Bursa Orhangazi’de bulunan Asil Çelik fabrikasında dün başlaması gereken grev, bakanlar kurulu tarafından, “Milli güvenliği ve genel sağlığı bozucu nitelikte” bulunarak 60 gün ertelenerek fiilen yasaklandı. Grev kararı, Birleşik Metal İşçileri Sendikası (Birleşik Metal-İş) ile şirket arasında 7 Eylül 2016’da başlayan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine alınmıştı. Asil Çelik fabrikasında 1.000’e yakın işçi çalışıyor ve bunların 450 kadarı Birleşik Metal-İş üyesi.
Asil Çelik’teki grev, Birleşik Metal-İş ile Elektromekanik Metal İşverenleri Sendikası (EMİS) arasında 1 Eylül 2016-31 Ağustos 2018 dönemini kapsayan iki yıllık grup toplu iş sözleşmesi (TİS) sürecinin bir parçası değildi. Toplam 26 işyerinde çalışan 2.200 işçiyi kapsayan EMİS TİS sürecinde, Schneider’in Manisa, Gebze, Çiğli ve Samandıra, ABB’nin Kartal, Dudullu ve Dilovası fabrikalarının yanı sıra, Gebze’deki General Electric Alstom’da çalışan işçiler 20 Ocak’ta greve çıkma kararı aldılar. Yine, Çayırova’da bulunan Isuzu fabrikasındaki işçiler, önceki gün, patronun telafi çalışması ve zorunlu yıllık izin dayatmasına karşı fabrika önünde direnişe geçtiler.
Hükümetin EMİS’e bağlı şirketlerdeki grevin hemen öncesinde Asil Çelik grevini yasaklamasının ardında, patronlar ile işçiler arasında yaşanacak açık bir hesaplaşmanın birkaç fabrika ile sınırlı kalmayıp tüm işkollarına yayılabileceği ve hızla, devrimci dinamikler içeren kitlesel bir siyasi mücadeleye dönüşebileceği kaygısı yatmaktadır.
Öte yandan, Suriye’de ve Irak’ta sürmekte olan yağmacı savaşta aktif biçimde yer alan; NATO’nun ve AB’nin parçalanma sürecine girdiği bir ortamda geleneksel Batılı müttefiklerinden hızla uzaklaşarak Rusya’ya yakınlaşan; ağır bir ekonomik krizi yönetmeye ve onun tüm bedelini işçi sınıfına ödetmeye çalışan; egemen sınıfın açık diktatörlük yönelimini ifade eden yeni bir anayasayı topluma dayatmayı hedefleyen AKP iktidarı, bu kaygıda yalnız değil.
Patronların ve iktidarın bu kaygısı, tabandaki işçilerin baskısı sonucunda Asil Çelik’te ve diğer fabrikalarda grev kararı almış olan Birleşik Metal-İş bürokrasisi tarafından da paylaşılmaktadır. Hatırlatmak gerekir ki, bu bürokratlar, daha geçtiğimiz ay, Bekaert’te grevde olan işçileri yalıtma, moral bozukluğuna uğratma gibi çeşitli yıkıcı yollarla şirketin fiili temsilcileri rolünü üstlenmiş ve ardından, grevi bitirmek için yaptıkları oylamadan çıkan sonucu bile açıklamadan, şirketin grev öncesi verdiği teklifin neredeyse aynısını imzalamışlardı.
Asil Çelik’te sendikanın benzer bir politika uygulamasından önce davranan hükümetin grevi yasaklamasının ardından, Birleşik Metal-İş sendikasının genel başkanı Adnan Serdaroğlu, dün fabrika önünde toplanan işçilere, “Biz işçiyiz, biz emekçiyiz, biz bu ekonomiyi sırtlayan kişileriz… Biz bu ülkenin namuslu insanlarıyız. Darbesine, terörüne karşı çıkan, çoluğunu çocuğunu burada kazandığı rızkı ile geçindirmeye çalışan insanlarız.” diye başladığı bir konuşma yaptı.
Önce, sürekli “biz”, “bizim” diyerek kendisini işçiler ile özdeşleştiren Serdaroğlu’nun ve suç ortaklarının işçilik ile hiçbir ilişkisi olmadığını belirtelim. Serdaroğlu, yaklaşık 30 yıl önce aktif işçilikten koparak sendika bürokrasisi içinde yükselmiş bir “emek polisi”dir.
İktidara, “Siz benim anayasal hakkımı neden engelliyorsunuz. Siz bizim çocuğumuzun rızkını neden engelliyorsunuz?” sorusunu yönelten Serdaroğlu’nun konuşması, gerçekte, sendika bürokratlarının patronlar ve siyasi iktidar ile ilişkilerini ortaya koyan ibret verici bir itiraftı:
“Geç saatlere kadar müzakereleri sürdürdük. Sadece işveren ile değil… Aramadığımız kimse kalmadı. Bu ülkeyi yöneten insanları, bu işin çözümü noktasında göreve davet ettik. Dedik ki Asil Çelik işçisi sizin görevinizi yapmanızı bekliyor. İnsanların haklarını ortadan kaldırarak bu işi çözemezsiniz. Bu işe müdahale edin, bu işi çözmemize yardımcı olun’ dedik.”
Birleşik Metal-İş yöneticileri, Serdaroğlu’nun ifadesiyle, bu görüşmeler sırasında bir uzlaşmaya varmaları durumunda, işçilere “soracak” ve onların “onayını aldıktan sonra”, “bu süreci tamamlayacaklardı.”
Metal işçileri, patronlarla ve AKP iktidarı ile kapalı kapılar ardında satış görüşmeleri yaptığını itiraf eden bu sendika bürokratının işçilerin “onayını almaktan” bahsederken neyi kastettiğini çok iyi biliyorlar: Sefalet içinde yaşayan işçileri, işsiz kalma, hatta -OHAL uygulamaları çerçevesinde- tutuklanma tehdidiyle “ikna etmek.”
Dahası, Serdaroğlu, patronların ve siyasi iktidarın bütün dayatmalarını kabul edeceklerini de açıkça ilan ediyordu: “eğer birkaç gün içerisinde anlaşma sağlanamazsa özel hakeme gidilecek ve biz orada da dertlerimizi anlatacağız. Bugün biz engellensek de haklı durumdayız. İşin içerisinde bir kuruşun iki kuruşun hesabını yapar durumdayız.”
Peki, “özel hakem”e gidildiğinde ne olacak? Bu sorunun yanıtını, 29 Ocak 2015’teki grevlerin yasaklanması kararını da işçilerin karşı çıkmasına rağmen uygulamış olan Birleşik Metal-İş’in, “Ne yazık ki AKP Hükümeti, sendikamızın pazarlık gücünü tamamen elinden almış, işçinin evine götüreceği ekmeği ve kaderini işverenin ve Yüksek Hakem Kurulunun insafına bırakmıştır.” diyen resmi açıklamasında buluyoruz.
Aynı sözleri, yaptığı yazılı açıklamada “Kimse kimseyi kandırmasın! Grev yasaklarının gerekçesi milli güvenlik değildir! Gerçek amaç, işçinin evine götüreceği ekmeği, işverenin ve Yüksek Hakem Kurulu’nun insafına bırakmaktır!” diyen DİSK Genel Başkanı Kani Beko da yineledi.
“Mücadele” mi dediniz? Başlıca işlevlerinin, işçileri patronların artan saldırıları karşısında ideolojik, siyasi ve örgütsel olarak silahsızlandırmak olduğunu çok iyi bilen sendika bürokratları, nasıl bir “mücadele” çizgisi izleyeceklerini de açıklıyorlar: “Sendikamız Birleşik Metal-İş’in, tüm bu engellemelere rağmen gerek üyelerimizin gerekse işçi sınıfının ortak çıkarları adına mücadeleyi sürdüreceğinin tüm kamuoyunca bilinmesini isteriz.”
Birleşik Metal-İş’in başkanı gerçekte hiçbir şey yapmayacaklarını ilan ederken, onun DİSK’in başındaki suç ortağı Kani Beko, daha ajitatifti: “İşçi sınıfı, ekmeğini, kaderini ve haklarını hiç kimseye teslim etmeyecek, birliğini ve dayanışmasını güçlendirerek direne direne kazanacaktır! Unutulmasın ki, sendikaları Birleşik Metal-İş’in çatısı altında işi, ekmeği için onurlu bir mücadele yürüten metal işçileri hiçbir zaman yalnız kalmayacaktır!”
Ne var ki, bu siyasi sahtekarlık, özellikle 2015 metal grevleriyle birlikte, artık, işçilerin gözünde çok daha açık hale gelmiş durumdadır. Birleşik Metal-İş bürokratlarının EMİS fabrikalarındaki grevi daha başlamadan kırmak için moral bozukluğu ve teslimiyet yayma, işçileri çeşitli biçimlerde tehdit etme ve General Electric (Alstom) fabrikasında grev sandığını bir kez daha kurma girişimlerinin hiçbir sonuç vermemesi, bunun açık bir ifadesidir.
DİSK genel başkanının ve ortaklarının sıkça başvurduğu bu söylem, geçtiğimiz yüzyılın sosyal demokratlarının ve Stalinistlerinin ulusalcı reformist / sendikalist programını ifade etmektedir. Bununla birlikte, “sınıf dayanışması”, “mücadele”, “direniş” vb. kavramların, devrimci siyasi içerikleri boşaltılarak faydacı biçimde kullanıldığı bu söylem, onun daha “solcu” muhalifleri tarafından da benimsenmiş durumda.
Kızıl Bayrak örneği
Örneğin, Kızıl Bayrak, Kazanmak için sınıf dayanışması başlıklı bir yazısında, “Grev aşamasında sınıf dayanışması temel önemde bir yerde durmaktadır. Özellikle dayanışma eylemleri örgütlenmeli, grevin sesi sınıfın ulaşabildiği kadar en geniş kesimlere ulaştırılmalıdır.” diyor ve “iç örgütlülüğün güçlü olması” gerektiğini vurguluyor. Kızıl Bayrak, “sınıfa yabancılaşmış ve sınıf mücadelesi içerisinde bir kambur haline gelmiş, gerçekte kurulu düzenin devamı için çalışan asalaklar” olarak tanımladığı sendika bürokratlarının bu konularda yeterli hazırlığı yapmadığını belirterek, “bu asalak takımının ayak oyunlarını boşa çıkarmak büyük bir önem taşımaktadır.” diyor.
Peki, bu nasıl başarılacak? “Sınıfa yabancılaşmış ve sınıf mücadelesi içerisinde bir kambur haline gelmiş, gerçekte kurulu düzenin devamı için çalışan asalaklar” ile nasıl baş edilecek?
Kızıl Bayrak’ın bu sorulara verdiği yanıt, metal işçisinin, “yasakçı ve yasalcı zihniyetlere karşı 2015 yılının Mayıs ayında başlayan Metal Fırtına’yı kendine rehber alması”dır. O, Metal Fırtına ruhunu kuşanmaya! başlıklı yazısında, “EMİS’ten koparılıp alınacak tüm haklar, sadece sözleşme kapsamındaki işçiler için değil diğer metal fabrikalarındaki işçiler için de yol açıcı nitelikte olacaktır.” diyor ve ekliyor: “Bu önemden dolayı greve yürüyen metal işçileri geçmişinden dersler çıkarmalı ve grevin zaferi için yolunu deneyimleri ile aydınlatmalıdır.”
Kızıl Bayrak’ın sözünü ettiği deneyim, Renault işçilerinin Mayıs 2015’te başlattığı ve birçok önemli fabrikaya yayılan militan yasadışı kitlesel grevlerdi. Bu deneyimden, hiç kuşkusuz, bütün siyasi partiler ve akımlar dersler çıkarmıştı. Örneğin, DİSK’e ve KESK’e “sol” maske takarken sözde “solcu” bürokratların siyasi avukatlığına soyunan bütün sahte sol örgütler gibi, DİP, Birleşik Metal-İş’in “mücadeleci” ve “demokratik” bir sendika olduğu yalanını yayarak onun arkasında hizaya geçmişti. Sendikanın reklamını, bizzat bürokratlardan daha fazla yapan DİP, bu sendikalist rolünü oynamaya devam ediyor.
Peki, Kızıl Bayrak’ın çıkarttığı ders neydi? Kızıl Bayrak’ın, çok doğru bir şekilde, Birleşik Metal-İş’i destekleyen sahte solu, “sınıf devrimcilerine dönük düşmanca tutum” almakla ve “grev kırıcı pratiklerini” sürdürmekle eleştirdiğini; sendika bürokratlarının “grev kırıcı” rolünü vurguladığını biliyoruz.
Bununla birlikte, Kızıl Bayrak, geleneksel Stalinist sendikalist çizgiden kopamamış ve işçilere, “taban inisiyatifleriyle söz-yetki-karar haklarını uyguladıkları bir sendika… yani sınıf sendikacılığı” önermişti. Özetle, Kızıl Bayrak, işçilere, kendi yönetimindeki bir “kızıl sendika” reçetesini sunuyordu. Kızıl Bayrak’ın bu perspektifini, Metal grevleri ve Kızıl Bayrak’ın “yeni sendika” perspektifi başlıklı yazımızda değerlendirmiştik.
Lenin’in Ne Yapmalı? adlı eserinden “Kendiliğinden işçi sınıfı hareketi, kendi başına, (kaçınılmaz olarak) yalnızca sendikacılığı yaratabilir ve sendikacı işçi sınıfı politikası tam da burjuva işçi sınıfı politikasıdır.” sözlerini aktardığımız o yazıda, Troçki’nin Britanya’da Sendikalar adlı, günümüze de ışık tutan makalesinden şu alıntıyı yapmıştık:
Hiç kimse işçilerin kör olduklarını ve sendikaların tarihsel rolünde yaşanan değişikliği görmediğini sanmamalı… İşçiler kendi kendilerine şöyle diyorlar: Sendikalar kötü, ancak durum onların yokluğunda daha da kötü olabilir. Bu, çıkmaz bir sokakta olmanın psikolojisidir. Bu sırada sendika bürokrasisi devrimci işçilere her zamankinden daha küstahça zulmediyor, giderek daha fazla arsızlaşan bir biçimde iç demokrasinin yerine bir kliğin keyfi davranışlarını geçiriyor; aslında, kapitalizmin çöküşü sırasında, sendikaları işçiler için bir tür toplama kampı haline getiriyor.
… Sendika aygıtı kitlelerden büyük ölçüde bağımsızlaşmış durumda. Bürokrasi, kitleler kendisine karşı döndükten sonra konumunu uzun bir süre için koruyacak güce sahiptir. Ancak tam da kitlelerin daha şimdiden sendika bürokrasisine karşı düşman olduğu ama bürokrasinin de hâlâ örgütün düşüncesini saptırabildiği ve yeni seçimleri sabote edebildiği böyle bir ortam, fabrika komitelerinin, işçi konseylerinin ve verili herhangi bir anın ihtiyaçlarına uygun diğer tür örgütlenmelerin yaratılması için son derece uygundur.
Toplumsal Eşitlik, 2015 metal grevlerinden çıkardığı sonuçları, Metal sektöründeki grevlerin ilk siyasi dersleri başlıklı yazıda şöyle özetliyordu:
Sahte solun bütün yüzeysel iddialarına karşın, metal işçilerini harekete geçiren temel etmen, ücret zammı ya da bir başka sendikaya geçme isteği değildir. On binlerce işçinin eyleminin ardında, onların göremediği ve sahte solun üstünü örtmek istediği çok daha derin bir ekonomik ve toplumsal dinamik yatmaktadır: dünyayı felaketin eşiğine getirmiş olan kapitalizmin küresel krizi.
Başta emperyalistler olmak üzere bütün ülkelerin egemen sınıfları, şimdi, bu kriz karşısında kaçınılmaz olarak patlayacak kitlesel devrimci işçi hareketlerine hazırlanıyorlar. Onlar, içeride işçi sınıfının ve gençliğin birikmiş öfkesine karşı giderek daha otoriter yöntemlere, burjuvazinin açık diktatörlüğüne yöneliyorlar. Zira nüfusun ezici çoğunluğunun yoksulluğa, işsizliğe, toplumsal eşitsizliğe ve savaşa olan tepkisini bastıracak başka araçlara sahip değiller.
İçerideki polis devleti inşasına, uluslararası alanda dizginlerinden boşalmış bir silahlanma eşlik ediyor. İnsanlığın, toplumsal servetin ezici bölümüne el koyan ve devletleri elinde tutan yüzde birlik bir kesimi, bir bütün olarak uygarlığı yıkıma uğratacak yeni bir dünya savaşına hazırlanıyor.
Bu koşullar altında, işçi sınıfının, egemen sınıfın toplumsal karşı-devrim ve savaş yönelimine ve sahte solun artık hiçbir maddi temeli kalmamış olan ulusal burjuva “toplumsal reform” ve “toplumsal barış” programına karşı kendi bağımsız devrimci alternatifi olarak uluslararası sosyalizm programını yükseltmesi ve bunun için de sendikal değil, sosyalist sınıf bilinciyle donanması gerekiyor.
Bu, uluslararası işçi sınıfı hareketinin 200 yıllık tarihsel deneyimi ile modern kapitalist toplumun bilimsel çözümlemesi üzerine kurulu sosyalist bir perspektif ve program etrafında yeni bir devrimci işçi hareketinin inşası demektir.
Bu Marksist perspektifi, bir yıl önce yayımladığımız Renault işçilerini savunun! başlıklı yazımızda güncellemiş ve şunları yazmıştık:
Sermaye sınıfı ve onun siyasi temsilcisi olarak hükümet, geçtiğimiz yıl patlak veren metal grevlerinden gerekli dersleri çıkarmıştır. Onlar, o eylemleri, doğru bir şekilde, sadece bir sendika değişikliği ve ücret zammı talebi olarak değil; kapitalist sömürünün ve gerici politikalarının geleceğini tehdit edecek tek güç olarak işçi sınıfı mücadelelerinin geri dönüşü olarak okudular.
Egemen sınıfların küresel kapitalist krizin yön verdiği saldırıları, tüm dünyada işçi sınıfının işlerini, ücretlerini, yaşam standartlarını, demokratik haklarını hedef alıyor. Çin’de sadece demir çelik sektöründen 500 bin civarında işçinin işten çıkarılacağı ve bu sayının milyonları bulacağı şimdiden açıklanmış durumda.
Mayıs 2015 metal grevlerinin Brezilya’da, ABD’de, Rusya’da, Çin’de ve Güney Afrika’da yükselen işçi hareketleri ile bağlantısını sergilediğimiz o yazıda, “önümüzdeki döneme, bu mücadelelerin dünya çapındaki yükselişi damga vuracaktır.” tespitini yapmıştık.
2016 yılı, kapitalizmin çelişkilerinin olağanüstü arttığı bir yıl oldu. Britanya’nın AB’den ayrılma kararının ardından, ekonomik ulusalcılık programını ilan eden ve II. Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemin kurumlarını sorgulayan Trump ABD başkanı seçildi; emperyalist başkentlerde, NATO’nun ve AB’nin dağılması olasılığı her zamankinden açık bir şekilde ifade ediliyor. Öte yandan, AKP iktidarı, bu sürecin bir parçası olarak, Batılı müttefikleri ile açık çatışmaya girdi ve Rusya ile işbirliğini geliştirmeye koyuldu. 15 Temmuz darbe girişimi, Ankara’nın bu yeni uluslararası yöneliminin bir ürünüydü ve Washington ile Berlin tarafından, en azından onaylanmıştı. Türk ordusu, Batılı müttefikleri aleyhine Suriye’de başlatmış olduğu askeri operasyonda, en son, Rusya ile ortak harekat düzenledi.
AKP iktidarının 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında uyguladığı OHAL, bu uluslararası bağlamda, Türk egemen sınıfının savaş ve diktatörlük gündemini yaşama geçirme çabasında etkili bir araç olarak kullanılmaktadır.
Asil Çelik grevinin başlamadan yasaklanmasının ardından, EMİS’e bağlı fabrikalardaki grevlerin de benzer bir siyasi saldırıya uğraması ihtimali hiç de az değil. 20 Ocak’ta greve çıkma kararı alan işçiler ve kısa süre sonra MESS ile toplu sözleşme sürecine girecek olan 100 bini aşkın metal işçisi, kapitalizmin küresel krizinin tırmandırdığı bu saldırılara, geçmiş deneyimlerin dersleriyle donanarak hazırlanmak zorundadır. İşçiler, bu sürecin baştan sona siyasi olduğunun ve patronların saldırılarını, yalnızca, diğer uluslardan kardeşleriyle bütünleşmiş tek bir siyasi özne olarak püskürtebileceklerinin bilincine varmalılar.
Bu koşullar altında, metal sektöründe yaşanan süreci sendikal sınırlar içinde ele almak, eğer bilinçli bir ihanet değilse, işçi sınıfının kafasını karıştırmaktan, onu -asla elde edemeyeceği- “ekonomik” kazanım hayalleriyle oyalamaktan ve gerçek kapitalist saldırı (savaş ve diktatörlük yönelimi) karşısında silahsızlandırmaktan başka bir anlam taşımayacaktır.
Dolayısıyla, önümüzde duran can alıcı ve öncelikli görev, işçi sınıfını yaklaşan büyük mücadeleler öncesinde kapitalizm yanlısı sendikalist yaklaşımlara karşıt sosyalist bir perspektifle donatacak uluslararası Marksist devrimci bir işçi sınıfı önderliğinin inşasıdır. Daha önce vurguladığımız gibi:
İşçi sınıfının, sendikal bilinci/örgütlenmeyi aşmasını ve sosyalist sınıf bilinci ve örgütlenmesiyle donanmasını sağlama görevi yalnızca dünya çapında kavrandığında Marksist bir karakter taşır. İşçi sınıfının önümüzdeki büyük mücadelelerini kapitalizm karşıtı, geniş kapsamlı kitlesel bir siyasi seferberliğe dönüştürebilmek için, yeni kitlesel taban örgütlenmeleri perspektifinin sınıf içerisinde kökleşmesini sağlamak, bunu yapabilmek için de Marksist bir dünya partisini tüm ülkelerde inşa etmek gerekiyor.