Tam Gün Yasası üzerine

Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, 20 Mart 2013 günü, Tam Gün Yasası’ndaki düzenlemeler ile ilgili son detayları açıkladı. Müezzinoğlu konuyla ilgili şunları ifade etti:

“Mesai sonrası süreçte yani akşam saat 16-17’den sonra mesaisi bittikten sonraki sürecini üniversitede geçirecek hocalarımızın günlük mesailerinde yaptıkları performansın akşam mesailerine de yansımasını düşünüyoruz. Yani bir aylık performansında hocalarımızın muayene sayısı veya müdahale sayısı veya ameliyat sayılarıyla paralel olarak mesai sonrasında da benzer bir performans hakları doğacak. Dolayısıyla günlük performans dinamikleriyle mesai sonrası dinamiklerinin de birlikte gelişmesini arzu ediyoruz. Normal mesaiden sonra hocalarımıza muayene isteyen hastalarımız, Sağlık Uygulama Tebliği (SUT) baz alınarak, bu tebliğin bir misli gibi katılım payı ödeyecek. Bu katılım payını da hocalarımız ve üniversiteler arasında paylaşacak.”

Müezzinoğlu, ardından, üniversitelerdeki öğretim üyelerinin hafta sonu da çalışabileceğini ifade ederek, böylece kurum dışında çalışma imkânı yarattıklarını söyledi. Bakanın ifadelerine göre, bu uygulamayla birlikte, öğretim üyelerine, yüzde 3 ile 5 arasındaki bir oranda kurum dışında çalışma olanağı sağlanacak. Bu, bir sözleşme çerçevesinde ve üniversite yönetim kurullarının yetkisinde olabilecek. Ayrıca, bir üniversitedeki öğretim üyesi başka bir üniversitede görev yapabilecek veya özel bir hastanedeki profesör veya doçent tıp fakültesinde sözleşmeyle hizmet verebilecek. Bu kurumun bir özel hastane olması halinde, üniversite ile söz konusu özel hastane yönetimi arasında sözleşme imzalanacak. Elde edilecek gelirin ise kurum ile hoca arasında paylaştırılacağını bildiren Müezzinoğlu, üniversitelerdeki öğretim üyeleri için mesai sonrasında Sağlık Uygulama Tebliği (SUT) uyarınca 55 liralık muayene ücreti ödenmesinin söz konusu olabileceğini belirterek, aynı zamanda ameliyat ve diğer işlemler için de ilave ücret ödeneceğini söyledi. Müezzinoğlu, bazı ameliyatlar hariç SUT’ta öngörülen ücret kadar da hastanın ödeme yapmasının düşünüldüğünü ifade etti ve “Mesela SUT’ta öğretim üyesinin bir ameliyatı için devlet 500 lira ödüyorsa hasta da 500 lira ödeyecek. Bu ücreti de üniversite ile hoca yarı yarıya paylaşacak” dedi.

Tam Gün Yasası ilk ortaya atıldığından beri sağlık emekçileri tarafından, sağlığın piyasalaştırıldığı ve sağlık emekçilerinin sözleşmeli köleler haline gelecekleri gerekçeleriyle defalarca protesto edilmişti. Yeni düzenlemeler de gösteriyor ki “sağlıkta dönüşüm politikaları”, sağlık sektörüne ucuz işgücü sağlamak ve hekimlerden daha fazla performans sağlayıp daha fazla kâr elde etmek amacıyla doludizgin devam ediyor. Bu düzenlemelerle birlikte, üniversitedeki öğretim görevlilerinin “performanslarını artırması” yani birim zamanda en az araç-gereç ve ilaç harcaması ile olabildiğince çok sayıda hastaya bakması isteniyor. Bu süreçteki giderlerin büyük kısmı da yurttaşlardan sağlanıyor. Ayrıca öğretim görevlilerinin kâr odaklı birer ticarethane olan özel hastanelerde ücretli köleler haline getirilmesinin yolu açılıyor.

Tam Gün Yasası ve benzeri uygulamalar sonucunda, burjuva hukukunda bile temel bir insan hakkı olarak geçen “sağlık hakkı”, bir bütün olarak sermaye birikiminin ve kâr sağlamanın bir aracı olarak kullanılacak. Bu doğrultuda, kamudaki sağlık çalışanlarının hakları budanıyor, hastaneler adeta birer fabrika haline getiriliyor; vergi ve sigorta primleriyle sağlık harcamalarına zaten katkıda bulunan yurttaşlar, muayene olmak istediklerinde tekrar ellerini ceplerine atmak zorunda bırakılıyorlar.

“Sağlıkta dönüşüm” adı verilen yeni-liberal politikalarla bütçeden, sağlığa ve sosyal güvenliğe ayrılmış kaynaklardan ‘azami’ verimliliği sağlamak adına çalışan giderlerini en aza indirip, onlardan ‘azami’ emeği sızdırmak amaçlanıyor. Kısacası, sağlığın metalaştırılması, yani alınıp satılabilen bir şey haline gelmesi, ticarileştirilmesi ve serbest piyasaya açılması ile oluşan “kapitalist tıp modeli” Türkiye’de de özellikle son yıllarda hızla egemen kılınıyor.

Sağlıkta dönüşümlerin uluslararası karakteri

Sağlıkta uygulanan yeni-liberal politikaların Türkiye’deki işleyişi, dünya genelinden pek de farklı değil. Sağlıkta metalaştırma ve piyasalaştırma yolundaki rehber IMF ve Dünya Bankası tarafından hazırlandı ve uygulandı.

Dünya genelinde sağlık hizmetleri, kabaca 1980’li yılara kadar “ulusal kalkınma” doğrultusunda sosyal devletin bir gereği olarak ve işgücünün hazırlanması, devamının gelmesi ve yeniden üretilmesi için devlete yüklenmiş bir görevdi.

1970’lerin sonları ve 1980’lerden başlayarak, giderek ulusal pazarların ihtiyaçları karşılamayıp ekonomide küreselleşmenin başlamasıyla beraber, ulusal pazarlar, küresel pazarlara entegre edildi; böylece, burjuva devletlerin sağlık, eğitim gibi sosyal alanlardaki işlevleri de küresel piyasaya tabi kılındı ve sağlık bir “endüstri” haline geldi.

Kapitalistlerin sermaye birikimi için yeni bir alan olarak el attığı sağlık sektöründe, devletin vergi gelirlerini ve sosyal sigorta fonlarını ilaç endüstrisinin ve özel hastanelerin kullanımına sunması da sonuçta yapay bir sağlık harcaması yarattı. Artan sağlık harcamalarında, devlet hastanelerinin payı azalırken özel girişim ön plana çıktı.

Türkiye’de bu süreç 1980’li yıllarda başlamış, ancak çeşitli gel-gitlerin ardından, 10 yıllık AKP hükümetleri sürecinde hız kazanmıştır. Bu süreçte, önce, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), oluşan sağlık sektörünün kamu ayağındaki patronajı haline getirildi. Sağlık hizmetinde baş aktör olan SGK’nin 2010 yılı başında kamu çalışanlarının sağlık harcamalarından sorumlu kılınmasının ardından, sayısı 10 milyonu bulan yeşil kartlı yoksullardan da sorumlu hale gelmesiyle sağlığın patronajı Sağlık Bakanlığı’ndan SGK’nın bağlı olduğu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na geçmiştir.

Küreselleşmenin ve yeni-liberal politikaların sağlık, eğitim gibi en temel haklara saldırdığı bu süreçte, sağlığın bir endüstri haline getirilmesi, hastanelerin kâr üretim merkezlerine dönüşmesi, çalışanların haklarının budanması ve taşeronlaşmanın yaygınlaşması, yoksul ve emekçi kesimler için bugüne kadar elde edilmiş tüm kazanılmış hakların birer birer çöpe atılması demektir. Sağlık hakkı bir insanın her koşulda parasız bir şekilde sahip olması gereken bir haktır. Bu hakka yapılan saldırı, işçileri, emekçileri ve yoksulları sağlıklı yaşama hakkından men etmektedir. Hava ve su kirliliği, kötü barınma koşulları, kötü beslenme ve işsizliğin yol açtığı sorunlardan kaynaklanan, kapitalizmin ürünü hastalıklarla en çok boğuşan da aynı işçi ve emekçilerdir.

Bütün bu yaşananlar, aynı zamanda, sağlık hizmetinin bir “sosyal devlet” gereği olarak izlenen burjuva ekonomik programlar temelinde devlet tarafından sağlanmasının işçi sınıfı ve yoksul kesimler açısından kalıcı bir hak olmadığını kanıtlamaktadır.

Kapitalizm, sermaye sınıfının kârlarını daha da artırmasını ve büyümesini gerektirir. Bu, özel mülkiyet üzerine kurulu kapitalist sistemin doğasıdır. Bu sistemin üzerinde yükselen ve onun muhafızı olan burjuva devletin bütün “sosyal sorumluluklar”ından vazgeçip, sağlığı, eğitimi vb. küresel uzantılı sermaye gruplarına peşkeş çekmesi de saşırtıcı değildir. Bu yüzden, en temel insan haklarından biri olan sağlık hakkının ücretsiz, adil ve kalıcı şekilde tüm topluma sunulması, ancak işçi sınıfının öncülüğünde kapitalist özel mülkiyet sistemine son verilmesi ile mümkün olacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir