El Kaide bağlantılı terörist grup Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) Irak’taki saldırısı sadece Ortadoğu’da yıllardır süren ABD önderliğindeki emperyalist müdahalelerin yıkıcılığını değil; aynı zamanda onun bölgesel ittifaklarının -en başta Türk egemen sınıfının ve onun siyasi temsilcilerinin- yozlaşmış ve sinik karakterini de yansıtmaktadır.
IŞİD, Irak’ın Musul kentinde 31 Türk kamyon şoförünü kaçırdıktan bir gün sonra, 10 Haziran’da Türkiye’nin Musul Konsolosluğunu ele geçirmiş ve aralarından Başkonsolos Öztürk Yılmaz’ın da bulunduğu 49 kişiyi kaçırmıştı. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti, başlangıçta beklenmedik bu olaylar karşısında şaşkına dönmüş görünüyordu.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 15 Haziran Pazar günü, Trabzon’a yaptığı ziyaret sırasında, gazetecilere, gelişmeleri ”yakından takip ettiklerini” ve ne tür adımlar atılacağına karar vereceklerini anlattı. Erdoğan, hem Sünni hem Şii 400 bin kadar Türkmen’in yaşadığı Suriye sınırı yakınındaki Telafer’de gerçekleşen son saldırıya işaret etti. O, “Telafer’deki gelişmeler hafife alınmamalı” dedi. Erdoğan ayrıca mezhepsel bölünmüşlüğün büyümesinden dolayı, “Irak içinde ve dışındaki bazı çevreleri” suçladı.
Bir gün öncesinde, Dışişleri Bakan Yardımcısı Naci Koru, muhabirlere, Türkiye’nin militanlarla çeşitli kanallar aracılığıyla iletişime geçtiğini; rehinelerin serbest bırakılması için farklı platformlarda çeşitli bağlantıların kurulduğunu anlatmıştı. Koru, geçtiğimiz Pazar günkü basın brifinginde, rehineleri kurtarmak için askeri operasyon başlatılmasının planlandığını reddetti. Koru şu anda başlıca önceliğin Türk vatandaşlarının serbest bırakılması olduğunu ve gündemde başka bir plan olmadığını ifade etti. İsmi açıklanmayan başbakanlık yetkilisinden alıntı yapan Associated Press de, Türk yetkililerin geçen hafta Musul’daki militanlarla doğrudan görüşmeler yaptıklarını belirtti.
Dışişleri Bakanlığı’nın Cumartesi günü yayınladığı bildiriye göre, Irak’ta yaklaşık olarak 7 bin ila 10 bin arasında Türk vatandaşı bulunuyor. Bildiride Musul, Kerkük, Selahattin, Diyala, Anbar ve Bağdat’taki Türk vatandaşlarının mümkün olduğu kadar çabuk bir şekilde bu şehirlerden ayrılması çağrısı yapıldı.
Ankara’nın Suriye’deki “uslu çocuklar”ı, Irak’ta “yaramaz çocuklar” haline gelmeye başladılar. Suriye’deki Baas rejimine ve Kürt milliyetçilerine karşı İslamcı savaşçıları silahlandıran, finanse eden ve eğiten AKP hükümeti, Suriye’deki bir başka El Kaide bağlantılı grup El Nusra’yı “terörist grup” olarak ilan etmiş olan Batılı müttefiklerine, 1,5 yıl gecikmeli olarak, yaklaşık 10 gün önce katıldı. Buna karşılık, Ankara IŞİD’i, açık şekilde “terörist grup” olarak ilan etmedi. Hükümet, genel olarak El-Kaide’yi ve ona bağlı örgütleri “terörist” olarak mahkum etmekle yetiniyor.
Muhalefet partilerinin, Musul’daki Türk diplomatlarının ve TC vatandaşlarının Suriye’de AKP hükümeti tarafından desteklenen güçler tarafından rehin alınmasına ilişkin suçlamalarına cevap veren Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, 13 Haziran’da bu güçlere Türkiye’den “bile bile” bir yardım yapılmadığını belirtti.
Ankara’nın 2012 yazında sözde Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) daha fazla teçhizat sağlamak için Batılı müttefiklere olan ısrarlı talepleri gözönünde bulundurulduğunda, bu sözcüklerin sinik ve ikiyüzlü karakteri daha iyi anlaşılır. AKP hükümeti, bunun ardından, ABD’nin “Suriye muhalefetini” Kasım 2012’de yeniden şekillendirme planlarına direnmiş ve ABD emperyalizmi ile ilişkilerinin zedelenmesi riskini göze almıştı. Ankara’nın “Ilımlı Sünni Türkler” tarafından yönetilen yeni bir Ortadoğu hayaline uygun olarak, Milli İstihbarat Teşkilatı, Müslüman Kardeşler’den El Nusra ve IŞİD’e kadar İslamcı güçleri destekleme görevini üslenmişti.
Burjuva muhalefet
Musul’da 80 Türk’ün kaçırılması burjuva muhalefette iki eğilimi ortaya çıkardı. Bunlardan biri ana muhalefet partisi CHP ve aşırı sağ MHP tarafından temsil edilen Türk milliyetçisi eğilimidir. Aralarındaki bazı farklılıklara karşın, onlar Musul’daki Türkiye konsolosluğuna yapılan saldırıdan ve kaçırılmalardan hükümeti sorumlu tuttular. Onlar ayrıca, Musul’da olası bir askeri müdahaleye desteklerini de açıkladılar.
CHP, 12 Haziran’da, Musul’daki olaylara bağlı olarak, Erdoğan hakkındaki gensoru önergesini geri çekti. “Ulusal birlik” ihtiyacına değinen CHP Meclis Grubu Yardımcı Başkanı Akif Hamzaçebi “bugün hükümete yardımcı olmayı biz görev sayıyoruz” dedi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi eski yargıcı ve şu anda CHP milletvekili olan Rıza Türkmen Hürriyet gazetesine verdiği bir röportajda, CHP’nin, uluslararası yasalarla uyumlu olması durumunda Musul’da bir askeri operasyona destek verebileceğini belirtti. Türkmen, “Askeri bir operasyon çok risklidir; fakat Türkiye, yasal olarak uluslararası hukuka dayalı bir hakka sahiptir.” dedi.
Bununla birlikte, CHP sözcüleri hükümeti eleştirmeye devam ediyor. Cuma günü CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, hükümeti ülkeyi Ortadoğu’da bataklığa sürüklemekle suçladı. Kılıçdaroğlu, hükümetin, rehineler Türkiye’ye döndükten sonra istifa etmesi gerektiğini belirtti.
AKP’ye yönelik ikinci muhalefet, 2010’a kadar “demokratikleşme süreci” adına onu desteklemiş olan liberal aydınlardan oluşmaktadır. Onlar radikal İslamcıları “Türkiye’nin güvenliği ve istikrarı” için bir tehdit olarak görüyorlar ve AKP hükümetini Ortadoğu politikalarını gözden geçirmeye çağırıyorlar. Hükümetin bu liberal karşıtlarına göre, IŞİD’in Irak ve Suriye’de artan etkisi daha istikrarsız bir güvenlik durumu yaratacak ve Türkiye içinde doğrudan terörist saldırı tehlikesi oluşturacaktır. IŞİD, geçtiğimiz Eylül ayında, Türk hükümetini İstanbul ve Ankara’da “intihar saldırıları”nda bulunmakla tehdit etti. Onun güneydeki Hatay şehrinin Reyhanlı ilçesinde geçen yıl meydana gelen ve 53 kişinin hayatını kaybettiği iki bombalı araba patlamasında sorumluluğu olduğu iddia edilmişti.
Şunu da hatırlatmak gerekir ki Türkiye, IŞİD güçleri tarafından kuşatılmış ve Türkiye’ye ait küçük bir toprak parçası olan Suriye’deki Süleyman Şah Türbesi’ne bir saldırı düzenlenmesi durumunda, saldırıdan kimin sorumlu olduğuna bakmaksızın misilleme yapacağını açıklamıştı. Bu tehditlerden kısa bir süre sonra, üst düzey devlet yetkililerinin Suriye’de bir askeri müdahaleye bahane yaratmak için bu toprak parçasına karşı roket saldırısı düzenlenmesini tartıştıkları ortaya çıktı.
Medyada, ayrıca, 30 Mayıs’ta Felluce’de IŞİD militanlarını eğittikleri suçlamasıyla dört Türk askeri istihbarat yetkilisinin Irak askerleri tarafından gözaltına aldığı iddiaları yer aldı. CHP Başkanvekili Sezgin Tanrıkulu, 13 Haziran Cuma günü, bu iddiaları Meclis’e taşıdı ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na, “Suriye’ye gönderilen savaş silahları ve mühimmatlarının gümrüksüz olarak sevkiyatlarının temininin sağlandığı iddiası doğru mu?” sorusunu yöneltti.
Türk medyasında, görünüşe göre olası bir askeri müdahaleyi meşrulaştırmak amacıyla, IŞİD Irak’taki saldırısının arkasında, eski Baasçı askerler ile Sünni aşiretlerin işbirliğinin yattığına ilişkin artan sayıda haber ve röportaj yer alıyor.
Bununla birlikte, IŞİD tarafından şehrin ele geçirilmesinden sonra şehirden kaçan Musul Valisi Esil Nuceyfi, 15 Haziran’da Radikal gazetesindeki bir röportajda, eski Baas ordusu yetkililerinin ve diğer Sünni grupların IŞİD’e destek verdiği ve onların yanında savaştığı iddialarını yalanladı. Nuceyfi, “[Irak] ordusu geri çekildiğinde, bu gruplar kendi alanlarında kontrolü ele aldılar. Bununla birlikte, bu onların IŞİD’in yanında savaştıkları anlamına gelmez. Onlar aynı değiller ve olamazlar” dedi.
Bu sırada 16 Haziran Ankara ziyaretinde NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen, Musul’da IŞİD militanları tarafından kaçırılan Türk diplomatik personelinin acil olarak serbest bırakılması çağrısı yaptı: “Biz Irak’taki gelişmeleri büyük endişeyle takip ediyoruz. Musul’daki başkonsolosluğa yapılan bu kabul edilemez saldırıyı kınıyorum.”
IŞİD’in Irak’taki saldırısı, Ortadoğu’da ABD emperyalizmi ile onun bölgesel müttefikleri tarafından neredeyse 25 yıldır bile bile körüklenmiş olan etnik ve mezhepçi bir yeniden ayrışmanın ifadesidir. Rasmussen’in Ankara ziyareti ve Obama yönetiminin Basra Körfezine askeri güç gönderme kararı, Türk egemen sınıfların kaçınılmaz olarak bir parçası olacağı Irak’a ve Suriye’ye yönelik yeni bir emperyalist müdahale hazırlıklarının açık işaretleridir.
Mülk sahibi sınıfların hiçbir kesimi, Türkiye’nin uzun süredir dolaylı olarak (“vekil” örgütler üzerinden) içinde yeraldığı bu emperyalist yağma savaşlarına cepheden ve ilkeli bir şekilde karşı değildir. Onlar, ölmekte olan ve yerlerinden-yurtlarından edilen insanlar ile değil ama kendi sınıfsal çıkarları ile ilgileniyorlar. Onlar, kendi kar ve pazar çıkarları uğruna Türkiyeli emekçileri ve gençleri de ateşe sürmeye hazırlar ve bunu, bütün ülkelerin egemen sınıfları gibi, “devletin ve milletin çıkarları” bahanesi ile yapacaklardır.
Sendikalar ve sahte sol
Suriye’deki iç savaşta, bütünüyle ulusal ve oportünist kaygılarla en baştan beri burjuvazinin şu ya da bu kesimine yedeklenmiş olan sendikalar ve sahte sol, Irak’ta yaşanan katliam ve hızla yaklaşan daha kapsamlı katliam tehlikesi karşısında sessizliklerini koruyorlar.
Bu, onların, Irak’ta yaşananlar konusunda herhangi bir fikre sahip olmamalarından kaynaklanmıyor. Tersine, sendikalar ve sahte sol, Irak’ta yaşanan mezhep savaşı ve katliam karşısındaki tavrını açıkça ortaya koymak için, durumun “netleşmesini” ve bir şekilde arkasında yer alacakları emperyalist güçler ile Türk ve Kürt egemenlerinin ne yapacağını görmek istiyorlar. Bizzat emperyalist güçlerin ve yerel egemenlerin ne yapacaklarını bilemediklerini göz önünde bulundurursak, onların, kendilerine savaş ve yağma treninde uygun bir yer bulmak için bir süre daha beklemeleri gerekecek.
Çünkü, sendikalar ve sahte sol gruplar, bugüne kadarki tüm pratiklerinden görüldüğü üzere, diğer bütün sorunlarda olduğu gibi, toplumsal karşı devrim ile savaş ve militarizm konularında da hiç bir ilkesel duruşa sahip değiller. Onların tutarlı olduğu tek nokta, her durumda burjuvazinin bir hizibine yedeklenmek ve işçi sınıfının tarihsel toplumsal çıkarlarının karşısında yer almaktır.
Bugün Irak’ta karşı karşıya olduğumuz durumun başlıca sorumlusu, Ukrayna’daki ABD-Almanya destekli darbeyi “demokratik devrim” olarak alkışlayan ve Suriye’de emperyalizmin vurucu gücü olan El Nusra ve IŞİD gibi örgütleri “devrimci savaşçılar” ilan eden ya da bu emperyalist saldırganlıkların hedefindeki gerici burjuva güçlere (Ukrayna’daki Rusya yanlısı oligarklara ve Suriye’deki Baas diktatörlüğüne) “ilerici” maske takarak onları destekleyen sahte soldur.
Irak’ta yaşananlar, yalnızca bu ülkedeki Arap ve Kürt emekçileriyle yoksul köylüleri için bir felaket oluşturmamaktadır. O, aynı zamanda, Türkiye işçi sınıfını ve gençliğini de savaşın ve toplumsal yıkımın eşiğine getirmiştir.
Irak’ta yeni bir aşamaya ulaşan mezhepsel ve milliyetçi boğazlaşmaya ve hızla yaklaşan kapsamlı savaş tehlikesine karşı koyabilecek tek güç, sosyalist bir önderlik altında birleşmiş uluslararası işçi sınıfıdır.
Stalinist, eski-Stalinist, post-Stalinist, Pablocu, Morenocu vb. “sosyalist” maskeli bütün siyasi akımların, açıkça emperyalizmin hizmetine girdiği koşullarda, artan emperyalist saldırganlığa, militarizme, savaşlara ve uluslararası ölçekte sürdürülen toplumsal karşı devrime karşı ilkeli bir biçimde işçi sınıfı ve sosyalizm ekseninde karşı koyan tek güç, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’dir (DEUK).
Ortadoğulu emekçilerin yeni bir savaş ve diktatörlük tehlikesini önlemesi ve tüm bölgeyi bir Ortadoğu Sosyalist Devletler Federasyonu çatısı altında birleştirmesi için, başta Türkiye olmak üzere, tüm bölge ülkelerinde DEUK’un şubelerinin inşa edilmesi gerekiyor. Kapitalizmin insanlığı içine sürüklediği savaş ve diktatörlük tehlikesinden kurtulmanın başka bir yolu bulunmuyor.