Kriz yorgunu Avrupa Birliği için yolun sonu mu?

Yunanistan, karşı karşıya kaldığı ekonomik ve siyasi krizin altından tek başına kalkamayıp iflas bayrağını çekince, bu ülkenin imdadına Avrupa Birliği (AB) koştu. Lakin AB’nin yardımları karşılıksız değil. Yunanistan’ın küresel sermaye tarafından daha da fazla denetim altına alınması anlamına gelen bu “yardımların” ağır bir bedeli var. AB, her sözüyle, Atina’ya kemer sıkma programlarını harfiyen uygulaması yönünde kesin talimatlar veriyor. Bu işi “en etkili” şekilde yapmak için de, 2002-2010 arasında Avrupa Merkez Bankası Başkan Yardımcılığı görevini sürdürmüş olan Lukas Papadimos liderliğinde bir “geçiş hükümeti” kuruldu. [1]

Aslında bütün bu olup bitenler, Yunanistan’ın AB’den ve Euro Bölgesi’nden çıkmasını engellemek ve Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) adıyla, bundan 60 yıl önce başlayan sürecin, yani “ulusal sınırları ortadan kaldırarak ulus ötesi bir siyasi birliğe dönüşme” ülküsünün tamamen çökmesini engellemek için yapılıyor. Bu açıdan AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’nun,“Avrupa kendisini dönüştürmek zorunda, yoksa çökecek” çıkışı, gerçekten de doğru bir tespitti [2]. Fakat AB’nin ekonomik alt yapısını oluşturan uluslararası dinamikler, onun hala (tek tek ülkeler bazında ele alındığında) ulus devlet temelinde işlemeye devam eden siyasi üst yapısını, içinden çıkılması mümkün olmayan yeni krizlerle karşı karşıya bırakmaya devam ediyor.

Dolayısıyla AB’nin “kaderini” ve onun “en zayıf halkası” konumundaki Yunanistan’ın geleceğini belirleyecek olan şey, kapitalist ekonomilerin en temel çelişkilerinden birinin, yani ekonomik faaliyetlerin muazzam ölçülerde uluslararasılaşmış olmasına karşın, her biri kendi siyasi sınırları içindeki sınıfsal dengeler üzerinde yükselen rakip ulus devletlerin çatışan çıkarları arasındaki çelişkilerin giderek derinleşiyor olmasıdır. Başka bir deyişle, kapitalist ekonomiler arasındaki uzlaşması mümkün olmayan ulusal çelişkilerden dolayı, uluslararası burjuvazi küresel krize karşı kalıcı bir çözüm üretme potansiyeline sahip değil.

Sonuç olarak, özel mülkiyet ve ücretli emek sömürüsü üzerine kurulu bu ulusal yapılar var olduğu müddetçe, küresel kapitalizmin krizleri aşma noktasında uygulamaya koyacağı her türden reform paketi, sisteme bir süreliğine nefes alma şansı verse de uzun vadede düşünüldüğünde kapitalizmin içine düştüğü bu dar boğazı aşması mümkün gözükmüyor. O derece ki, artık “krizlerin yeni krizleri doğurduğu” bir tarihsel dönemden geçiyoruz.

AB’nin gözle görülür açmazları

Hem dünya genelinde yaşanan son küresel kriz hem de AB özelinde yaşanan “borç krizi” gösterdi ki, Euro deneyiminde olduğu gibi, AB’yi oluşturan ulus devletler tek para sistemine geçiş hedefine ulaşmakta başarılı olamadı. Peki neden? AB üyesi 17 ülkenin, kendi “ulusal bütçesi” olup da, bunların tek bir para sistemini kullanmasını beklemek, ancak burjuva ekonomistlerin bağnazca savunabileceği bir safsata olabilirdi ki, öyle de oldu. Güya Maastricht Anlaşması, ulusal bütçelerden kaynaklı açıkları kapatmak için imzalanmıştı ama küresel krizin patlamasıyla birlikte bu açıklar kapanmak bir tarafa, daha da büyüdü. AB’nin yaşadığı kriz, bazı burjuva iktisatçılarının iddia ettiğinin aksine, emperyalist sermaye grupları arasındaki siyasi birleşmenin yavaşlığından değil, tam tersine dünya ölçeğinde gerçekleşen ekonomik bütünleşme hızından dolayı ortaya çıkan, devresel aşırı üretim, pazar-talep darlığı ve kar oranlarının düşüş eğiliminden kaynaklandı. Bunlara ek bir bilgi olarak, 2008’den beri Avrupa mali sisteminin kredi (dış finansman) bulmakta geçmişe nazaran daha da zorlandığını vurgulamakta yarar var.

AB’nin bugüne kadar sergilemiş olduğu ekonomik entegrasyon girişimleri, kuşkusuz kapitalizmin tarihinde (Örneğin Sanayi Devrimi’nin ilk dönemleriyle kıyaslandığında) “büyük bir ilerlemeye” karşılık geliyordu. Lakin kapitalizm her zaman olduğu gibi bu defa da aynı kayaya; özel mülkiyet ve ulus devlet kayasına tosladı! Yoksa bazı ham kafalı burjuva ekonomistlerinin iddia ettiği biçimiyle, AB’ye “…üye devletlerin bütçelerine öndenetim getirilse bu noktaya gelinmezdi.” tezi, ancak kapitalist sistemin açmazlarını örtbas etmeye çalışan liberal dalkavukların bir işgüzarlığı olabilir [3]. Ayrıca, çok değil bundan birkaç yıl öncesine kadar, ekonomik yaşam üzerinde hiçbir “öndenetim” (ya da devlet müdahalesine) müsamaha göstermeyen bu sözde “radikal” liberallere ne oldu da, bugün tekrardan öndenetimden bahsetmeye başladılar. Yanıt çok basit: Piyasa ekonomileri ne zaman krize girse, (tıpkı 1929 ve 2008 krizlerinde olduğu gibi) bu sistemin yardakçılarının sığınağı, son kale; burjuva devlet ve kurumlarından başkası değildir!

AB’nin “siyasi birliğini sağlayamadığı için” başarısız olduğunu dile getiren liberal yazarların görmezden geldiği en büyük gerçek, Euro’nun, arkasında ulus devlet gücü bulunmayan tek para birimi olduğudur. AB için bu durumu aşabilmenin bir yolu, geçmiş döneme damgasını vuran genişleme politikasını terk ederek, merkezinde Almanya-Fransa-Hollanda gibi “güçlü ekonomilerin” yer aldığı, daha güvenilir ve istikrarlı bir “küçülme politikasına” hızla geçiş yapmak olabilir. AB’nin bu yola girip girmeyeceği, ancak son süreçte yaşanan borç krizinin makul bir boyuta çekilmesiyle gündeme getirilebilir. AB, Almanya-Fransa-Hollanda gibi güçlü çekirdek ülkeler ve ikinci-üçüncü kuşakta yer alan çevre ülkeler arasında daha hiyerarşik bir ilişki kurmadığı müddetçe, Euro sisteminin bu krizi atlatması mümkün değil. Başka bir deyişle, Yunanistan gibi zayıf ekonomik yapıya sahip ülkeleri dışarıda bırakacak yeni bir Euro alanı ancak Almanya, Fransa, Hollanda gibi “mali disiplini kuvvetli” ülkelerin öncülüğünde kurulabilir. Bu plana göre Euro, küresel krizlere daha dayanıklı bir para birimi haline getirilecek. Asıl hedef “sarsılmaz bir para birimi yaratmak”; tabii ki bunların hepsi şimdilik sadece birer “teori”den ibaret. Lakin bu tür bir küçülmenin de Euro’yu çöküşe götürebileceği akıldan çıkarılmamalı. Ayrıca, özellikle Fransa’nın ne denli “mali disiplin”e sahip olduğu da oldukça tartışmalı bir konu. Dolayısıyla, AB’nin içinde bulunduğu durumu şu deyim çok güzel açıklıyor: “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık”.

Elbette AB’yi küçültme planlarına karşı çıkanlar da yok değil, Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, “Avrupa’nın güneyinde ve doğusunda huzur ve refah olmazsa, kuzeyinde ve batısında da olmaz.” diyerek bu plana karşı çıkmıştı [4]. Ayrıca birçok Avrupalı diplomat da, 60 yıllık birlik çalışmalarının bir kalemde harcanmasına izin verilmemesi çağrısı yaptı. İngiltere ve Polonya da birlik içinde “iki ayrı kutup” yaratacak böyle bir planı kabul etmeyeceklerini açıkladı. Zaten Euro bölgesinin dağılması durumunda, AB’nin yeniden yapılandırılabilmesi için bütün kuruluş anlaşmalarının tepeden tırnağa değişmesi gerekiyor. Bu da AB üyesi tüm ülkeler buna onay vermedikçe mümkün değil. Zira ister kriz ister savaş biçiminde olsun, bu türden parçalanmalar ve birleşmeler ancak büyük altüst oluşların yaşandığı dönemlerde gerçekleşebiliyor.

Lakin AB’nin yolun sonuna gelip gelmediği, ancak sistemin ne ölçüde restore edileceğine de bağlı olarak cevaplanabilecek bir sorudur. AB’nin dağılma ihtimali yüksek olmakla birlikte, küçülerek yoluna devam etme ihtimali de, bir o kadar yüksek bir olasılık. Berlin-Paris-Amsterdam’daki üst düzey politikacıların arasındaki gizli görüşmeler de, bir ya da daha fazla AB ülkesinin Euro bölgesinden ayrılması ve geri kalan çekirdek ülkelerin maliye ve vergi politikaları dahil olmak üzere, daha derin bir ekonomik entegrasyona gitmesi gerektiği fikri, bugünkü koşullar altında kamuoyuna açıkça ifade edilmiyor olsa da, bu tez bir “AB’yi kurtarma projesi” olarak yedekte tutuluyor. Görünen o ki, önümüzdeki dönemde Avrupalı büyük bankaların ve şirketlerin ana hedefi, maliye ve vergi politikalarını merkezileştirme ve ortak iktisadi politikaları güçlendirme yönünde olacak gibi duruyor. Burjuvazinin bu yönelimi, kuşkusuz, krizin yükünün daha fazla Avrupa işçi sınıfının sırtına yüklenmeye çalışılacağının ve bu bölgede sınıf mücadelesinin daha da sertleşeceğinin bir habercisi. Yine de söylemeden geçmeyelim, siyasi açıdan birlik olmuş ve tüm üye ülkelerin bütçelerini tek merkezden yöneten bir AB projesi, artık gülünç olmanın ötesinde, gerçekleşmesi mümkün olmayan ham bir hayaldir!

Ne de olsa, Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Christine Lagarde’in, “Cesur olmazsak ve birlikte hareket etmezsek küresel ekonominin aşağı yönlü belirsizlik döngüsü, finansal istikrarsızlık ve küresel talebin muhtemel çöküşü riskine koştuğu fikrindeyiz. En nihayetinde zaten bazı yorumcuların kayıp on yıl olarak adlandırdığı riski yönetebiliriz.” açıklamaları, öylesine söylenmiş sözler değildi [5]. Halbuki Lagarde bu açıklamasında, krizin devam etme süresinin “kayıp on yıl” olacağını söyleyerek, krizin çözümünün hiç de kolay olmadığını ve krizin mağdur ettiği ve edeceği (başta işçi sınıfı olmak üzere) bütün sosyal kesimlerin, daha da kötüsüne şimdiden kendilerini hazırlaması gerektiğini, yani küresel patronlar kulübünün gerçek programını göstermiş oldu. Lagarde “Ufukta kara bulutlar dolaşıyor. Özellikle Avrupa ve ABD gibi gelişmiş ekonomilerde kara bulutlar dolaşıyor.” diyerek, aslında kapitalist sistemi bekleyen büyük tehlikeye dikkat çekti [6]. Kapitalizm artık bir yol kavşağında, sermayenin bu krizden yakasını kurtarabilmesinin yolu, hak ihlalleri, zamlar, kesintiler ve işten çıkarmalar vb (sınıf düşmanı politikalar) yoluyla, krizin faturasının işçi sınıfına ödetilmesinden geçiyor. Tabii ki, işçi sınıfı bu bedeli ödemeye razı gelirse!

Emperyalist savaş tehlikesi

Ne küresel sermaye gruplarının ne de AB’nin elinde finans ve sanayi sektörünü esir alan krizleri önleyebilecek çapta bir kurtuluş programı (reçetesi) yok. Çünkü dünya genelinde istediği gibi at koşturabilen küresel sermaye hareketleri artık (en başta ABD olmak üzere) hiçbir ulus devletin tek başına denetim altına alamayacağı kadar büyük bir güce tekabül ediyor. İşte bu durum, kapitalist sistemin kendi iç krizini aşma noktasında yaşadığı en büyük açmazlardan biridir. Bu yüzden Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Christine Lagarde, “Hiç kimse lider olarak kimin ortaya çıkacağını tam olarak bilemiyor.” demişti [7].

Uluslararası sistemin bir halkası olarak AB, şimdilik ortadan kalkmasa bile, bundan neredeyse 80 sene önce 1929’daki ekonomik krizde pek çok ülkenin gümrük duvarlarını yükselterek, kendi ulusal sınırlarına çekilmeyi tercih etmesine benzer bir sürecin yaşanması “sürpriz bir gelişme” olmayacaktır. Sadece ekonomik alanda “ulusal korumacılık” değil, aynı zamanda siyasi-askeri alanda da ulusçuluk ve ulusalcılık yeniden hortlayabilir. Bunun gerçekleşmesi halinde, insanlığın nasıl bir felaketle karşı karşıya kalacağını, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı deneyimlerinden rahatlıkla öğrenebiliriz. Sonuç olarak, egemen kapitalist güçler için savaş, sistemin krizine bir “çözüm” üretebiliyorsa, hiç de “kaçınılması gereken” bir şey değildir!

Burjuva ideologlarının bütün itirazlarına rağmen, şu anki mevcut dünya tablosu küresel kapitalizmin sistemin krizine köklü bir çözüm üretemediğini gösteriyor. Peki, ne olacak? Ne zaman kapitalizm (tıpkı Birinci ve İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemde olduğu gibi) bir “çıkmaz sokağa” girse, işte o zaman sistem, kendi krizini aşmak için devreye “savaş seçeneğini” sokmaktadır. Bugün de “benzer” bir süreçle karşı karşıyayız. Milyonlarca insanın ölümü, onlarca yıl içinde yaratılmış maddi servetin (fabrikalar, yollar, yaşam alanları ve altyapı, vb) ve doğanın devasa yıkımı pahasına da olsa, başlıca emperyalist devletler hem kapitalist sistemi hem de kendi ulusal çıkarlarını güvence altına almak için yeni bir küresel paylaşım savaşına girişmekten çekinmeyeceklerdir.

Kuşkusuz küresel bir savaşın kısa vadede patlak vermesini engelleyen pek çok dinamik var. Bunlardan en başat olanlardan biri, ABD’nin askeri gücüne meydan okuyabilecek bir emperyalist devletin ve emperyalist devletler bloğunun var olmayışıdır. Ancak bu durum, emperyalistler arasında yeni ve bütün öncekilerden daha yıkıcı bir savaşın yaşanmayacağının güvencesi değildir. Tersine, mevcut ekonomik kriz ve bölgesel siyasi gerginlik koşullarında, iki yerel / bölgesel güç arasında patlayacak bir çatışma, uzatılmış krizin barut fıçısına çevirdiği dünyayı yangın alanına çevirecek bir ilk kıvılcım işlevi görebilir.

İnsanlığın evrensel kurtuluşu işçi sınıfının ellerinde

Küresel kapitalizmin merkez üslerini kendine esir eden, bununla da yetinmeyip krizi dünyanın en ücra bölgelerine kadar taşıyan bu kaotik süreç, sistemin ürettiği bütün çelişkileri artık daha da görünür kılıyor ve işçi sınıfı hareketi ve Marksist hareket açısından yeni bir devrimci dönemin haberciliğini yapıyor. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da şöyle diyordu: “Gelişmenin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde faaliyet göstermiş oldukları verili üretim ilişkileriyle ya da – yalnızca bunların hukuksal ifadesi olan – mülkiyet ilişkileriyle çatışmaya girerler. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olmaktan çıkarak, onların köstekleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.” [8]. İşte bugün Marx’ın “toplumsal devrim çağı” olarak tanımladığı dönemden geçiyoruz.

Üretici güçler, yarım yüzyılı aşkın süredir sergiledikleri devasa atılım sayesinde, mevcut ulus devletlere boyun eğdirdiler ve artı-değerin üretimi sürecine ulus ötesi bir karakter kazandırdılar. Onların mevcut gelişmişlik düzeyi, özel mülkiyetin ve onun üstyapısal ifadesi olan ulus devletlerin kaldırılmasını; üretimin toplumsallaştırılarak küresel ölçekte insanların gereksinimine göre planlanmasını gerektirmektedir. Mülk sahibi sınıfların hiçbir kesimi bunu yapamaz.

Üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve ulus devletlerin varlığına son verilmesi, yalnızca, özel mülkiyetten hiçbir çıkarı olmayan işçi sınıfının gerçekleştirebileceği bir şeydir. Ancak bunun için, işçi sınıfının, Marksist bir dünya partisinin önderliği altında birleşmiş, öz örgütlenmeler içinde örgütlenmiş olması gerekir. İşte bu noktada Marksistlere büyük bir görev düşüyor. Çünkü bu başarılamazsa, kapitalizmin kendi dinamikleri işleyecektir. Bu, öncekilerden çok daha yıkıcı olacak üçüncü bir emperyalist dünya savaşıdır.

Troçki’nin, IV. Enternasyonal’in (uzun adıyla Sosyalist Devrimin Dünya Partisi’nin) kuruluş belgesi olarak yazdığı “1938 Geçiş Programı”nda söylediği şu sözler bugün de geçerliliğini sürdürmeye devam ediyor: “Önümüzdeki tarihsel dönemde sosyalist devrimin gerçekleşmemesi halinde bütün insanlık kültürü bir yıkım tehditi altındadır. Şimdi artık herşey proletaryaya, yani esas olarak proletaryanın devrimci öncüsüne bağlıdır. İnsanlığın tarihsel bunalımı, devrimci önderliğin bunalımından ibaret hale gelmiştir.” [9].

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir