bilinçle donandığı anlamına gelmediğini hemen vurgulamak gerek. Sermayenin vatanı olmadığı, anti-emperyalizmin anti-kapitalizmle bütünleşmediğinde milliyetçiliğe varacağı gerçeği Tekel direnişinde de açığa çıkmıştır. Tekel işçilerinin Ankara’daki eylemde “AKP binasında Türk bayrağının asılı olmamasına” gösterdikleri tepki, zaman zaman kimi işçilerce atılan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’i hedef alan “İngiliz Mehmet ülkeyi terk et” sloganı bunun basit ama tehlikeli bir örneğidir. Mehmet Şimşek’in babasının İngiliz oluşu sebebiyle atılan bu baştan sona şovenist slogan, başta Tekel işçileri içinde olmak üzere, Türkiye işçi sınıfının içinde var olan muhafazakâr milliyetçi tutumun dışavurumudur.

Bunun gelişmesinde en büyük pay burjuva ideolojisine ait olsa da, şovenist solun katkıları da asla gözardı edilmemelidir. İşçilerin bu sloganı atmalarının ardından, bunun neden yanlış olduğunu işçilere anlatmak yerine, başta bildirisinde ‘İngiliz Mehmet’ alt başlığı atabilen Türkiye Komünist Partisi olmak üzere şovenist akımlar işçi sınıfına en büyük zararı vermektedirler. Devlet işletmelerini özel işletmelere göre ‘ilerici’ bulan, bu yüzden de “vatanı satıyorlar” biçimindeki ilkel milliyetçi burjuva ideolojisine sarılan bu sözde komünist akımlara karşı mücadele Marksist devrimcilerin başlıca görevlerinden birisidir.

Hâlbuki devlet işletmelerinin özel işletmelerden tek farkı, kolektif kapitalist olan devlete ait olmalarıdır. Asıl olarak ulusal kalkınmacı ekonomi modeline denk düşen bu anlayış, üretimin küreselleşmesi ile birlikte tüm dünyada hızla tasfiye edilmektedir. Yazımızın başında vurguladığımız, kapitalist üretim biçimine içkin gelişen bu süreç, hem küresel sermayenin hem de Türkiye burjuvazisinin çıkarlarına denk düşer; yani söz konusu özelleştirmeler vb. uygulamalar onları yaşama geçiren burjuva hükümetin keyfi bir adımı değildir. İşçi sınıfının buna karşı mücadelesi burjuva devletin daha etkin olduğu bir kapitalizmi savunmak ve ona ilericilik atfetmek olamaz. Aksine, işçi sınıfının yeni liberal saldırılara karşı başarıyla direnmesinin yolu, bir bütün olarak üretim araçlarının özel mülkiyetini ve uluslararası burjuvaziyi hedef alan enternasyonalist sosyalist bir programa sahip olmasından geçmektedir.

Bunun dışında, direniş alanında bulunan sol grupların birçoğu işçilerin mevcut bilincinden daha geri bir konuma sahiptir. Sendikanın ne olduğu gerçeğini yaşayarak öğrenmiş olan işçilere, “sendikalara güvenin”, “ABD uşağı AKP”, “Tekel vatandır”dan öte bir şey söyleyemeyen sol grupların çoğunluğu teşkil ediyor oluşu, Türkiye solunun içinde bulunduğu durumu bir kez daha göstermektedir.

AKP hükümetinin de daha önceki burjuva hükümetlerinden özde bir farkı olmadığı bilincini işçiler direniş alanında öğrendiler. Ancak bu yeterli değildir. CHP ve MHP’nin de birer burjuva düzen partisi olduğu ve işçi sınıfının kurtuluşunun burjuva partilerinde değil, kendi elinde olduğu işçilere anlatılmadıkça, kuru bir AKP karşıtlığı yalnızca diğer burjuva partilerine yaramaktadır.

Aynı şekilde ABD karşıtlığı üzerinden yapılan propaganda, bırakalım sosyalist perspektifleri bir yana, işçi sınıfının geneline hakim olan gerici milliyetçi ve muhafazakar bilinç düzeyine uyarlanmaktan başka bir şey değildir. Asıl düşmanın küresel kapitalizmle organik olarak birleşen Türkiye burjuvazisi olduğunu gözlerden saklayan ve “düşman”ın, deyim yerindeyse, uzaklarda, Amerika’da aranmasına hizmet eden bu söylem işçi sınıfına burjuva milliyetçiliği zehirini içirmek anlamına gelmektedir. Alanda, işçilerin direniş komiteleri örgütlemesi ve mücadelenin önderliğini ellerine almaları çağrısı yapan kesimler ise, Türkiye solunun durumuna denk düşen bir şekilde azınlıktadırlar. Bu da işçi sınıfının devrimci bir partiden yoksun olduğu gerçeğini bir kez daha göstermektedir.

‘Genel İş Bırakma Eylemi’ ve Marksist Perspektif

Türk-İş önüne bir anlamda hapsedilmiş ve pasif bir bekleyişe mahkum edilmiş bulunan Tekel direnişi, işçilerin kararlılığı sayesinde, Türk-İş bürokrasisini asla atmaya niyeti olmadığı adımlara sürükledi. İlk günden itibaren işçileri evlerine döndürmek ve yıldırmak için elinden geleni yapan sendika bürokrasileri bu amaç uğrunda birçok yönteme başvurdular. Bunlardan sonuncusu, işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle ve bir sınıf olarak başvuracağı mücadele yöntemleriyle alakası olmayan açlık grevini öne çıkarmak oldu. Elbette bu, işçilerin üretimden kopuk oluşlarının ve örgütlü bir güç değil ama bireysel olarak pasif bir bekleyişe mahkum edilmelerinin doğal bir sonucudur.

Bunun önüne geçmenin yolu, işçilerin taban örgütlülüklerini, yani direniş komitelerini oluşturmalarından ve onları örgütlü bir güç kılmaktan geçiyordu. Bugün direnişin ileriye taşınması ve sendika bürokrasisinin boyunduruğundan kurtulması hala mümkündür. Bunun tek yolu da, birçok şehirden gelen işçilerin temsilcilerinin direnişi tek bir merkezden yönetecekleri mücadele komitelerinin oluşturulmasıdır. Bu hem, Türk-İş önündeki dağınıklığın önüne geçecek, hem de işçileri yıldırma ve hükümetle anlaşma çabasındaki sendika bürokrasisini devre dışı bırakacaktır. Mücadelenin bunun ardından ne biçimde ileriye taşınacağı ve yayılabileceği, bizzat sınıf mücadelesi içinde netleşecektir.

Ancak Tekel işçilerinin böylesi bağımsız ve örgütlü bir güç olmadığı; sürecin sendikalar önderliğinde yaşanmasının da mücadeleyi bir adım bile ileriye taşımayacağı 4 Şubat eylemiyle görüldü. Türk-İş, DİSK, Kamu-Sen, KESK, Hak-İş ve Memur-Sen’in, hükümetle yapılan görüşmeden anlaşma çıkmamasının ardından aldıkları ‘Genel İş Bırakma Eylemi’ kararı beklendiği üzere fiyaskoyla sonuçlandı. Konfederasyonların aldıkları karara göre greve katılıp katılmama her örgütün kendi insiyatiflerine bırakılmıştı. Süreçten ilk çekilen Memur-Sen oldu, Hak-İş resmi olarak çekilmese de hiçbir şekilde greve katılmadı. Birçok yerde farklı konfederasyonlardan sendikalar, birlik oluşturmak bir yana, birbirlerini engellediler, bunun en tipik örneği demiryollarında ortaya çıktı ve sonuç olarak çalışma büyük ölçüde devam etti. İzmir’deki geniş çaplı katılımın arkasında CHP’li belediyelerin AKP’ye baskı yapma niyeti yatmaktadır. Üretimin durdurulması durumunda ülkeyi felce uğratacak tüm sektörlerde üretim devam etmiştir. Peki, bunun sorumluluğu kime ait?

Hiçbir sendika konfederasyonunun özel sektörde hatırı sayılır bir örgütlülüğe sahip olmadığı, örgütlü olduğu yerlerde ise işçileri kontrol altında tutma işlevini gördüğü gerçeği hatırlanılırsa sorumluluğun doğrudan sendikalarda olduğu açıkça görülecektir. Zonguldak Maden işçilerinin ‘Büyük Yürüyüşü’ne destek amaçlı yapılan 19 yıl önceki “genel grev”den sonraki bu ilk “genel grev” yerel bir greve bile dönüşememiştir.

Türk-İş’in bu kararı almasının arkasında Tekel işçilerinin baskısının yattığı elbette doğru; ancak Türk-İş ve diğer konfederasyonlar her zaman olduğu gibi “görev savma” anlayışları doğrultusunda örgütlü oldukları işçileri bile greve götürmemiş, mitingler son dakikada ve herkesten habersiz birkaç bin kişinin katılımıyla örgütlenmiştir. Bu durum, işçilerin çoğunluğunun sendikalara hiçbir güveninin kalmadığını ve patronların tehdidine boyun eğmek zorunda kaldıklarını göstermiştir.

“Dayanışma” değil mücadele

En önemlisi de bu genel eylemin yalnızca Tekel işçileriyle “dayanışma” amacıyla sınırlı tutulmuş olmasıdır. Halbuki Türkiye işçi sınıfını ortak bir programda birleştirecek bir mücadele hattı pekala örgütlenebilirdi, ancak bunu sendikalardan beklemek için oldukça saf olmak gerekiyor. Bu programda, asgari ücretle çalışanları, yani işçi sınıfının çoğunluğunu kazanacak taleplerle beraber, taşeronlaştırma sistemini hedef alacak, sağlık ve eğitimdeki saldırıya karşı çıkacak, kamu emekçilerini kazanacak taleplerle ülke işçi sınıfının maddi olmasa da manevi birliği sağlanabilir, mücadele Tekel direnişine hapsedilmeyerek tüm işçi sınıfının mücadelesi haline getirilmeye çalışılabilirdi.

Ancak 4 Şubat’ta, sendikaların sınıfı birleştirmek bir yana bölmeye yarayan işlevleri bir kez daha açığa çıkmıştır. Bırakalım tüm işçileri, Tekel işçilerinin ardından aynı saldırıya maruz kalacak olan Şeker fabrikaları işçileri için dahi bir mücadele hattını örgütlememiş olan Tekgıda-İş sendikası bile tüm üyelerini eyleme sokmamıştır. Türkel’in “keskin” açıklamaları bu gerçekler bilindiğinde hiçbir şey ifade etmemektedir. Türkel şeker fabrikalarında çalışan işçiler için de herhalde şöyle demektedir: “O halde yapın sonra görüşelim!”

Tüm bu gerçeklerin ışığında SOSYALİZM’in sürekli vurguladığı Marksist bir perspektifin ve örgütlülüğün yokluğunda işçi sınıfının sendikaların gardiyanlığından kurtulamayacağı ve geniş çaplı bir mücadeleye girişemeyeceği gerçeği bir kez daha öne çıkmıştır. Tekel işçileri, işçi sınıfı üzerindeki ölü toprağını atmak anlamında çok önemli bir direnişe imza atıyorlar. Ve bunu yalnızca burjuva hükümete karşı değil, sendika bürokrasisine ve küçük burjuva solunun yaymaya çalıştığı kafa karışıklığına karşı da mücadele vererek başarıyorlar.

Onlar, uzun yıllar sonra işçi sınıfını yeniden ülke gündemine sokma ve sendika bürokrasilerini göstermelik de olsa bir günlük “genel grev”e zorlama başarısını gösterdiler. Tüm bu önemli gelişmeler, Tekel işçilerinin direnişini göklere çıkarıp onlara “devrimci” övgüler yağdırmanın gerekçesi olamaz. Marksistlerin görevi, son derece zor koşullarda direnen Tekel işçilerine hamasi övgüler yağdırmak değil; bu mücadelenin ardında yatan gerçekleri ve sürecin gidişatını tespit etmek ve eylemdekiler de dâhil tek tek işçilerin hoşuna gitmese bile, onlara gerçekleri anlatmaktır. Bu da, başta hükümet ve diğer burjuva partileri olmak üzere, sermayenin gardiyanlığını yapan sendika bürokrasilerinin ve onların kuyruğundaki küçük burjuva sosyalistlerinin acımasızca teşhiri demektir:

İşçilere yalnızca gerçekleri anlatmayı ilke edinen SOSYALİZM, Tekel işçilerinin Ankara eyleminin ilk günlerinde şu değerlendirmeyi yapmıştı. Yineliyoruz:

“Son yirmi yıla damgasını vuran özelleştirme dalgasında madenlerin, SEKA’nın, Tekel’in ve birçok başka işyerinin sermayeye peşkeş çekilmesinde ve onbinlerce işçinin işsizliğe ve azgın kapitalist sömürüye mahkum edilmesinde belirleyici rol oynayan bu burjuvalar, bir kez daha, harekete geçen işçilerin sırtından ellerini güçlendirmeye çalışıyorlar. Ankara’daki Tekel işçilerinin sırtından pirim yapmaya çalışan bu asalakların, onları ilk fırsatta satacağından hiç kimsenin kuşkusu olmamalı. Dahası, Ankara’daki onbini aşkın işçinin, sınıf kardeşlerinin eylemli desteğinin olmaması durumunda, belki küçük bir ödünle ama ciddi ve kalıcı bir kazanım elde edemeden geri döneceğini söylemek için de, olağanüstü yeteneklere sahip olmak gerekmiyor. Kaldı ki, Ankara’daki eylemci Tekel işçilerinin özlük haklarını koruma yönünde elde edeceği bir kazanım bile, aynı çeşitli sektörlerde yaşanan önceki örneklerde olduğu gibi, yalnızca onlarla sınırlı olacak; hem benzer konumda hak kaybeden onbinlerce işçi için pek bir anlam ifade etmeyecek hem de kalıcı olmayıp zaman içinde eritilecektir…

“İki yıl önce alınan işyerlerinin kapatılması kararına karşı, hükümet ile görüşme dışında hiç bir şey yapmayan Türk-İş bürokrasisi, Türk-İş Genel Sekreteri ve Tek Gıda-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Türkel’in ağzından yaptığı açıklamada, ‘Tekel işçisinin özelleştirme değil kapatılma mağduru’ olduğunu açıklıyor ve ‘özelleştirme mağduru gibi gösterilerek, sefalet ücretine, 4-c statüsüne mahkum edilmesi kabul edilmeyecektir’ diyor. Bir başına bu açıklama bile, Türk İş bürokrasisinin özelleştirmeler sürecindeki işbirlikçi rolünü savunma güdüsünün ifadesidir. Onbinlerce işçinin 4-c kapsamında düşük ücretle ve sendikasız çalıştırılmasının önünü açmış olan Türk İş’in şimdi bu lafları etmesi, tam bir iki yüzlülük ifadesidir… Tekel işçilerinin Ankara eyleminin başarısı, başta 4-c statüsüne mahkum edilenler olmak üzere, işsizlik/açlık ya da sefalet ücretiyle güvencesiz çalışma ikilemine hapsedilen bütün işçiler için bir hareket noktası haline getirilmesiyle mümkündür. Bunun için de, bütün işkollarındaki çalışanların bir eylemli dayanışma ve ortak talepler etrafında mücadele hattı oluşturması gerekir. Onyılların deneyimi, böyle bir mücadele hattının sendika bürokrasileri ve reformist önderlikler eliyle yaratılamayacağını; sermayenin saldırılarına karşı mücadelenin yalnızca, sermayenin egemenliğine son vermeyi hedefleyen sosyalist bir perspektifle mümkün olabileceğini fazlasıyla kanıtlamıştır.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir