Sınır ötesi operasyonlara hayır!
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Pazar günü sabah erken saatlerde, Suriye’nin İdlib kentine yönelik topçu atışlarının ardından Suriye’ye girdi. Çok sayıda tankın ve topun desteğiyle başlatılan operasyon, Ankara’nın, Rusya ve İran’ın yanı sıra Suriye hükümeti ile Astana’da vardığı bir anlaşmanın ürünü.
Kazakistan’ın Başkenti Astana’da 14-15 Eylül tarihlerinde düzenlenen Suriye görüşmelerinde, İdlib kentinde ve çevresinde bir “çatışmasızlık bölgesi”nin oluşturulması konusunda anlaşmaya varılmıştı. Anlaşmaya göre, Türk askerleri İdlib’in merkezine yerleşirken, Rusya ve İran destekli Suriye güçleri kentin çevresini kontrol edecek.
Bununla birlikte, bu sınır ötesi operasyon ilan edilmiş amaçlarının ve kapsamının çok ötesinde bir etkiye sahip olacaktır.
ABD’nin büyük ölçüde dışlandığı Astana görüşmelerinde kararlaştırılan İdlib operasyonu, ilk olarak, Washington’ın bölgede yeni bir atağa geçme hazırlıkları içinde olduğu bir sırada, onun çıkarlarına aykırı bir şekilde gerçekleştirilmektedir.
Öte yandan İdlib operasyonu, her ne kadar cihatçı örgütlere karşı yapılıyor görünse de, Ankara açısından, pek de gizli tutulmayan bir başka amaca hizmet ediyor: Suriye-Türkiye sınırı boyunca uzanan PYD/YPG denetimindeki toprakların genişlemesini engellemek ve sınırın batı ucundaki Afrin kantonu üzerinde ciddi bir askeri tehdit oluşturmak.
Bu hedef, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumartesi günü partisinin danışma toplantısında yaptığı konuşmada, “Suriye sınırlarımız boyunca bir terör koridoru oluşturulmasına da asla izin vermeyeceğiz,” sözleriyle ifade edilmişti.
Son olarak, İdlib operasyonu ile birlikte, Türk ordusunun, yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözleriyle, “Fırat Kalkanı harekatıyla kendimize bölgemizde açtığımız alanı şimdi İdlib’in güvenliğini sağlamaya yönelik yeni bir adımla daha ileriye taşımanın gayreti içerisinde,” Suriye’deki varlığının kalıcılaştığını söyleyebiliriz.
Bu, TSK’nin Suriye’de gerçekleştirdiği üçüncü askeri harekat. Türk ordusu, ilk olarak, Süleyman Şah türbesinin IŞİD’in eline geçmesi olasılığına karşı 22 Şubat 2015’de YPG ile fiili bir işbirliği içinde düzenlenen ve türbenin yine Suriye içinde daha güvenli bir bölgeye taşınması ile sonuçlanan “Şah Fırat” operasyonunu düzenlemişti. İkincisi harekat ise, Fırat Nehri’nin batı yakasından Hatay sınırına kadar olan bölgeye (Azez-Cerablus hattı) hakim olmak için 24 Ağustos 2016’da başlatılan “Fırat Kalkanı” harekatıydı. İlan edilen amacı Azez-Cerablus hattını ve El Bab’ı IŞİD’den temizlemek olan bu ikinci operasyon, asıl olarak, Suriye-Türkiye sınırındaki Kürt kantonlarının birleşmesini (tüm sınır boyunca bir Kürt bölgesinin oluşumunu) engellemeyi amaçlıyordu.
Ankara’nın Tahran ve Bağdat ile işbirliği içinde Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne yönelik tehditlerini (askeri müdahale dahil) sürekli arttırdığı bir süreçte düzenlenen İdlib operasyonu, Trump yönetimi tarafından yapılan “destek” açıklamalarının tersine, Ankara ile Washington arasında zaten kötü olan ilişkileri iyice bozacak dinamikler içermektedir.
Dahası, ABD emperyalizminin ve Avrupalı müttefiklerinin Ortadoğu’daki rejim değişikliği operasyonlarındaki başlıca vekil güçleri olan Suriyeli ve Iraklı Kürt milliyetçi önderliklere yönelik bu hamleler, yol açabilecekleri doğrudan çatışmalar dolayımıyla, bizzat sahadaki ABD askerleri ile Türk askerlerini karşı karşıya getirebilir. ABD’deki Trump yönetiminin Kuzey Kore’yi nükleer imha ile tehdit ettiği ve İran’a yönelik saldırgan söylemini hızla tırmandırdığı koşullarda yaşanacak böylesi bir gelişme, şimdilik NATO ittifakı içinde ciddi bir anlaşmazlık olarak tanımlanan durumu kökten değiştirerek, Ankara’yı geleneksel emperyalist müttefikleri ile doğrudan çatışmaya sürükleyebilir.
Ortadoğu’da ABD önderliğinde sürmekte olan rejim değişikliği operasyonları ve onların yol açtığı iç savaşlar, özellikle de Suriye’deki ve Irak’taki gelişmeler, Ankara’yı NATO’dan ve Avrupa Birliği’nden büyük ölçüde uzaklaştırmış; bu emperyalist ittifakların hedef tahtasında bulunan Rusya’ya ve İran’a iyice yakınlaştırmış durumda.
En çarpıcı ifadesini 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminde bulan çıkar çatışmalarının en son örneği, ABD ile Ankara arasında yaşanan “vize krizi”dir. ABD’nin TC yurttaşlarına vize vermeme kararının ve Ankara’nın buna aynı şekilde yanıt vermesinin asıl nedeni, basitçe, İstanbul’daki ABD başkonsolosluğundaki bir Türk çalışanının FETÖ soruşturmaları kapsamında tutuklanması, bir diğeri hakkında da gözaltı kararı alınması değildir (geçerken, 15 Temmuz darbe girişimi ile bağlantılı olarak 10’dan fazla ABD yurttaşının tutuklandığını belirtelim). Trump yönetiminin bu son hamlesi, Türkiye’nin Rusya ve İran ile geliştirmiş olduğu yakın işbirliğine ve Irak ile Suriye’deki Kürt milliyetçisi önderliklere yönelik faaliyetlerine yönelik bir tepkidir.
ABD ile Avrupalı emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin tırmandığı, bizzat AB’nin parçalanma sürecine girdiği ve Washington’ın giderek saldırganlaştığı koşullarda, Irak’taki KBY’nin bağımsızlık hamlesinden geri adım atmaması ve/veya Suriye’deki Türk birlikleri ile YPG güçleri arasında kasıtlı ya da kasıtsız yaşanacak bir çatışma, hızla büyük güçlerin dahil olacağı bir savaşa dönüşebilir.
ABD emperyalizminin küresel egemenlik uğruna yeniden biçimlendirmeye çalıştığı Ortadoğu’daki tüm yerel egemen sınıflar gibi, Türkiyeli egemen sınıf da bir yandan kendisini tehdit altında hissederken, aynı zamanda, yaşanmakta olan altüst oluştan kendi hedeflerine ulaşmak için yararlanmaya çalışıyor. Onların bu amaçla kurdukları ittifaklar, neredeyse sürekli olarak değişiyor.
Değişmeyen tek şey, başta Türkiye olmak üzere, tüm bölge devletlerinin dişlerine kadar silahlanıyor olmasıdır. Tüm egemen sınıfların yüzyıl önce emperyalizm eliyle çizilmiş olan yapay “ulusal sınırları koruma” (“toprak bütünlüğü”) ya da yeni sınırlar oluşturma (sözde “bağımsız” devlet kurma) resmi amacı ile tırmandırdığı savaş hazırlıkları, Ortadoğu’nun emperyalist paylaşımı savaşının bir parçasıdır ve her durumda gericidir.
Türkiye’nin İdlib’teki askeri varlığı, barışı sağlamaya yönelik bir çaba değil; bu savaş hazırlıklarının bir parçasıdır ve yalnızca Ortadoğu halklarını değil ama bir bütün olarak insanlığı daha önce tanık olunmadık bir felakete sürükleyebilecek küresel bir çatışmanın tetikleyicisi olabilir.
Bu gidişatı durdurmanın yolu, kaçınılmaz olarak yeni savaş tohumlarını ekecek şekilde, güçlü bir burjuva devletin diğerlerini egemenliği altına alması ya da etnik, kültürel ya da dinsel temelde yeni burjuva devletlerin kurulması değil; tüm sözde ulusal sınırların ortadan kaldırılması ve Ortadoğu’nun sosyalist eşitlik temelinde yeniden yapılandırılmasıdır.
Savaşın temel nedeni olan emperyalist egemenliğin son bulduğu; tüm büyük şirketlerin ve bankaların kamulaştırıldığı; tüm doğal ve toplumsal kaynakların emekçilerin demokratik denetimi altında toplumsallaştırıldığı; üretimin kâr için değil ama yalnızca insanların gereksinimlerini karşılayacak şekilde yeniden örgütlendiği böyle bir sistemi, sadece uluslararası işçi sınıfı kurabilir.
Ortadoğulu işçiler, bizzat yaşadıkları felakete son vermek ve emperyalizm eliyle hazırlanmakta olan çok daha büyük felaketleri engellemek için, başta emperyalist ülkelerdekiler olmak üzere tüm ülkelerdeki sınıf kardeşleri ile birlikte, sosyalist enternasyonalizmin bayrağı altında toplanmak ve savaş karşıtı bir hareket inşa etmek zorundalar.
Bu mücadelede, işçi sınıfının bölgedeki en gelişkin kesimlerinden birini oluşturan Türkiyeli işçilere büyük bir görev ve sorumluluk düşmektedir. Türkiye işçi sınıfı, Kürt, Arap, Musevi, İranlı ve diğer işçileri emperyalizme ve savaşlara karşı sosyalizm uğruna mücadelede birleştirmede ve onlar ile Avrupalı sınıf kardeşleri arasında bağlantı kurmada önemli bir rol üstlenebilir.
Ancak bunu başarabilmek için, öncelikle, emperyalist savaş yönelimine karşı olmayan ve “ulusal çıkar” yalanı altında savaş hazırlıklarına tam destek veren tüm burjuva siyasi önderliklerden ya da onların kuyruğunda yürüyen sendikalardan ve sahte sol örgütlerden kopmak; Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin şubesi olarak kendi enternasyonalist sosyalist partisini, Sosyalist Eşitlik Partisi’ni (SEP) inşa etmesi gerekmektedir. Bu, aynı zamanda, Türkiye’de ve Ortadoğu’da bir işçi iktidarının kurulması uğruna mücadele demektir.
Toplumsal Eşitlik, Türkiyeli işçileri ve gençliği, bu mücadelenin parçası olarak, sınır ötesi operasyonlara ve savaş hazırlıklarına karşı çıkmaya; emperyalizme ve savaşa karşı, sosyalizm uğruna kitlesel bir işçi hareketini örgütlenmenin can alıcı aracı olarak SEP’in inşasına katılmaya çağırır.