Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) önderi Devlet Bahçeli arasında gerçekleşen 2019 seçimlerine yönelik ittifak görüşmeleri, egemen sınıfın yönetim krizinin ve milliyetçilik, diktatörlük ve militarizm dışında bir çıkış yolu bulamadığının ifadesidir.
AKP ile MHP’nin 2019 seçimlerinde ittifak yapabileceğine ilişkin söylentiler aylar öncesine dayanıyor ama bunlar, bir hafta öncesine kadar, özellikle AKP kurmayları tarafından kibarca geçiştiriliyordu. Ancak Bahçeli’nin 8 Ocak’ta yaptığı açıklamanın ardından işler hızla değişti. MHP Genel Başkanı, partisinin cumhurbaşkanı adayı göstermeyeceğini ve 2019 cumhurbaşkanlığı seçimleri için “Yenikapı ruhu ile hareket edeceklerini” söyleyerek, Erdoğan’ı destekleyeceklerini belirtmişti. Bu açıklamadan yalnızca iki gün sonra, 10 Ocak’ta, Erdoğan ile Bahçeli arasında seçim ittifakı üzerine bir görüşme yapıldı.
Görüşmeden sonra partisinin milletvekilleri ile bir araya gelen Erdoğan, “Milli ve yerli olan herkesle birlikte hareket ederiz. Biz seçim ittifakını milli mutabakat olarak görüyoruz. Milli bir mutabakat olacak. Sayın Bahçeli mili ve yerli bir duruş sergiledi” dedi. Bunun ardından, her iki partiden üçer kişinin katılacağı seçim ittifakı komisyonu oluşturacağı belirtildi.
Totaliter ve faşizan güçlerin AKP etrafında toplanma eğiliminin bir diğer ifadesi, Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Mustafa Destici’nin açıklaması oldu. “BBP olarak, Türk milliyetçilerinin, muhafazakarlar ile maneviyatçıların birlikteliğinden memnuniyet duyduğumuzu ve desteklediğimizi, bu işbirliğinin yanında olduğumuzu çok güçlü bir şekilde ifade ediyorum. Hatta bu birlikteliğe Saadet Partisi’nin de katılmasını da arzu ediyoruz.” diyen Destici, “milli ve yerli” ittifakı desteklediğini ifade etti.
MHP ile BBP, 15 Temmuz darbesi sonrası olağanüstü hal uygulaması ile başlayan ve 16 Nisan referandumu ile birlikte hız kazanan diktatörlük yöneliminin başlıca destekleyicileri konumunda. Anayasanın bütünüyle ayaklar altına alındığı bu bir buçuk yıllık süreçte, ülke, TBMM’nin varlığına fiilen son verecek biçimde, bütünüyle Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) eliyle yönetiliyor.
Bu süreçte, sözde “darbeciler ile mücadele” adı altında, işçi sınıfına yönelik saldırılar büyük ivme kazanmış, başta burjuva Kürt milliyetçileri olmak üzere düzen içi muhalefet büyük ölçüde sindirilmiş durumda. İçeride sosyal ve demokratik hakları ortadan kaldıran bu saldırılara, Suriye’ye ve Irak’a yönelik askeri yığınaklar ve savaş hazırlıkları eşlik ediyor.
Özetle, şoven Türk milliyetçiliği ve Sünni İslam ekseninde kurulan bu “Milli Cephe”, içeride 15 Temmuz darbesi sonrasında aralıksız ilerletilen otoriter rejim inşasını tamamlamayı; dışarıda ise militarizmi tırmandırmayı amaçlamaktadır.
Faşizan ve totaliter güçler AKP’nin etrafında toplanırken, seçim ittifakları konusundaki benzeri görüşmeler, 16 Nisan 2017 anayasa değişikliği referandumunda “hayır” kampanyası sürdürmüş olan burjuva muhalefet partileri arasında da sürüyor.
Geçtiğimiz günlerde, CHP’nin ve Saadet Partisi’nin (SP) önderleri arasında, ayrıntıları açıklanmayan bir görüşme yapıldı. CHP, esas olarak 16 Nisan’daki “hayır” bloğunu büyütmeyi temel alan bir strateji peşinde koşuyor.
Bununla birlikte, ikisi de genel olarak Batı (NATO-AB) yanlısı olmakla birlikte, milliyetçilik ekseninde birbiriyle çatışan Halkların Demokratik Partisi (HDP) ile İYİ Parti’nin nasıl olup da ortak bir program etrafında bir araya geleceği, büyük bir soru işareti.
Dahası, Kürt milliyetçilerinin ve İslamcı SP’nin katılmadığı, CHP ile İYİ Parti arasında kurulacak olan bir ittifakın, sürekli yükselen toplumsal muhalefeti manipüle ederek olası bir seçim zaferi kazanması durumunda kuracağı hükümet, işçi sınıfı düşmanlığı, milliyetçilik ve militarizm konusunda AKP-MHP ittifakından geri kalmayacaktır.
CHP ve İYİ Parti, ne emperyalist savaş yönelimine ne de polis devleti inşasına karşıdır. 15 Temmuz 2016’daki NATO-AB destekli askeri darbe girişimine açıkça karşı çıkmayan ve halkı ona karşı direnmeye çağırmayan bu partiler, AKP’yi, diktatörlük ve savaş yöneliminden dolayı değil; NATO-AB ekseninden uzaklaştığı için, sağdan eleştirmektedirler. Onların “demokrasi” ve “adalet” konusunda ettikleri tüm laflar, emperyalizm yanlısı karakterlerini gizlemeye ve emekçi kitleleri manipüle etmeye yöneliktir ve boştur.
“Barış süreci” sırasında AKP’yi Kürt milliyetçileri ile işbirliği yapmakla suçlayan bu partiler, şimdi, Ege Denizi’ndeki bazı Yunan adaları üzerinden iktidara yükleniyor; bu adaları “kurtarmaktan” söz ediyorlar. Unutmamak gerekir ki hem CHP hem de MHP’den ayrılıp artık İYİ Partili olan milletvekilleri, bugüne kadar meclise gelen bütün Suriye ve Irak tezkerelerinde AKP hükümetini desteklemişlerdir.
İktidardaki ve muhalefetteki bütün burjuva partiler, işçi sınıfı düşmanlığı, milliyetçilik, otoriterlik ve militarizm konularında benzer politikalar ileri sürmektedir. Onlar arasındaki ayrımlar, emperyalist sistemin savunusu karşısında ikincildir.
İYİ Parti neyi temsil ediyor? başlıklı yazımızda belirttiğimiz gibi, “AKP’den CHP’ye, MHP’den HDP’ye ve en son kurulan İYİ Parti’ye kadar burjuva partiler arasında yaşanan anlaşmazlıklar, demokrasi ile diktatörlük, barışseverlik ile militarizm ya da emek yanlıları ile işçi sınıfı karşıtları arasında değildir. Bu partiler, sermayenin rakip kesimlerinin siyasi sözcüleridir ve söz konusu ayrımlarda, istisnasız bir şekilde ikincilerin arasında yer almaktadırlar. Onlar arasındaki tüm farklılıklar, egemen sınıfların küresel ölçekte sürdürdüğü savaş, diktatörlük ve toplumsal karşıdevrim politikalarının burjuvazinin hangi kesimi yararına ve hangi uluslararası güçler ile işbirliği içinde yürütüleceği konusundadır.”
Tüm burjuva partilerin milliyetçilik, diktatörlük ve militarizm konusunda her geçen gün sağa kayması, esas olarak egemen sınıfın bir bütün olarak sağa yönelmesinin bir sonucudur. Egemen sınıf içinde, burjuva anlamda bile olsa, demokrasiyi ve barışı savunan hiçbir hizip bulunmuyor. Bu Türkiye’ye özgü olmayan ve temelleri kapitalizmin krizinde yatan uluslararası bir olgudur.
Sovyetler Birliği’nin Stalinist bürokrasi eliyle dağıtılmasının ardından kapitalist dünyada hüküm süren kısa süreli zafer sarhoşluğundan, özellikle de 2008 krizinden sonra, küresel ekonomi ile dünyanın rakip ve çatışan ulus devletlere bölünmüşlüğü arasındaki temel çelişki, patlama noktasına gelecek şekilde yoğunlaşmıştır. Her biri kendi ulus devletinin desteği ile küresel piyasalara açılmış olan rakip sermayeler, şimdi, konumlarını rakiplerinin aleyhine koruyabilmek ve geliştirebilmek için, yeni bir emperyalist paylaşım savaşını tırmandırıyorlar.
Ekonomik ulusalcılığın tırmandığı ve sağcı milliyetçi, popülist hareketlerin yükseldiği bu sürecin ulusal ölçekteki ifadesi, her ülkede, işçi sınıfından asalak bir mali oligarşiye devasa servet aktarımıdır. İstisnasız tüm ülkelerde otoriter ve polis devleti yöntemlerinin benimsenmiş olmasının nedeni, toplumsal eşitsizliği tarihte görülmedik düzeylere çıkartan bu servet aktarımının geleneksel burjuva demokratik egemenlik biçimleri ile bağdaşmamasıdır.
En keskin ifadesini ABD Başkanı Trump tarafından benimsenen “Önce Amerika” politikasında bulan bu diktatörlük ve savaş yönelimi, burjuva muhalefetin baş tacı ettiği Avrupa Birliği de dahil, dünyanın her yerinde, bir bütün olarak siyaset kurumunu sağa kaydırmıştır.
Egemen sınıfın ve temsilcilerinin bir bütün olarak aşırı sağa kaymasına, burjuvazinin herhangi bir kanadı ile ittifak kurarak yanıt verilemez. ABD’de Bernie Sanders’ın, Yunanistan’da Syriza’nın, Almanya’da Sol Parti’nin ve Türkiye’de HDP’nin siyasi iflası bunun başlıca kanıtlarıdır. Savaş ve diktatörlük yönelimine karşı başarılı bir mücadele, yalnızca, burjuvazinin tüm partilerine siyasi olarak düşman, işçi sınıfı eksenli, emperyalizm karşıtı, sosyalist ve enternasyonalist bir perspektifle verilebilir.
Nasıl ki egemen sınıflar savaş ve diktatörlük yönelimlerini küresel düzeyde koordine ediyorlarsa, işçi sınıfı da savaş ve diktatörlük yönelimine karşı mücadelesini, aynı biçimde uluslararası ölçekte örgütlemelidir. Bu perspektifi savunup geliştiren ve ona önderlik etme kapasitesine sahip tek siyasi örgütlenme, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi ile onun ulusal şubeleri olan Sosyalist Eşitlik Partileridir.
Türkiyeli işçiler, her ikisi de emperyalist sistemin savunucusu olan AKP önderliğindeki “milli ve yerli” maskeli savaşçı-militarist ittifaka ve CHP’nin başını çektiği sözde “demokrasi” ya da “adalet” bloğuna karşı, işyerlerinde ve mahallelerinde kendi bağımsız ve enternasyonalist alternatifleri olarak Sosyalist Eşitlik Partisi’ni inşa etmelidirler.