Başbakan Erdoğan’ın “Hamdolsun kriz teğet geçti”, “Kriz tepe noktasını geçti” açıklamaları, aslında onun birçok burjuva ekonomistin yaptığı kriz analizleriyle taşıdığı ortaklığın bir sonucu. Bu analizlerde kriz dünya kapitalizminin değil; finans sektöründeki köatü yönetimin bir sonucu olarak görülmekte. Bu durumda finans sektörüne aktarılacak kaynaklarla ve bu sektörün yeniden düzenlenmesiyle krizin çözüleceği umuluyor.
Erdoğan’ın ve onun gibi düşünen burjuva iktisatçıların, Türkiye’nin krizi en az zararla atlatacağı, hatta krizi fırsata çevirecekleri biçimindeki yorumları, onların krizi dünya ekonomisinin yapısal bir sonucu olarak görmemeleri ve dışarıdan (ABD bankacılık sisteminden) kaynaklı bir sorun olarak tanımlamaları ile mümkün. Bu ise ilk olarak finans sektörü ile üretim arasındaki ayrılmaz ilişkiyi görememenin; ikinci olarak da dünya ekonomisini birbirinden bağımsız ülke ekonomilerinin aritmetik toplamı olarak algılamanın -yani dünya ekonomisinin kırk yıldır yaşadığı dönüşüm karşısındaki körlüğün- bir sonucu olabilir.
Kriz Türkiye’de de derinleşiyor
Başbakan’ın ve kabinesinin tüm açıklamalarına karşın, kriz Türkiye ekonomisinde de derinleşmeye başladı. Dahası, Türkiye’deki kriz, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin aksine, önce finans sektöründe değil; reel sektör olarak tanımlanan üretim/imalat sektöründe kendini hissettirmeye başladı.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıkladığı verilere göre, Aylık Sanayi Üretim Endeksi, Ekim ayında geçen yılın aynı ayına göre yüzde 8.5 azaldı. Öte yandan imalat sanayinde kapasite kullanım oranı, Kasım ayında geçen yılın aynı ayına göre 9.7 puan azalarak yüzde 72.9 düzeyine indi.
Son otuz yılda iç talebi kısıp ihracata dayalı ekonomik büyüme stratejisine yönelen Türkiye ekonomisinin küçülmesi kaçınılmaz. İhracat rakamları da bunu gösteriyor: Kasım ayındaki ihracat yüzde 22.03 oranında geriledi. Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen de durumu kabul etmiş görünüyor. 2009 yılının daha zorlu geçeceğini, Türkiye’nin ihracat yaptığı temel pazarlarda, özellikle Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde büyüme oranlarının negatife dönüştüğünü, ekonomik projeksiyonların yüzde 40 oranında aşağıya doğru düzeltildiğini ve resesyonun başladığını belirten Tüzmen, “2009’da ihracatımızda yüzde 17, ithalatta da yüzde 25’lik gerileme öngörüyoruz” diyor.
Bunların yanında, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de işten çıkarma haberlerine her geçen gün daha fazla rastlanıyor. Türkiye İş Kurumu’nun verilerine göre Ekim ayında işsizlik maaşı alanların sayısı 143.419 ile rekor düzeye ulaşmış durumda. 2007 yılı ekim ayında bu rakam 96.171 idi. Önümüzdeki aylarda yeni rekorlara ulaşılması kimseyi şaşırtmayacaktır.
Geçtiğimiz yıl Türkiye ekonomisinin ihracatta motoru olarak görülen otomotiv sektöründe ücretli-ücretsiz izinler, işten çıkarmalar, vardiya sayısının düşürülmesi uygulamaları yaygınlaştı. Renault, Ford, Toyota gibi otomobil fabrikalarında üretime belirli sürelerle ara verilirken işçiler zorunlu izne çıkarılmaya başlandı. Ford’da, yılbaşından bu yana binden fazla işçi işten çıkarıldı.
Hükümetin IMF ile imtihanı
“Ümüğümüzü sıktırmam” teraneleriyle IMF’ye meydan okuyan Tayyip Erdoğan, G-20 zirvesinin ardından IMF ile önemli mesafe kaydettiklerini açıkladı. O, ihracat rakamlarının düşmesi ve sıcak para girişindeki azalmanın yaratacağı döviz sıkıntısının üstesinden gelebilmek için, yurtdışında çalışan işçilerin tasarruflarına göz dikmişti. AKP hükümeti, bu konuda istediği sonucu alamayacağını düşünüyor olmalı ki, şimdi IMF ile kredi karşılığında yeni bir Stand By anlaşması peşinde koşuyor.
IMF’nin anlaşma karşılığında ne talep edeceği, geçmiş deneyimleri bilenler için bir sır değil: yeni vergiler; daha az kamu harcaması; eğitim, sağlık, adalet, tarıma destek vb. harcamaların kısılması. Bütün bu uygulamalar, tırmanan işsizliğe karşı hiçbir şey yapmamak ve patronların krizi atlatması için alt ve orta sınıfların biraz daha yoksullaştırılması demek.
Kriz fırsatçıları: Patronlar
Başbakan Erdoğan krizi fırsata dönüştüreceklerini ifade ediyor. Patronlar da, başbakanın sözünü yalancı çıkarmamak için yoğun bir çaba içindeler. Krizden dolayı zarar ettiklerini söyleyen patronlar, işçilerden yeni fedakarlıklar istiyor, onları en kötü şartlarda çalışmaya boyun eğmeye zorluyor, karlarının düşmesinden korkarak gözlerini kırpmadan işçileri sokağa atıyorlar.
Öte yandan, krizler işçi sınıfına da onu kendisi için fırsata dönüştürme imkanı verirler. Ekonomik alt-üst oluş dönemleri, işçi sınıfına, sömürünün olmadığı bir dünyanın kurulması fırsatını sunar. Ancak, işçi sınıfının, kapitalizmin insanlığı içine sürüklediği yıkımdan kurtarması için, uluslararası düzeyde örgütlenmesi ve bu sisteme karşı mücadele etmesi; bunun için de, bütün diğer sınıfların partilerinden uzaklaşması ve kendi uluslararası partisi etrafında örgütlenmesi gerekir. Toplumsal mücadelelerde etkili bir şekilde yer alabilmek ve içinden geçtiğimiz türde kriz dönemlerinde son sözü söyleyebilmek için sahip olunması gereken temel güç, IV. Enternasyonal’de temsil edilen bilimsel yöntem ve devrimci örgütlenmedir. Ekonomik krizin faturası, siyasi bakımdan örgütsüz olduğu sürece işçi sınıfına çıkarılacaktır. Öte yandan, sermayenin saldırına karşı direnişin ulusal sınırlar içinde hapsedilmesi, başarı şansını sıfıra indirmektedir, her zaman vurguladığımız gibi “ulusal çözüm” hiçbir şekilde mümkün değildir.
Bu elbette, işçilerin somut talepler doğrultusunda kısmi mücadelelere girmeyecekleri anlamına gelmez. Başta sendikalarda örgütlü işçiler olmak üzere, emekçiler, krizin faturasını ödemeyi reddetmeli,
– İşyerlerinin mali kayıtlarının işçilerin denetimine açılması;
– Ücretsiz izinlere son verilmesi ve üretime ara verilen işyerlerinde maaşların ödenmesine devam edilmesi;
– Patronların işçi çıkarmasına izin veren yasaların kaldırılması ve işçi çıkaran işyerlerinin işçilerin denetiminde kamulaştırılması;
– İşsizliğe karşı mücadele için, ücretlerde kesinti yapılamadan çalışma saatlerinin düşürülmesi yoluyla bütün işsizlere iş sağlanması için mücadele etmeliler.
Ancak onlar, bu ve benzeri taleplerin, güçlü bir partinin yokluğunda ve sendikal örgütlenmeler çerçevesinde elde edilebileceği yollu hayallere asla kapılmamalılar. İşçiler, bu talepleri elde etmek için, ortaya çıktıkları günden beri kendilerini kapitalist sömürüye mahkum eden ve işverenlerle ve hükümetlerle her zaman işbirliği içinde olan sendikal örgütlenmeleri aşmak ve fabrika / işyeri komitelerinde örgütlenmek zorundadırlar.
Öte yandan, işsizliğe ve yoksulluğa karşı bu mücadele talepleri, sosyalizm mücadelesi ile birleştirilmediğinde, asla elde edilemez. Bütün bu mücadeleler, dünya devriminin sosyalist partisi IV. Enternasyonal’in inşasının bir parçası olarak örgütlenmek zorundadır. Mücadele uluslararasılaşamadığı ve güncel ekonomik talepleri aşarak siyasallaşamadığı; kapitalist üretim biçimini hedef almadığı sürece, yenilgiye mahkum kalacaktır. Tarih bunun sayısız örneğiyle dolu.