Hükümetin 15 Temmuz darbe girişiminin ardından uygulamaya koyduğu olağanüstü hal (OHAL) üzerinden çıkarılan kanun hükmünde kararnameler (KHK) ile eğitim kurumlarına yönelik anti-demokratik müdahaleler, egemen sınıfın yıllardır ivme kazanarak ilerleyen savaş ve diktatörlük yöneliminin tamamlayıcı parçalarını oluşturmaktadır.
Ardı ardına çıkarılan KHK’ler ile üniversitelerden ve liselerden, önemli bir kısmı muhalif binlerce eğitimci tasfiye dilmiş, zaten anti-demokratik bir karakter taşıyan rektörlük seçimleri süreci tamamen ortadan kaldırılmış durumda.
Bunun en son örneğini, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 15 Temmuz’dan önce Boğaziçi Üniversitesi’ndeki akademisyenlerin yüzde 86’sının oyunu alan seçilmiş rektörün yerine, YÖK’ün önerdiği adaylardan birini atamasında gördük.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin bu atamaya yönelik protestosu ve diğer üniversitelerdeki muhalif akademisyenlerin tasfiyesine karşı eylemler ile liselilerin öğretmen temizliğine karşı verdiği mücadeleler, demokratik hakların savunusunda son derece önemlidir.
Bütün sınırlılıklarına karşın bu protestolar, savundukları perspektiften bağımsız olarak, Erdoğan önderliğindeki AKP hükümetinin tırmanan savaş ve diktatörlük yönelimine karşı işçi sınıfı ve gençlik içerisinde yükselen birikmiş öfkeyi ifade etmektedir.
Bununla birlikte, bu muhalefetin başarısı için, ona bilinçli bir siyasi karakter kazandırmak gerekiyor. Bu, öncelikle, egemen sınıfın söz konusu saldırısının arkasında yatan maddi koşulların ve ona karşı çıktığını iddia eden güçlerin gerçek karakterinin, tarihsel ve uluslararası bir perspektifle çözümlenmesi demektir.
Türkiye’de AKP hükümetinin yıllardır sürdürdüğü toplumsal karşı-devrim, savaş ve diktatörlük programının altında yatan maddi zemin, kapitalizmin küresel krizidir. Bu yüzden, 15 Temmuz darbe girişimi de dahil, Türkiye’de yaşananlar, bu ülkeye özgü değildir.
Tüm dünyadaki hükümetler, temsil ettikleri kapitalist sınıfların bu krizden en az zararla ve -mümkünse- rakipleri aleyhine kazançla çıkması için, onları korumaya yönelik gerici ulusalcı önlemler eşliğinde bir savaş ve diktatörlük yönelimini benimsemiş durumda. Artık, sözde bile olsa “barışçıl” ve “demokratik” bir kapitalizm mümkün değil.
ABD’de faşizan demagog ve milyarder Donald Trump’ın seçmenlerin çoğunluğunun oyuna sahip olmadan ve toplam seçmenlerin (seçime katılmayanlar dahil) sadece yüzde 25’inin oyuyla başkan seçilmesi, içinden geçmekte olduğumuz sürecin en açık simgelerinden birini oluşturmaktadır. Benzer şekilde, Avrupa’daki birçok ülkede de aşırı sağ yükseliyor ve geleneksel burjuva partileri hızla daha fazla sağa kayıyor. Obama yönetimi altında hem Rusya’ya ve Çin’e hem de ABD’nin emperyalist rakiplerine karşı yeni bir dünya savaşına doğru ilerleyen Amerikan egemen sınıfı, dünyayı felakete götürmekte başı çekerken, Almanya, Fransa, Britanya ve Japonya gibi güçler de saldırgan bir dış politikayla kendi emperyalist çıkarlarının peşinde koşuyorlar.
Suriye’de ve Irak’ta “IŞİD’le mücadele” adına sürdürülen ve Türkiye egemenlerinin de kendi gerici yayılmacı emelleri doğrultusunda yer aldığı emperyalist vekil savaşı başta olmak üzere, ABD’nin Güney Çin Denizi’nde Çin’e ve Doğu Avrupa’da Rusya’ya karşı izlediği saldırgan politika, nükleer silahlı güçler arasında her an doğrudan bir askeri çatışmanın patlak vermesi tehlikesini güncel bir gerçeklik haline getirmiş durumda.
Dünya ticaretinin hızla daraldığı, hükümetlerin kendi burjuvazilerini korumak adına ekonomik ulusalcılığa yöneldiği ve böylece kapitalist krizi daha da derinleştirerek ticaret savaşlarının doğrudan askeri çatışmalara dönüşmesine zemin hazırladığı mevcut koşullarda, otoriter yönetimlerin inşasına ve savaşa karşı mücadele, kapitalizme karşı sosyalizm uğruna mücadelenin bir parçası olmak zorundadır. Bu mücadele, uluslararası ölçekte ve işçi sınıfı merkezli olmalıdır.
Bu sınıfsal ve sosyalist perspektife düşman olan sahte sol, Türkiye’de yaşananları, belirleyici tarihsel ve uluslararası dinamiklerden bağımsız bir şekilde, Erdoğan’ın ve AKP iktidarının hırslarına, İslamcılığına, kadın düşmanlığına, savaş isteğine vb. indirgiyor; hedefi sadece “AKP’ye/Erdoğan’a karşı mücadele” olarak belirliyor ve böylece, toplumsal muhalefeti, “sol” bir maske taktıkları iki burjuva partisine yedeklemeye çalışıyor.
Sahte solun bütün söyleminin tersine, CHP’nin ve HDP’nin hiçbir ilerici yanı yoktur. CHP, AKP hükümetinin işçi sınıfı düşmanı yasalarını, demokratik hakları birer birer ortadan kaldırmasını, bir polis devleti inşasını, dinci gericiliği hakim kılmaya çalışmasını ve savaş yönelimini doğrudan ya da dolaylı olarak desteklemiştir. Bu parti, dokunulmazlıkların kaldırılmasını destekleyerek HDP’li milletvekillerinin tutuklanmasına zemin hazırlamış, ezici çoğunluğunu sivillerin oluşturduğu binlerce Kürtün öldürülmesine, yüz binlerce kişinin evini terk etmesine yol açan askeri operasyonları ve Suriye-Irak tezkerelerini onaylamıştır. CHP, aynı şekilde, işgalci Fırat Kalkanı harekatını desteklemektedir.
Sahte solun büyük bir kısmının yedeklenmiş olduğu HDP’nin diktatörlük ve savaş yönelimine olan katkısı daha az değildir. Kürt burjuvazisinin çıkarlarını temsil eden HDP, “barış ve çözüm süreci” adı verilen aldatmaca üzerinden, yıllarca, Türkiye burjuvazisinin Ortadoğu’daki yayılmacı hedeflerini (“Misak-ı Milli”) desteklemiş, AKP’ye ilişkin yıkıcı yanılsamaları körüklemiştir. HDP, 7 Haziran seçimlerinden sonra kurulan geçici hükümete bakanlar vermiş, 1 Kasım seçimleri öncesinde AKP ile koalisyon kurabileceğini açıklamış, Kürt illeri savaş alanına dönerken hiçbir kitlesel muhalefet örgütlememiş; önce belediye başkanlarının ardından da parti liderlerinin tutuklanmasını bile sessizce izlemiştir. HDP, aynı AKP gibi, ABD önderliğinde Irak’ta ve Suriye’de -şimdi- “IŞİD’e karşı mücadele” adı altında sürdürülmekte olan yağmacı emperyalist müdahaleyi destekleyen, NATO Parlamenterler Meclisi Alt Komitesi’nde Başkan Yardımcılığı düzeyinde temsil edilen, emperyalizmin işbirlikçisi bir burjuva partisidir.
AKP hükümetinin dinci gericiliği toplumsal yaşamda, özellikle de eğitimde hakim kılma yönelimi, yıllarca “demokrasi ve özgürlük” yalanı adı altında, özellikle HDP yörüngesindeki sahte solun önemli bir kesiminin desteğiyle yaşama geçirilmiş olan sürecin bir devamıdır. Bu süreç, eğitimde Sünni İslam’ı temel almaktan hukuk alanında dine referanslarda bulunmaya ve en son tecavüzü ve çocukların tecavüzcüleri ile evlendirilmelerini meşrulaştırmaya çalışan yasa girişimine kadar, bütünüyle, gerici kimlik politikaları (etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel, yaşam tarzı vb.) üzerine kuruludur.
Dolayısıyla, kimlik politikaları üzerine kurulu diktatörlük ve savaş yönelimine karşı mücadele, sahte solun bayraktarlığını yaptığı “alternatif” kimlik politikaları ekseninde değil; sınıfsal eksende ve uluslararası ölçekte verilmek zorundadır.
AKP iktidarının bütün gerici girişimleri, aynı zamanda, kapitalist sistemin tüm kurumlarıyla çürümüşlüğünü ve çöküşünü yansıtmaktadır.
Egemen sınıf ve siyasi iktidar, patlaması kaçınılmaz toplumsal muhalefeti şiddet yoluyla bastırmak için otoriter bir polis devleti aygıtını inşa ederken, içerideki toplumsal ve sınıfsal gerilimleri bir “dış düşman”a yönlendirerek hedef saptırmak için Suriye’ye girmişti. Hükümet, şimdi, sınıra yığdığı birliklerle, Irak’ı istilaya hazırlanıyor.
Bu otoriter-militarist yönelimde, üniversiteler son derece önemli bir rol oynamaktadır. Türkiye’deki üniversitelerin neredeyse tamamı, 12 Eylül 1980 askeri darbesini izleyen 36 yıl içinde yeni-Osmanlıcı bir dinci-milliyetçi ideolojinin ve yayılmacı militarist düşüncelerin yuvası haline getirilmiştir. Bu kurumlarda istihdam edilen burjuva ideologları, yalnızca öğrencileri değil; kendilerine ardına kadar açılmış olan medya aracılığıyla, tüm emekçileri milliyetçi ve dinci ideolojilerle zehirliyorlar.
Üniversiteler, bilimsel düşüncenin geliştirildiği kurumlar olmaktan çıkmış; totaliter ve militarist ideolojilerin üretim ve propaganda merkezleri haline gelmiştir. Bilincin ve aklın yerini inancın ve dogmanın aldığı bu sürecin en önemli ayağını, tüm tarihsel gerçeklerin tersyüz edildiği yoğun bir tarih çarpıtması kampanyası oluşturmaktadır.
Hızla yükselen burjuva gericiliğine ve onun sahte solcu destekleyicilerinin post-modernizm üzerine kurulu kimlik politikalarına karşı, Aydınlanma felsefesinin hem ilerici/devrimci yadsınmasını hem de doruk noktasını ifade eden Marksist dünya görüşü temelinde mücadele vermek, can alıcı bir önem taşımaktadır. Birkaç sözcükle ifade edersek, Aydınlanma felsefesi, doğanın ve toplumun herhangi bir kutsal güç tarafından yaratılmayıp yüz milyonlarca yıllık evrimin ürünü olduğunu ve insan iradesinden bağımsız yasalara tabi biçimde oluşup işlediğini; bu yasaları keşfeden insan aklının doğaya ve topluma egemen olacağını savunuyordu. Tarihsel maddeci diyalektik yöntem üzerine kurulu bir dünya görüşü olarak Marksizm, Aydınlanma felsefesini bütün idealist tortulardan arındırarak onun toplumsal yaşama uyarlanmasını mümkün kılan ekonomik yasaları bulmuş; bu sayede, insan toplumunun hangi yönde ilerleyeceğini belirleyecek toplumsal güç olarak uluslararası işçi sınıfına işaret etmiştir.
Özetle, burjuvazinin bütün kesimlerinin yüz yılı aşkın süre önce ihanet etmiş olduğu Aydınlanma felsefesinin en basit anlamda savunusu ve yaşama geçirilmesi mücadelesi bile, yalnızca sosyalist bir uluslararası işçi sınıfı hareketi tarafından verilebilir.
14 yıldan bu yana AKP iktidarları eliyle uygulanan toplumsal karşı-devrim, diktatörlük ve savaş politikalarına karşı başarıyla mücadele edebilmek için, CHP ve HDP gibi “sol” maskeli burjuva partilerden ve onların sahte sol eklentilerinden kopmak gerekmektedir. Bütün bu akımlar, savaşa ve onun kaçınılmaz bileşeni olan diktatörlük yönelimine karşı toplumsal bir muhalefet örgütlemek şöyle dursun, “insan hakları”, “demokrasi” ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” adına kapitalizmin ve emperyalist savaşın savunuculuğunu üstlenmişlerdir.
Egemen sınıfın savaş ve diktatörlük yönelimine karşı demokratik haklar uğruna mücadelenin, kapitalizmin bütün savunucularına karşı, işçi sınıfı eksenli, uluslararası sosyalist bir mücadele olması gerektiğini savunan tek akım, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’dir (DEUK). DEUK, tüm dünyada, işçi sınıfı içinde enternasyonalist sosyalizm programını yayma uğruna mücadele etmekte ve gençliğin bu mücadelede bulunması gereken yeri alması için elinden geleni yapmaktadır.
DEUK, gerçek demokrasinin ve barışın sağlanmasının ve bir üçüncü dünya savaşı felaketini engellemenin tek yolunun, işçi sınıfının her bir ülkede sosyalist devrimler yoluyla iktidarı alması olduğunu savunmakta ve kapitalizmin “insanileştirilebileceği” yönündeki her türlü düzen içi yanılsamayı reddetmektedir.
DEUK’un gençlik örgütü olan Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler (IYSSE) de, ABD’den Almanya’ya ve Britanya’ya, Sri Lanka’dan Avustralya’ya, birçok ülkede bu perspektif uğruna mücadele ediyor ve gençliği, işçi sınıfının önderliği altında savaşa karşı seferber etmeye çalışıyor.
Savaşa ve diktatörlüğe karşı gerçek bir mücadele yürütmek isteyen tüm üniversite/lise öğrencilerini ve genç işçileri, Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler’in Türkiye şubesinin inşasına katılmaya çağırıyoruz.
Kaybedecek zaman yok!
Burjuva ve sahte sol partilerden kopun! Bulunduğunuz okulda ve/veya fakültede bir IYSSE şubesi inşa etmek için bizimle bağlantıya geçin!
Barbarlığa sürüklenişe karşı sosyalizm uğruna mücadeleye katılın!