Fransa Devlet Başkanı ve eski Rotschild bankeri Emmanuel Macron, Salı günü, Avrupa Parmalentosu’nda, Batı medyasının coşkulu bir demokrasi savunusu olarak göklere çıkardığı bir konuşma yaptı.
Macron, “bağnazlığın çekiciliğinin her gün arttığı” ve “ulusal bencilliklerimizin bazen bizi dünyanın geri kalanına karşı birleştiren şeyden daha önemli geldiği” bir Avrupa uyarısında bulundu.
“Dört bir yanımızda otoriterleşme görüyoruz” diyen Macron, konuşmasını “Yanıt otoriter demokrasi değil ama demokrasinin otoritesidir.” diyerek sürdürdü. Macron’a göre, bu demokrasinin cisimleşmesi, “dünyadaki biricik demokratik model”i ve “özgürlük olarak düşünülen demokrasi”yi temsil eden Avrupa Birliği’dir.
Konuşma, ABD, Britanya ve Fransa siyaset kurumlarından coşkulu tepkilere yol açtı; New York Times, Washington Post ve Financial Times Macron’a dikkat çeken başyazılar yayınladılar.
New York Times, Macron’u, “Avrupa demokrasisi”ni savunmak için “barikatlar”a adam toplayan bir “peygamber”e benzetti.
Eğer Macron bir peygamber ise, hırpani ve kirli elbiseler giymektedir.
Macron, bu konuşmayı yapmadan tam dört gün önce, sahte iddialarla, parlamentonun onayı olmadan ve Fransız halkının çoğunluğunun karşı çıkmasına rağmen, Suriye’nin Şam ve Humus kentlerine hava saldırıları emri vermişti. Fransa Devlet Başkanı, Doğu Akdeniz’deki bu askeri macerayı, sağcı ve faşizan bir demagog olan Donald Trump ve hükümeti Britanya’yı Avrupa Birliği’nden ayırma çabası ile tükenmiş olan Britanya Başbakanı Theresa May ile birlikte gerçekleştirdi.
2017’deki Fransa seçimlerinin ilk turunda oyların dörtte birinden daha azını almış olan“peygamber” Macron, makamdaki ilk yılında, Fransa’daki otoriter “olağanüstü hal” önlemlerini anayasaya dahil etti, sosyal hizmetleri tahrip etti ve kamu sektörü işçileri ile öğrencilere cepheden bir saldırıya girişti.
Macron, konuşmasından bir hafta önce, 3.000 çevik kuvvet polisinin çevrecilere ait bir kamptaki göstericilere topluca saldırmasını izledi ve Fransa Cumhuriyeti’nin laik geleneklerine kapsamlı bir saldırı olarak, “kilise ile devlet arasındaki bağı ”onarma” çağrısı yaptı.
Batı basınının demokrasinin son büyük umudu olarak müjdelediği Macron budur. Washington Post’un belirttiği gibi, “Fransız Devlet Başkanı Emmanuel Macron, Salı günü, tüm yerküre için geçerli gerçekleri dile getirdi.”
Macron’un konuşmasında ve onun basındaki coşkulu karşılanmasında, aşırı sağın neden tüm Avrupa’da güç kazanıyor olduğunu ya da Avrupalı “liberal” hükümetlerin neden faşist rejimlerinkilerden giderek daha zor ayırt edilebilen politikalar izlediklerini açıklama yönünde herhangi bir girişim söz konusu değildi.
Sonuçta, Macron’un Avrupa Birliği’ndeki en önemli ortağı olan Almanya’yı, Almanya İçin Alternatif’in (AfD) göçmen karşıtı programını büyük ölçüde benimsemiş, Alman ordusunun militarist (açıkça söylemek gerekirse faşizan) geleneklerini yeniden canlandırma çağrısı yapmış ve Avrupa’daki en sert internet sansürü uygulamalarından birini yaşama geçirmiş olan bir Büyük Koalisyon hükümeti yönetiyor.
Ne Macron ne de onu övenler, aşırı sağın yükselmesi ile toplumsal eşitsizliğin artması, refah devletinin ortadan kaldırılması ya da militarizmin yükselmesi; yani kapitalist sistemin temel özellikleri arasında ilişki kurmaya çalışıyorlar.
Gerçekte, Avrupa’da aşırı sağın yükselmesinin en büyük sorumluluğu, Avrupa’nın bankaları ve şirketleri adına Avrupa Birliği tarafından uygulanan işçi sınıfı karşıtı politikalardadır. Avrupa Birliği’nin, Macron’un bir yatırım bankeri olarak desteklediği ve Fransa Maliye Bakanı olarak doğrudan dahil olduğu kemer sıkma talimatları, aşırı sağcı partilerin artan oranda destek elde etmesi ile sonuçlanmıştır. İşçi sınıfı, Avrupa Birliği’ni özgürlüğün ve demokrasinin cisimleşmesi olarak değil; süper zenginlerin ve bankaların çıkarlarının acımasız uygulayıcısı olarak görmektedir.
Aşırı sağ, yalnızca, sosyal demokratlar, sendikalar ve Yunanistan’daki Syriza, Fransa’daki NPA ve Almanya’daki Sol Parti gibi sahte sol partiler gerçek bir işçi sınıfı hareketinin ortaya çıkmasını engelleme yönünde ellerinden geleni yaptıkları ve kemer sıkma politikalarını koşulsuz destekleyip yaşama geçirdikleri için, kendisini iflas etmiş bir sistemin karşıtı gibi gösterebilmekte ve toplumsal öfkeyi milliyetçi bir yöne akıtabilmektedir.
Sonuç olarak, Ulusal Cephe Fransa’daki ikinci büyük parti haline gelecek şekilde büyüdü; AfD, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Alman parlamentosuna giren ilk aşırı sağcı parti oldu; aşırı sağcı Özgürlük Partisi Avusturya’da hükümet sorumluluğunu üstlendi; yabancı düşmanı Kuzey Birliği ve Beş Yıldız Hareketi İtalya’da meclis çoğunluğunu elde etti; aşırı sağ partiler, Polonya’da, Çek Cumhuriyeti’nde ve Macaristan’da iktidardalar.
Macron’un bu koşullar altında gerçekleştirmeye çalıştığı Avrupa Birliği “reform”unun, demokrasi, özgürlük ve eşitlik ile hiçbir ilişkisi yoktur. Onun amacı, Avrupa’yı, Fransa ile Almanya’nın egemen olduğu bir polis devletine ve dünyanın yeniden emperyalist paylaşımında ABD ile rekabet edebilecek askeri bir büyük güce dönüştürmektir.
II. Dünya Savaşı’na giderken, Anglo-Amerikan kapitalizminin savunucuları, dünyadaki temel ayrımın ve küresel çatışmanın kaynağının “demokrasi” ile “faşizm” arasında olduğunu iddia ediyorlardı. Ancak 1930’larda, şimdi olduğu gibi, hem “demokratik” hem de “otoriter” hükümetler, küresel kriz eliyle, özünde aynı militarist ve otoriter politikaları uygulamaya zorlanmıştılar.
Bu süreci, hiç kimse, 1917 Ekim Devrimi’nin iki önderinden biri ve Dördüncü Enternasyonal’in kurucusu olan Lev Troçki’den daha açık bir şekilde betimlemedi. Troçki, işçilerin, kapitalistlerin “demokratik” iddiaları hakkında hiçbir yanılsamaya kapılmaması gerektiğini savunuyordu. O, 1939 yılında yazdığı “Günümüzde Marksizm” başlıklı makalesinde şöyle diyordu:
Yaklaşan savaşı demokrasi ve faşizm düşünceleri arasında bir çatışma olarak sunmaya yönelik tüm girişimler ya şarlatanlık ya da budalalıktır. Siyasi biçimler değişir, kapitalist arzular kalır… Dünyanın yeni bir paylaşımı uğruna şiddetli ve umarsız mücadele, karşı konulamaz biçimde, kapitalist sistemin ölümcül krizinden kaynaklanmaktadır.
Bugün Macron’un temsil ettiği silahlanma ve toplumsal kemer sıkma bileşimini mükemmel biçimde betimleyen Troçki şu gözlemde bulunmuştu:
Mussolini, İtalyan işçilerine siyah gömleklerinin kemerlerini daha fazla sıkmayı öğrenmelerini tavsiye etti. Gerçekte emperyalist demokrasilerde gerçekleşen de aynısı değil mi? Her yerde, silahları yağlamak için tereyağı kullanılıyor. Fransa’daki, İngiltere’deki, ABD’deki işçiler, siyah gömleklere sahip olmaksızın kemerlerini sıkmayı öğreniyorlar. Dünyanın en zengin ülkelerinde, milyonlarca işçi yoksullaşmış durumda.
İşçilerin yaşam koşullarındaki denetlenemez kötüleşme, burjuvazi yönünden, kitlelerin burjuva parlamentarizmi çerçevesinde bile olsa siyasi yaşama katılmasını kabul etmeyi, giderek olanaksızlaştırmaktadır. Demokrasinin faşizm tarafından yerinden edilmesi açık sürecinin herhangi bir başka açıklaması, ya aldatma ya da kendini kandırma olduğu için, olup bitenlerin idealist bir çarpıtmasıdır.
Batı basını, Macron’u “demokrasi”nin sözcüsü olarak överken, bir bakıma haklı. O, gerçekte, burjuva demokrasisinin dağılma; yani bankaların ve şirketlerin denetimsiz egemenliği dönemindeki sözcüsüdür.Dünya, iki diktatörlük biçimi ile karşı karşıya: ya burjuvazinin diktatörlüğü ya da proletaryanın diktatörlüğü. Proletarya diktatörlüğü, iktidarın nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının eline geçmesi ve toplumun sosyal gereksinimler temelinde yeniden örgütlenmesi demektir.
İşçi sınıfı, AB’nin kemer sıkma ve savaş yönelimine karşı mücadeleye hazır olduğunu göstermiştir. Bu, Fransa’daki demiryolu işçilerinin ve öğrencilerin militan mücadeleleri; Almanya’da sanayi ve hizmet sektörlerindeki grevlerin kapsamı; Yunanistan’da genel grevlerin yeniden patlaması; Doğu Avrupa’da işçi mücadelelerinin yeniden ortaya çıkması eliyle dışavuruyor.
Gelecek dönemi sert sınıf mücadeleleri ve savaşa ve devlet baskısına karşı artan muhalefet karakterize edecek. Ancak bu mücadeleler siyasi bir perspektif gerektirmektedir. Onlar, yalnızca, işçi sınıfı sosyal demokratlardan, sendikalardan ve sahte sol partilerden koparlarsa ve savaşa ve kemer sıkma politikalarına karşı mücadeleyi kapitalist sisteme karşı mücadele ile birleştirirlerse başarılı olabilirler. Egemen seçkinlerin politikalarına yalnızca bu şekilde karşı konulabilir; aşırı sağın yükselişi yalnızca bu yolla durdurulabilir.
Lev Troçki, Dördüncü Enternasyonal’i 1938 yılında, faşizmin yükseldiği dönemde kurmuştu. Faşizme karşı mücadeleyi çürümüş ve zamanını doldurmuş kapitalist sistemin yıkılması mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak gören Dördüncü Enternasyonal, savaşa, eşitsizliğe ve demokratik haklara yönelik saldırılara karşı mücadeleyi proleter devrimci sosyalizm bayrağı altında ilerletti.
Yönetici seçkinler dünyayı bir kez daha, Troçki’nin sözleriyle “berbat bir hapishane”ye dönüştürmeye çalışırken, işçiler ve gençler, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’ni ve onun şubeleri olarak Sosyalist Eşitlik Partilerini inşa ederek, bir kez daha sosyalizm uğruna mücadeleye girişmeliler.
20 Nisan 2018