Dün ABD topçu birliklerinin başlattığı bombalamalarla birlikte, Musul’a yönelik askeri saldırı başlamış oldu. Musul, 2014 yılının Ağustos ayında, Irak ordusu tarafından, neredeyse hiçbir direniş olmadan IŞİD’e teslim edilmişti. Operasyonun yoğun topçu ve hava saldırılarını kapsayan bu ilk aşamasını, birkaç gün içinde, kapsamlı bir kara harekatının izlemesi bekleniyor.
Medyada yer alan haberlere göre, ABD hava ve topçu saldırılarının başlamasının ardından El İrakiye televizyonuna konuşan Irak Başbakanı Haydar El İbadi, Türk ordusunun Musul operasyonuna katılmasına izin vermeyeceklerini, operasyonun sadece Irak güçleri tarafından gerçekleştirileceğini belirtti. Türkiye’yi “Irak topraklarını ihlal eden tek güç” olarak tanımlayan İbadi, “Türkiye’nin Başika’da güç bulundurması yeni bir problemdir” dedi ve ekledi: “Türkiye’den Irak’a muharebe gücü göndermesini istediğimizi gösteren bir belge varsa bize göstersin. Biz böyle bir şey istemedik.”
Musul’a 20 kilometre uzaktaki Başika kampı ve oradaki Türk askeri varlığı, Türkiye’nin geçtiğimiz yıl Aralık ayında 200 ek asker ile tanklar göndermesinin ardından, Ankara ile Bağdat arasındaki ilişkileri iyice gerginleştirmiş durumda. Tartışmanın patlak vermesinin ardından, ABD de, Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın ağzından, Türkiye’nin askerleri geri çekmesi gerektiğini söylemiş ve bu, Ankara’nın sert tepkisine yol açmıştı.
Irak hükümeti, Türk askerlerinin ülke topraklarında “işgalci” konumda bulunduğunu belirtirken, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni yanına çekmiş olan Ankara, Türk askerlerinin, anlaşmalar gereği ve “eğitim amacıyla” orada bulunduğunu iddia ediyor.
Irak hükümetinin Ankara’ya yönelik suçlamalarına en sert yanıt, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan geldi. Erdoğan, dün Rize’de yaptığı konuşmada, “Başika üssü orada duracak. Çünkü Başika aynı zamanda Türkiye’ye olacak terör saldırıları için bir sigortadır.” dedi.
Ancak Erdoğan’ın yanıtı, Bağdat ile bir restleşmeden ibaret değildi. O, “Şu anda Suriye’de beraber yürüyoruz” dediği ABD önderliğindeki koalisyon güçlerinin “rahat durmadığını” belirtti. Konuşmasını, “Şimdi, ‘Musul’u alacağız’ diyorlar. Musul’un ne DAEŞ ne de başka terör örgütlerine verilmesine müsaade etmeyiz. ‘Irak merkezi hükümetinin buna müsaade etmesi lazım’ diyorlar. Onlar önce kendi başının çaresine baksın.” diyerek sürdüren Erdoğan, Irak hükümetinin bir “üst akıl”dan “talimat” aldığına işaret etti: “Bizden orada böyle bir üs kurulmasını isteyen sendin. Şimdi ne oldu da değiştin? Hangi üst akıl sana talimat verdi de havan değişti. Bize kuru sıkı meydan okumaya kalkma.”
Bu sözler, Ankara ile emperyalist müttefikleri arasındaki ilişkilerin ne denli kırılgan ve “ölümcül” olabileceğini en son 15 Temmuz darbe girişiminde görmüş olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, o beladan sıyrılmış olmanın ve Rusya ile ilişkileri iyileştirmenin verdiği bir güvenle, IŞİD’in yenilgiye uğratılmasının ardından oturulacak olan pazarlık masasında güçlü bir konuma sahip olma hesabı yaptığının ifadesidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ankara’nın -Suriye’nin ardından- Irak’a yönelik istilacı amaçlarını alenen ilan ederken, diğer hükümet yetkilileri, açıkça, “yüz yıllık mezhep savaşları”ndan söz ediyorlar. (onların “Şii birliklerin Musul operasyonuna katılması”na yaptıkları gönderme, Ankara’nın 15 yıldır bütünüyle Sünni mezhepçiliği üzerine kurulu politikalar izlediğini bilenler için, son derece ince bir kılıf olmanın ötesinde, açık bir tehdittir.)
Erdoğan ve AKP iktidarı, son birkaç yılda hem emperyalist müttefikleriyle hem de Rusya ile yaşadığı önemli deneyimlerin ardından, Ankara’nın Suriye’de ve Irak’ta “oyun kurucu” bir güç olamayacağını görmüş durumda. Ancak Ankara’daki yöneticilerin Ortadoğu’da “oyun kurma” hayallerinin çökmesi, onların Washington-Berlin-Londra eksenine teslimiyetine değil; NATO ittifakı içinde “oyun bozucu” diyebileceğimiz bir rol üstlenmesine yol açtı. Bunun en etkili ifadesi, halen sürmekte olan “Fırat Kalkanı” adlı operasyon oldu.
Suriye üzerinde, karşı saflarda görünmesine karşın, Moskova ile ilan edilmemiş bir uzlaşmaya varmış görünen Ankara, şimdi, kendisini, birkaç ay öncesi ile karşılaştırılamayacak kadar rahat hissetmektedir. Erdoğan’ın ve hükümetinin Musul operasyonunda aktif bir rol oynama yönünde sergilediği kararlılık, Ankara’nın, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin atlatılmasının ve PYD/YPG önderliğindeki güçlerin ilerlemesini engelleyen “Fırat Kalkanı” operasyonunun ardından yeniden artan özgüveninin bir ifadesidir. Anımsanacağı üzere, Ankara’nın Batılı müttefikleri, Suriye’de başlatılan ve asıl olarak ABD’nin Kürt müttefiklerini Fırat Nehri’nin doğusuna sürmeyi amaçlayan Türk askeri operasyonunu sessizce kabullenmek zorunda kalmışlardı.
Erdoğan ve AKP iktidarı, Suriye ile Irak’ın -hatta tüm Ortadoğu’nun- bir bütün olarak ele alınması gerektiğini ve burada yaşananların Türkiye’nin geleceğini biçimlendireceğini çok iyi bilmektedir. Dolayısıyla, Ankara’nın Musul operasyonunda aktif rol alma ve Şii güçlerin operasyondan dışlanması isteği, onun Suriye’deki PYD/YPG güçlerine yönelik tutumuna paraleldir.
Ankara’nın Başika üssü ve Musul operasyonu konusundaki tavrı ile ABD-Rusya arasındaki tehlikeli gerilimden kendi çıkarına yararlanma çabası, aynı zamanda, Türkiye’nin yalnızca Bağdat hükümeti ve İran değil ama ABD ile de karşı karşıya gelebileceği bölgesel bir savaş tehlikesini yakınlaştırmaktadır.
Ankara’daki yöneticilerin Irak’taki en yakın müttefikinin, en az AKP iktidarı kadar yozlaşmış ve baskıcı Barzani yönetimi olduğu biliniyor. Bununla birlikte, kendi müflis yönetimini emperyalist merkezler ve bölgesel güçler arasında geliştirdiği ilkesiz ittifaklar üzerinden sürdürmeye çalışan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin, hem onlara hem de PKK’ye karşı Ankara’daki büyük ortağına ne kadar sadık kalacağı, büyük bir soru işareti.
Ancak Ankara’daki yöneticiler, bütün bu hesapları yapacak durumda değiller. Derin bir ekonomik krizin eşlik ettiği siyasi çatışmalarla (15 Temmuz darbe girişimi bunun en açık ve uç ifadesiydi) karşı karşıya olan Türkiyeli egemenler, içeride daha otoriter bir rejim kurar ve işçi sınıfına karşı bir saldırı yürütürken, toplumsal-siyasal gerilimleri “dışarıya” akıtmanın en etkili yolu olarak militarizme ve savaşa yönelmek zorundalar. Dahası bu, TBMM’de Suriye-Irak tezkerelerine verilen “evet” oylarında görüldüğü gibi, basitçe, Erdoğan’ın ve AKP iktidarının değil; tüm burjuva siyaset kurumunun yönelimidir. Burjuva siyaset kurumunun farklı bileşenleri arasındaki tartışmalar, diktatörlük-toplumsal saldırı-savaş yönelimine karşı olup olmama üzerine değil; bu yönelimde izlenecek taktikler konusundadır. Burjuva siyasi önderlikler, egemen sınıfın temsil ettikleri kesimi adına, emperyalist devletler ve onlar ile Rusya arasındaki çatışmadan en fazla nasıl yararlanılabileceğinin hesabı içindeler.
Ortadoğu’nun, I. Dünya Savaşı öncesi Balkanlarını andırdığı bu ortamda Irak’ın ve Suriye’nin emperyalist yağmasından olabildiğince büyük bir pay kapma hesabı yapan burjuva siyaset kurumu, yüz yıl önce olduğu gibi, milyonlarca insanın egemen sınıfın yağmacı çıkarları uğruna öleceği emperyalist bir savaş yönelimine girmiş durumda.
Emekçileri ve gençliği dinsel, mezhepsel, milli “çıkarlar”, hatta sözde “insan hakları” adına birbirini boğazlamaya “ikna etmeye” çalışan burjuva medyası ve üniversiteler, bu yönelimin başlıca suç ortaklarıdır.
Yaklaşmakta olan felaketi durdurabilmek için, öncelikle, işçi sınıfının ve gençliğin, Afganistan’da, Afrika’da ve Ortadoğu’da yıllardır sürdürülen ve toplumları felakete sürüklemiş olan emperyalist müdahalelere “insan hakları”, “demokrasi” ve sözde “kendi kaderini tayin hakkı” adına destek toplayan burjuva siyaset ve medya kurumu ile onun sahte solcu uzantılarından kopması gerekmektedir.
Bunu başarmanın yolu, bütün ülkelerde, savaşı ve topyekün yok oluşu engelleyebilecek ve insan soyunu ilerletebilecek tek toplumsal güç olan uluslararası işçi sınıfının sosyalist devrimci önderliği olarak Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’ni (DEUK) inşa etmekten geçiyor. Bütün okurlarımızı, DEUK’un günlük yayın organı olan Dünya Sosyalist Web Sitesi’ni (wsws.org) okumaya, düşüncelerini paylaşmaya ve DEUK’un Türkiye şubesini inşa etme faaliyetine katılmaya çağırıyoruz.