Bu yılki Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısı, öncekilerden farklı şekilde, dört eksikle toplandı. Zira Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ile kara, hava ve deniz kuvvetleri komutanları, YAŞ öncesinde, 29 Temmuz günü istifa etmişti. Elde herhangi bir resmi bilgi olmamasına karşın, istifaların ardında, tutuklu subayların geleceği konusunda komutanlar ile hükümet arasında sürmekte olan sert mücadelenin yattığı basında tartışılıyor.
“Ergenekon”, “Balyoz” ve “İnternet Andıcı” davalarında tutuklu olan 173’ü muvazzaf 250 askerden 14’ünün general ve amirallerden, 58’inin ise albay rütbesinde olduğu düşünülürse, söz konusu durumun, ordunun yönetim kademesi için ne denli önemli olduğu anlaşılabilir. Bu 14 general ve amiral ile albayın tayin ve terfi işlemleri, tutukluluklarından dolayı bu YAŞ toplantısında yapılamayacak. Dolayısıyla, Genelkurmay Başkanı’nın, istifa açıklamasında bu durumu ön plana çıkartarak “TSK’yi suç örgütü gibi gösteriyorlar”, “bu arkadaşlarımız peşinen cezalandırılıyor” çığlıkları atması boşuna değildi.
Ama hepsi bu değil. Her ne kadar, “fırtına”, subayların tutukluluk durumları ile tayin ve terfiler üzerinde patlamış, basın da olayın bu yanını ön plana çıkartmış olsa da, gerçekte söz konusu olan, ordu – hükümet (asker-sivil) ilişkilerinin yeniden düzenlenmesidir. Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanlarının istifalarını tereddütsüz kabul eden hükümet, bu yolda ödün vermeyeceğini ifade etmiş oldu.
Öte yandan, kimi burjuva politikacılarının ve medya yorumcularının savunduğunun tersine, bu durum, ne ‘laik’ ordu ile ‘İslamcı’ hükümet arasında yaşanan “büyük bir kriz” ne de asker-sivil ilişkilerinde bir “kırılma/dönüm noktası”dır. AKP hükümeti ile Genelkurmay arasında yaşanan mücadeledeki gerçek “kırılma/dönüm noktası”, 27 Nisan 2007’deki “e-muhtıra” idi. O zaman, Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir hükümet, sözde “laik ve demokratik cumhuriyetin koruyucusu” askerin muhtırasına “rest çekmiş”ti. AKP iktidarının bu başarısının ardında da, onun ve arkasındaki büyük sermaye gruplarının kararlılığı kadar, Genelkurmay’ın dünyada ve Türkiye’de yaşanmakta olan hızlı değişimi görmesini engelleyen dar görüşlülüğü yatıyordu.
Nitekim o “kriz”den başarıyla çıkan AKP, adayını (A. Gül) cumhurbaşkanı yapmakla kalmamış; arkasındaki halk desteğini arttırarak, küresel sermayenin programını uygulama yolunda, öncekinden daha kararlı biçimde yürümüştü. Ergenekon, Balyoz ve İnternet Andıcı soruşturmaları ile 12 Eylül 2010 anayasa referandumu, laik-ulusalcı asker-sivil bürokrasinin, küresel sermaye ve onun Türkiye’deki “ılımlı-İslamcı” ortakları karşısındaki çaresizliğini gözler önüne serdi. Koşaner ile üç kuvvet komutanının istifası, laik-ulusalcı sivillerden sonra askerlerin de açıkça “geri çekildiğinin” ilanı olarak görülmeli (anımsanacağı gibi, ilk “geri çekilme”yi, 12 Eylül’deki anayasa referandumunun ardından, 11 Ekim 2010’da topluca istifa eden 6 HSYK üyesi sivil bürokrat gerçekleştirmişti).
Hükümet, dört generalin bu “demokratik tepki”sinin (bu tanımlama, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na ait) Cumhurbaşkanı Gül’ün sözleriyle “sağduyu ile karşıladı” ve Jandarma Komutanı Necdet Özel’i, önce apar topar Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na, ardından da vekâleten Genelkurmay Başkanlığı’na atadı. Böylece, yine Gül’ün sözleriyle, “her şey mecrasına girmiş” oldu.
Genelkurmay Başkanı ile üç kuvvet komutanının toplu istifası ve hükümetin tutumu (ki hükümet gerçekte bir tavır almadı) hükümete yakın burjuva medya tarafından, “ordunun demokratikleştiğinin” ve hükümetin kararlılığının göstergesi olarak alkışlanırken, muhalefet saflarında belirgin bir şaşkınlık yarattı.
Ana muhalefet partisi CHP, 30 Temmuz günü yaptığı açıklamada, devlet kurumları arasında uyum olması ve askerin kışlada kalması gerektiğini vurgularken, hükümeti de -örtülü biçimde- “iftira atarak orduyu yıprattığı” ve “kurumları itibarsızlaştırarak ele geçirmek” istediği için eleştirdi. Partinin Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ise bir yandan generallerin tavrını “demokratik bir tepki” olarak takdir ederken, aynı zamanda, Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü Ria Oomen-Rujiten’in “Türkiye, demokratik kurumların askeri kararlar üzerinde denetim sahibi olduğu daha demokratik bir ülke haline geliyor” biçimindeki açıklamasına tepki gösterdi. Kılıçdaroğlu, Oomen-Rujiten’in “bu olayı demokrasi için çok önemli görmesini anlayamamıştı”! Özetle CHP, ne laik-ulusalcı cepheyi tatmin edebildi ne de asker vesayetinin kaldırılmasından yana olanları.
Başbakan Erdoğan, istifaların ertesi günü, 30 Temmuz akşamı yaptığı “ulusa sesleniş” konuşmasında “büyük bir restorasyon projesini hayata geçirdiklerinden” söz ederken, aynı zamanda bu istifaların da bir parçası olduğu “büyük resmi” işaret ediyordu. TC Devleti’nin istisnasız bütün kurumları, Türkiye ekonomisi kapitalizmin küresel işleyişine bütünüyle uyarlandığı için ve bölgede (asıl olarak güneyde) küresel sermayenin taşeronu olarak üstlendiği role uygun biçimde hızla kabuk değiştirmekte; onlar arasındaki ilişkiler de kaçınılmaz olarak değişmektedir.
Nitekim geçtiğimiz 25-30 yıllık dönem boyunca, önce, bankalardan ve şirketlerden başlayarak kapitalist işletmelerin sermayenin küresel işleyişine uyarlandığına tanık olduk (uyarlanamayanlar, kaçınılmaz olarak battı). Ulusal korumacı ekonominin küresel sermayeye / rekabete açılmasının ilk doğrudan sonuçlarını işçi sınıfı yaşadı. 1980’li yıllarda başlayan küresel sermayeye açılma sürecinde emekçilerin yaşam ve çalışma koşulları hızla kötüleşirken, önceki ulusal korumacı dönemde burjuvazi-işçi sınıfı-devlet üçgeni içinde “arabuluculuk” işlevini başarıyla yerine getirebilen sendikacılık iflas etti. Ekonomik zeminde (sermayenin birikim sürecinde) yaşanan köklü değişim, ister istemez, devlete yansıdı ve yasama-yürütme-yargı üçgeninde önceki dönemde kurulmuş olan dengelerin yeniden oluşturulması gerekti. Bunun için, 1982 Anayasası’nda onlarca değişiklik yapıldı ve sözde “AB ile uyum” adına yeni yasalar çıkartıldı. Nihayet, bütün bunların yetmediği görüldü ve büyük sermaye, parlamentonun önüne, bütünüyle yeni bir anayasanın hazırlanması görevini koydu.
Asker-sivil bürokrasinin vesayeti altındaki ulusal korumacı bir piyasa içinde biçimlenmiş olan kurumların ve düşüncelerin böylesi köklü ve tarihsel bir değişime sancısız biçimde uyum sağlaması, elbette mümkün değil. Bu durum en çok önceki rejimin (dahası, bizzat TC Devleti’nin) “kurucusu ve bekçisi” konumundaki kurumlar için geçerlidir. Bu konumdaki kurumlardan biri olan üniversiteler, doğrudan büyük sermayenin emrinde çalışan çok sayıda özel üniversitenin açılmasından ve devlet üniversitelerinin de piyasaya uyarlanmasından dolayı hemen hiçbir direniş sergileyemedi (“türban”, bu direnişin ideolojik maskesiydi). Ulusalcı sivil bürokrasi, kapsamlı özelleştirmeler ve sözleşmeli personel uygulaması eliyle büyük ölçüde tırpanlanmış olduğu için, direniş, asıl olarak yüksek yargıda ve orduda cisimleşmişti. 12 Eylül 2010’daki Anayasa reformu ile birlikte, yüksek yargı, küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin programına teslim oldu. Ellerinde bulundurdukları OYAK sayesinde aynı zamanda Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin ortakları olan generallerin kapitalizme ve sermayenin küresel işleyişine karşı olmaları, kuşkusuz, düşünülemez. Onlar, en fazlasından, güçlü rakipleri karşısında biraz korunma talep edebilirler. Dahası, çok sayıda küresel şirketle ve bankayla ortaklıkları olan yüksek asker bürokrasisinin on yıldır AKP eliyle sürdürülen liberal ekonomi politikalarına karşı çıkması mümkün değildir. Özetle asker bürokrasinin asıl sorunu, “iktidarın ortağı” hatta “denetleyicisi” olma alışkanlığından kurutulamaması; kendisini “devletin gerçek sahibi” sanmasıydı. Genelkurmay Başkanı ile üç kuvvet komutanının 29 Temmuz’da istifa etmesi, bu alışkanlığın bir hayli törpülendiğini gösteriyor.
Son olarak, en üst düzeydeki dört komutanın kimilerine “trajik” gelen bir biçimde istifa etmesinin ve hükümetin bu istifalar karşısındaki “sağlam” duruşunun, onu daha önceki dönemde yeri geldikçe başvurduğu bir “günah keçisi”nden mahrum bıraktığını belirtmek gerek. Türkiye, bir süredir, generallerin tutuklanabildiği, subayların “başarısız” ya da “sorunlu” askeri operasyonlardan dolayı soruşturulabildiği bir döneme girmiş durumda. Sivil siyasi iktidarın asker bürokrasi üzerindeki egemenliğini ifade eden bu dönemde, ordunun işleyeceği her suçun, atacağı her yanlış adımın hesabı iktidar partisinden sorulacak; o da, “benim gücüm yetmiyor” mazeretinin arkasına saklanamayacaktır. Bu durumun, en fazla Kürt hareketini ilgilendirdiğini söylemeye bile gerek yok.
Asker bürokrasi ile sivil siyasi iktidar arasında yeniden düzenlenen ilişkilerin en üst düzeydeki hukuki ifadesi, kuşkusuz, AKP’nin hazırlıklarına şimdiden başlamış olduğu yeni anayasa olacak. Gerek AKP gerekse CHP içinde, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması yönünde bir isteğin varlığı biliniyor ve bu, gerçekleşmesi durumunda, kuşkusuz askeri vesayetin geriletilmesi yolunda ileri bir adım olacaktır. Bununla birlikte, bu tür anayasa maddelerinin askeri darbeler ve diktatörlükler karşısında “demokratik” bir güvence oluşturduğunu söylemek için tarih bilincinden tamamen yoksun olmak gerekiyor.
Unutmamak gerekir ki, ordu, bütün devletler için olduğu gibi, burjuva devletin de “en etkili” koruyucusudur; burjuvazi, yaşamsal çıkarları söz konusu olduğunda ve başka bir çare kalmadığında, bütün “demokratik” kurumlarını lağvetmek üzere onu göreve çağırmakta tereddüt etmez. Bugün liberal burjuvazinin sivil siyasi iktidarın güçlendirilmesini ve askerin siyasi gücünün geriletilmesini sağlaması, onun demokratikleşmeye verdiği önemden değil, son on yıllarda dünya ekonomisine paralel olarak Türkiye’de yaşanan köklü değişimlerden kaynaklanıyor ve hiç şüphesiz egemen sınıfın çıkarlarına hizmet ediyor.
Yine unutmayalım ki, AKP iktidarı gerçekten “demokratikleşme” istiyor olsaydı, DGM’lerin yerine Özel Yetkili Mahkemeleri ve savcıları koymaz, siyasi partiler ve seçim yasalarını değiştirir, sosyalist işçilerin, devrimci gençliğin ve Kürt halkının tepesinde sallanan “terörle mücadele yasası”nı şimdiye kadar çoktan kaldırırdı. Dolayısıyla, bütün bu alanlarda tek bir adım bile atmamış olan AKP iktidarının ordunun üst kademesine yönelik düzenlemelerinin ardında, onun “demokratikleşme” sevdası yatmamaktadır. Amaç, ordunun, küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin çıkarlarına uygun biçimde yeniden yapılandırılmasıdır. Bu çıkarlar, Soğuk Savaş dönemine özgü büyük ve hantal ulusal ordusunu, bölgede ve dünyanın diğer yerlerindeki emperyalist müdahalelerde görev yapacak daha küçük ve hareketli, “profesyonel” bir silahlı güce dönüştürmeyi gerektiriyor.