Kapitalist borcun ekonomi politiği

Geçtiğimiz hafta bir okurumuz, ABD ekonomisinin daralması ile şirketlere ve Wall Street’e görünüşte sonsuz miktarda para arzı sağlanmasına ilişkin bir makaleye yanıt olarak, Disqus yorum kısmında önemli bir soruyu gündeme getirdi.

Soru şöyleydi: “Yazarlar, para ‘şu ya da bu şekilde işçi sınıfından çıkartılacak’ derken neyi kastediyorlar, biri açıklayabilir mi lütfen?

“Yunanistan ya da İspanya gibi ülkelerde borcun nasıl kemer sıkmaya eşit olduğunu anlayabiliyorum fakat bu Amerika’da gerçekten nasıl işliyor göremiyorum. ABD zaten trilyonlarca dolar borçlu değil mi? Ve eğer öyleyse, fazladan trilyonlarca dolar borcun ne farkı olur?

“Bu ay Wall Street’e tahsis edilen trilyonlar, doğrudan sosyal programlardan alınan para değil mi, yoksa durum bundan daha anlaşılmaz mı?”

Yunanistan’daki ve İspanya’daki duruma –onu ABD’deki ile karşılaştıracak şekilde– yapılan atıf, birçok ekonomi uzmanının ve yorumcusunun ifade ettiği görüşlere dayanmaktadır. Onlar şunu savunuyorlar: dolar rakipsiz küresel para birimi olduğu için, mali otoriteler ve hükümet para arzını sınırsız olarak genişletmeye devam edebilir ve ABD, küresel ekonominin geri kalanı için işleyen yasalardan bir şekilde muaftır.

Okurumuzun sorusuna yönelik bu yanıt yazısının amacı, durumun bu olmadığını göstermek ve doğrudan krizden kaynaklanan iki temel meseleyi gündeme getirmektir.

Birincisi; Amerikan işçi sınıfı, bu yasalardan muaf olmak şöyle dursun, geçtiğimiz on yıllarda yapılmış olanların üstüne, halihazırda yaşam standartlarına, işlerine, çalışma koşullarına ve hatta doğrudan yaşamına cepheden yapılan büyük bir saldırıyla karşı karşıyadır. Ve dahası, şiddetli bir mücadele sırasında kendisini savunmak için, siyasi iktidarı alma mücadelesi verme gereği ile karşılaşacaktır.

İkincisi; halihazırda var olan hayali sermaye dağına dijital olarak yaratılmış trilyonlarca dolar para eklenmesi süreci, şimdiye kadar deneyimlenen her şeyin çok ötesine geçen bir ekonomik ve mali krizin hızla filizlenen tohumlarını içinde barındırmaktadır.

Disqus bölümünde bazı okurların doğru bir şekilde belirttiği gibi, söz konusu okur tarafından yöneltilen soruların cevapları Marksist değer analizinde yatmaktadır. Bu soruyu irdeleyelim.

Sermayenin en temel biçimiyle çevrimi, para-meta-para şeklindedir. Kapitalist üretim tarzının amacı ve itici gücü, metalar satın almak için para yatırmak ve daha sonra, daha büyük miktarda para karşılığında metaları satmaktır; bundan sonra süreç hemen kaldığı yerden devam eder, böylece elde edilen para miktarı daha da birikir.

Bu sonsuz çevrimde, para, burjuva ekonomistleri tarafından tarif edildiği gibi basitçe mübadele sürecini güvenceye almak için bir şekilde icat edilmiş teknik bir araç değildir. Para; başka bir şeyin, değerin maddi temsilcisidir.

Bu değer, üretici güçlerin gelişiminde özel meta üretimi için gereken belirli bir aşamada, toplumsal olarak gerekli emek miktarından elde edilir. Yani, P–M–P’ [Para–Meta-Para’] süreci –ilk para kütlesinin harcanması, metaların satın alınması ve daha büyük miktarda bir para kütlesinin (P’) sağlanması– nihayetinde, değer birikimidir.

Kilit soru, bu fazladan değerin nereden geldiğidir. Bu soru, Karl Marx tarafından yanıtlanmıştır. Marx, ekonomi politik alanındaki klasik seleflerinin (özellikle Adam Smith ile David Ricardo’nun) kafasını karıştırmış olan problemi çözdü. Eşdeğerlerin eşdeğerler ile mübadele edildiği bir piyasa toplumunda, kapitalist sınıfın elinde bir fazlalığın birikmesi nasıl mümkün oluyordu?

Marx, önceki kavrayışın tersine, işçinin kapitaliste emeğini satmadığını ortaya çıkardı. İşçi, emeğini değil emek kapasitesini, emek gücünü satıyordu.

Bu metanın değeri, işçinin ve ailesinin yaşamasını, dolayısıyla bir sonraki ücretli işçi kuşağının yaratılmasını sağlamak için gerekli metaların değeri eliyle belirleniyordu.

Emek gücü metasını satın alan kapitalist, onu tüketme ve bütün diğer meta alıcıları gibi, bu tüketimin meyvelerine sahip olma hakkını kazanıyordu. Emek gücü metasının tüketimi üretim sürecinde meydana geliyordu. Bu iş sürecinde emekçi, kapitaliste satmış olduğu metada, emek gücü metasında cisimleşen değerden daha fazla değer yaratıyordu.

Kapitaliste satılan emek gücü metasının değerini içeren metaların değeri, diyelim ki dört saatlik emeği cisimleştiriyordu, ancak işçi 8, 10 veya 12 saat çalışıyordu. Artık değerin kaynağı işte buydu.

Yani emek gücü, istisnai ya da özel bir metaydı; onun tüketilmesi fazladan ya da artık değerin kaynağıydı ve bu süreç, piyasanın mübadele yasalarına aykırı olarak değil, onlara uygun biçimde gerçekleşiyordu.

Artık değer, tekil işçi aldatıldığı için değil –Marx, işçiye emek gücünün tam değerinin ödendiğini varsayar– ama bir toplumsal ilişkiler sistemi aracılığıyla birikiyordu. Bu sistemde eşdeğerlik büyük bir eşitsizliğe neden oluyor; maddi kaynaklar genişlerken bile bir kutupta servet birikimine, diğer kutupta ise yoksulluğa yol açıyordu.

Marx’ın keşfinin çığır açıcı karakteri, onun yaşam boyu çalışma arkadaşı olan Frederick Engels tarafından Anti-Dühring’de sergilendi.

Orada Engels, Marx’tan önce sosyalizmin, kapitalist üretim biçimini eleştirmiş ve onun sonuçlarını kınamış olduğunu; ancak onu çözümleyemeyerek yalnızca kötü olarak reddettiğini açıklıyordu.

Oysa Marx, hem kapitalizmin belirli bir dönemdeki –toplumun üretici güçlerinin gelişiminin belirli bir dönemindeki– gelişiminin gerekliliğini hem de kapitalizmin çöküşünün gerekliliğini göstermişti. Marx, kapitalizmin temel karakterini ortaya çıkardı.

Engels, bu iki keşif –maddeci tarih anlayışı ve kapitalist üretimin sırrının çözülmesi– ile birlikte, “sosyalizm bir bilim haline geldi,” diye yazıyor ve ekliyordu: “Bir sonraki şey, onun tüm ayrıntılarını çözmekti.”

Mevcut dönemde en ilgi duyulan ayrıntılardan biri, Kapital’in yayımlanmasından bu yana 150 yılda gelişmiş olan finansın ya da hayali sermayenin rolüdür. Marx, kendi zamanında daha yeni ortaya çıkmaya başlamış olan finansla ilgili gelişmelerin farkındaydı.

Dev işletmeler, kendilerinin ya da ailelerinin birikimine dayanan tekil girişimciler tarafından finanse edilmemektedir. Kapitalist üretimin ölçeği bunun çok ötesine geçmiştir. Bu işletmeler, borsa ve bankalar tarafından verilen kredi vasıtasıyla bir bütün olarak toplumun kaynaklarının seferber edilmesine dayanmaktadır.

Büyük olasılıklara karşı ilerleme mücadelesi veren, risk alan vb. bireysel kapitalist mitolojisi, özünde toplumsal bir süreç olan özel kâr birikiminin gerekçesi olarak siyasi ve ideolojik nedenlerle sürdürülmektedir.

Finansın yükselişi, yeni bir ekonomik kategorinin, hayali sermayenin ortaya çıkmasına yol açtı.

Eğer hisse senedi çıkarılması ya da banka kredisi yoluyla para toplanır ve bu para, üretim ve artık değer elde etme sürecini başlatmak üzere makine, hammadde ve emek gücü satın almak için kullanılırsa, o halde üretken sermayeye sahibiz demektir; yani, artık değer sağlayan sermaye.

Ama aynı sermaye, hisse senedi veya borç yükümlülüğü gibi başka bir biçimde de var olur. Ancak bu, üretken değil, hayali sermayedir. Bu sermaye, artık değer çıkarılması faaliyetinde bulunmaz. O daha çok, üretken biçimiyle sermayenin işçi sınıfından çıkardığı artık değer üzerindeki bir hak talebidir.

Bu süreç Marx’ın zamanında daha yeni başlamıştı ancak o, bununla ilgili olarak, geçerliliğini hiç yitirmeyen kavrayışlı kimi yorumlarda bulunmuştu. Marx, anonim şirketlerin gelişimi, “Yeni bir mali aristokrasiyi, proje tasarımcıları, kurucular ve sadece kâğıt üzerindeki müdürler kılığındaki yeni bir asalaklar türünü; şirket kuruluşları, hisse senedi ihraçları ve hisse senedi ticareti ile ilişkili olarak bütün bir dolandırıcılık ve hile sistemini yaratır,” diye yazmıştı.

Marx, bu sürecin, kapitalist üretim tarzının tüm ideolojik gerekçelerini yok ettiğini söylüyordu: “Spekülasyon yapan toptancı tüccarın riske attığı şey, kendi mülkiyeti değil toplumsal mülkiyettir. Sermayenin kökeninde tasarrufun bulunduğu ifadesi de aynı ölçüde anlamsızlaşır, çünkü toptancı tüccar, tam da, başkalarının onun için tasarruf etmesini ister… Toptancı tüccarın, kendisi de bir kredi aracı olan lüksü, perhiz hakkındaki diğer ifadeyi açıkça yalanlar. Kapitalist üretimin daha az gelişmiş bir aşamasında hâlâ bir anlamları olan düşünceler burada tümüyle anlamsızlaşır.” [Karl Marx, Kapital III. Cilt, s. 441-442, Yordam Kitap, 2016]

İşçi sınıfından çıkartılan artık değer kütlesi, üretken sermayenin çeşitli kesimleri ile hayali sermaye sahiplerinin hak talepleri arasında paylaştırılan bir havuz oluşturur.

Elbette, borsada hisse senedi ticareti yaparak ve son dönemde mali piyasalarda borç ticareti için geliştirilen bir dizi esrarlı mekanizma üzerinden büyük bir servet elde edilebilir.

Ancak bu işlemlerden kâr elde edilebiliyor oluşu, bu çeşitli finansal varlıkların kendi başlarına değer içerdiği anlamına gelmez. Bunlar, son tahlilde, değer üzerindeki hak talepleridir. Bu, bir firma ya da girişim iflas ettiği, ona bağlı tüm finansal varlıkların piyasa fiyatlarının çöktüğü ve hak iddia edenlerin enkazdan kalanları elde etmek için harekete geçtiği zaman ortaya çıkan bir gerçektir.

Bu finansal varlıklar ve onlarla bağlantılı mekanizmalar, geçtiğimiz kırk yılda muazzam derecede genişlemiştir. Bu, servet birikiminin fiili üretim sürecinden giderek daha çok ayrılmasından kaynaklanan bir süreçtir.

Bu ayrışmanın kökleri, P–M–P’ biçimindeki temel kapitalist üretim şemasında; yani bir bütün olarak sürecin başlangıç ve bitiş noktası olarak parada görülebilir.

Burjuva politikacılar tarafından kullanılan ve kurtarma paketlerinin ve para dağıtılmasının “ekonomiyi kurtarmak” için gerekli olduğu biçimindeki ifadeler ne olursa olsun, kapitalist üretim asla toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için maddi mal ve hizmet üretimi ile ilgili değildir. Bu, sadece amaç için bir araçtır ve sermaye, Marx’ın ortaya çıkardığı üzere, fiili üretim sürecini (maddi servet yaratılmasını), paradan dosdoğru daha fazla paraya ilerlemek için kendisini hiç durmadan kurtarmaya uğraştığı zahmetli bir “aracı” olarak görür.

Belirtmek gerekir ki bu, kapitalist toplumsal ve ekonomik ilişkilerin nesnel mantığından kaynaklanmaktadır; her ne kadar bol miktarda var olsa da bireysel ve doymak bilmez bir açgözlülüğün ürünü değildir.

“Aracı”nın ortadan kaldırılması, 1980’lerden itibaren hız kazandı. Kâr oranlarında yaşanan ve II. Dünya Savaşı sonrasının hızlı kapitalist büyüme dönemine –bu büyüme, istikrarlı ya da yükselen kâr oranlarına ve beraberinde sanayinin genişlemesine dayanıyordu– son veren düşüş, finansallaşmanın yükselişine ve spekülasyon ile asalaklık yoluyla servet birikimine yol açtı.

Yeni ve giderek daha fantastik hayali sermaye biçimleri yaratıldı. Kredi temerrüt takası ve teminata dayalı kredi yükümlülükleri gibi esrarlı finansal türevler bunlar arasındaydı. Spekülatörlerin kâr etmek üzere piyasadaki küçük değişikliklerden anında yararlanabilmesi için, hızlı bilgisayarlı işlemleri kolaylaştıran algoritmalar geliştirildi. Ev ipoteklerinden kredi kartlarına ve öğrenci kredilerine, şirketlerin kredibilitesinden borsadaki dalgalanmaya, faiz oranlarından döviz hareketlerine kadar her şey spekülasyon konusu haline geldi.

Giderek artan oranda, üretimin gelişmesinden değil ama bu dev kumarhanede oynanan kumardan ve yapılan spekülasyondan kâr ediliyordu. Bir finansal balon patladığında, ABD Merkez Bankası (Fed), bir sonraki balonu yaratmak için daha fazla para pompalamaya hazırdı.

Bu, 2008 çöküşüne yol açtı. Ancak Fed ve dünya genelindeki diğer merkez bankaları, buna, aşırı düşük faiz oranları ve parasal genişleme yoluyla daha da fazla parayı kullanıma sunarak karşılık verdiler. Bu ise, daha koronavirüs salgınından önce çökme işaretleri veren başka bir hayali sermaye dağı yarattı.

Doğrusu, Fed’e ve diğer büyük merkez bankalarına, her halükarda girişmek zorunda kalacakları bir kurtarma operasyonunu gerçekleştirme gerekçesi sağlamasından dolayı, pandeminin sermaye için faydalı bir rol oynadığı söylenebilir.

Mart ayı ortasında ortaya çıkan piyasa çöküşü tehdidine yanıt olarak, finansal sisteme bir kez daha trilyonlar akıtıldı.

Ancak her ne kadar bu “değer” hiç yoktan yaratılıyormuş gibi görünse de, bu devasa hayali sermaye kütlesi, nihayetinde işçi sınıfının sömürüsünden elde edilen artık değere dayanmaktadır. Onun hak talepleri ancak mevcut artık değer havuzu büyütülürse karşılanabilir.

Siyasi renkleri ne olursa olsun, bütün kapitalist hükümetlerin, işçiler için doğurduğu sağlık tehlikelerine bakmaksızın işe geri dönülmesini dayatmasının nesnel maddi kaynağı işte budur.

Artık değer sömürüsü kaldığı yerden ve geçmişte olduğundan daha da aşırı bir oranda devam etmelidir. Tıpkı yeni önlemlerin (iki kademli ücret sistemi, sıfır saatli sözleşmeler ve esnek çalışmanın gelişmesi vb.) 2008 krizinden sonra kalıcı hale getirilmesinde olduğu gibi, mevcut krizde uygulamaya konarak önceki ücretleri ve koşullara rafa kaldıran “acil durum” önlemlerinin kalıcı hale getirilecek olmasının nedeni budur.

Hükümetlerin şirketleri ve bankaları finanse etmek için verdiği açıkların yanı sıra, Fed’in ve diğer merkez bankalarının yarattığı hayali sermaye vampiri, atardamarlarına artık değer biçiminde pompalanan taze kana sahip olmalıdır.

Ancak bu kan, sadece işçi sınıfının sömürüsünün derhal yoğunlaştırılması yoluyla sağlanmayacaktır. Sağlık, eğitim, emeklilik vb. yaşamsal sosyal hizmetler, hayali sermayenin el koyması için hazır olan artık değer havuzundaki istenmeyen bir masraftır ve artık değerin bu şekilde başka tarafa akıtılması durdurulmalıdır. Burada söz konusu olan ne olacağını tahmin etmek değil, daha önce neler olduğunu inceleme meselesidir.

2008 krizinin hemen ardından, büyük kapitalist hükümetler bir bütçe teşviki sağlama sözü vermişlerdi. Yaklaşık bir yıl sonra, Haziran 2010’daki G20 toplantısında, bu politika iptal edildi ve kemer sıkma önlemleri uygulamaya kondu. Bu ise, diğer şeylerin yanı sıra, sağlık hizmetlerinde –sonuçları mevcut pandemi eliyle gözler önüne serilen– yıkıcı kesintilere yol açtı.

Okurumuz, borç seviyelerinin zaten önemli derecede yükseldiği göz önünde bulundurulduğunda, buna fazladan trilyonlarca doların eklenmesinin ABD’nin bütçe açığında ne gibi bir fark yaratacağı sorusunu yöneltiyor.

Bu meseleyi ele alırken öncelikle belirtmek gerekir ki, daha pandemiden önce ABD’nin devlet borçları seviyeleri ve bunların sürdürülebilirliği hakkında kaygılar vardı. Borcun daha fazla birikmesi artık basitçe bir niceliksel artış değil, daha çok niteliksel bir sıçrama niteliğindedir.

Amerika’nın devlet borcunun GSYİH’ye oranının bu yıl yüzde 99 olacağı (geçtiğimiz yıldan yüzde 79 fazla) ve 2023’te yüzde 108’e çıkacağı tahmin ediliyor. Bu oran, II. Dünya Savaşı sırasında kaydedilen önceki rekoru geride bırakmaktadır.

En önemli meselelerden biri, ABD dolarının uluslararası para sisteminin temeli olduğu koşullarda, bunun küresel mali sistem üzerinde nasıl bir etkisinin olacağıdır.

Ekonomi tarihçisi Adam Tooze’a göre bu, dolar küresel kredi sisteminde bir çöküşü önlemek amacıyla diğer merkez bankalarına açık olduğu sürece işlemeye devam edebilir.

Tooze, 2008 çöküşünün onuncu yıldönümünde Crashed adlı bir kitap yayımladı. Yazar, kitabında, Fed’in, kredi sisteminde tam bir donmayı önleyecek şekilde, diğer merkez bankalarına dolar takası (swap) sağlamada oynadığı önemli role dikkat çekiyordu. Tooze, ABD borsasının hızla düştüğü Mart ayının ortasında bu programın genişletilmesini memnuniyetle karşıladı.

20 Mart’ta New York Times’ta çıkan yazısında, bunun “iyi bir haber” olduğunu söylüyor ve Fed’in uluslararası sorumluluğunu ciddiye aldığını belirtiyordu. Hatta makalenin başlığı şuydu: “Dünyayı Finansal Çöküşten Kurtarabilecek Tek Şey Budur.”

Tooze, makalesinde değer sorununa girerek şöyle yazmıştı:

“Amerikan ekonomisi zayıf görünüyor olabilir ama dolar hâlâ evrensel olarak en geçerli ödeme aracıdır ve değer deposudur.”

Ancak yazar, bir bilgisayar tuşuna basılmasıyla dijital olarak yaratılan bu dolarların nasıl bir “değer deposu” olabileceğini açıklamıyordu. Dahası, argümanı özünde dolambaçlıydı ve şunu söylüyordu: Dolar evrensel olarak en geçerli ödeme aracıdır, çünkü bir değer deposudur ve dolar bir değer deposudur, çünkü evrensel olarak en geçerli ödeme aracıdır.

Kendisini “sol liberal” bir tarihçi olarak niteleyen Tooze, 2008 krizine ilişkin çalışmasından dolayı, borçta büyük çaplı bir artış olmasının olası sonuçlarının farkındadır.

Tooze, 27 Nisan’da Guardian’da yayımlanan yazısında, krizden dolayı “yükselen bir borç yığını” olacak ve bunların geri ödenmesi sorunu, “önümüzdeki yıllarda politikamızın gidişatını belirleyecek,” diye yazıyor ve bu mesele çözülmedikçe, “koronavirüs borçları, yeni bir kemer sıkma kampanyasının koçbaşı olacak,” uyarısında bulunuyor.

Yazar, 2010’dan sonra başlatılan kemer sıkma gündemine dikkat çekmesinin ardından, doğru bir şekilde, borç ödeme politikasının ulusal değil ama sınıfsal bir sorun olduğuna karar veriyor: kim ödeyecek?

Ancak Tooze’un vardığı sonuç şudur; merkez bankalarının hükümetlerin borcunu satın almasıyla kafa kafaya bir çatışmayı önlemek mümkündür ve “merkez bankalarının krizle mücadele yöntemlerini toparlanma döneminde sürdürmesini sağlama” hedefiyle bir siyasi kampanya yürütülmesi gerekmektedir.

Bundaki amaç; halk kitlelerinin, kapitalist sistemin şu anda karşı karşıya olduğu süregiden çözülmenin gerçek anlamını kavramasını engellemeye çalışmaktır. Kitleler, eğer Fed, Avrupa Merkez Bankası ve Bank of England daha fazla para pompalamaya devam ederse, kafa kafaya bir çatışmanın önlenebileceği biçiminde bir dizi yanılsamanın içine hapsedilmelidir.

Bu tür bir programın politikası, “sol liberal” Tooze bunu kabul etmeyi umursasa da umursamasa da, egemen sınıflara işçi sınıfına karşı –kaçınılmaz gördükleri– saldırılarını hazırlamaları için daha fazla zaman tanımaktır.

Dijital para akışı sonsuza dek (ad infinitum) devam edemez, çünkü bu, çok geçmeden bir noktada tüm mali sistemin altını oyacaktır. Buna ilişkin halihazırda uyarılar yapılıyor.

Örneğin, Australian Financial Review’de 27 Nisan’da çıkan bir yazıda, Elliott Management adlı serbest yatırım fonunun başında bulunan Paul Singer tarafından yapılan uyarılar aktarılıyor. Singer, yatırımcılarına yönelik son mektubunda, “acil para politikası” bugün doğru hareket olsa da, iki yıl içinde böyle olmayacak, diye yazıyordu.

Singer, devamında, karar vericilerin, on yıl önce, “parasal aşırılığa” başvurduğunu ve acil durum geçtikten sonra bile bunu hızlandırdıklarını yazıyordu. Sonuç, hiperenflasyon değildi. Ancak Singer’in “sahte paranın ve sahte bilgili merkez bankacılarının reddedilmesi” olarak tanımladığı bu olasılık, “muhtemelen gözden kayboluyor.”

Singer, parasal genişlemenin ve negatif faiz oranlarının sağlam olmadığı uyarısında bulunuyordu, “çünkü bunların büyülü görünen etkileri yurttaşların, yatırımcıların ve şirketlerin şu saf güvenine dayanıyor: kâğıt para, ne kadar hızla yaratılmış ve geri dönüşü ne olursa olsun … üzerindeki hak iddialarından dolayı değerlidir.”

Singer, dünyanın, “para basmanın, fiyat ve borç büyümesinin, para otoritelerinin derin bir durgunluk ve kredi çöküşü dışında kırılamayacağını fark ettikleri hızlı yükselişinin ardından bir taşma noktasına yaklaşmış” olduğunu söylüyordu.

“Borç politikası” olarak adlandırılabilecek bir dönemde neyin gelmekte olduğu, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının ardından nelerin olup bittiği incelenerek kavranabilir. Bu iki dönem, borcun şu anda ulaşılan seviyelerde olduğu dönemlerdi.

II. Dünya Savaşı sırasında oluşan borç zamanla azaltılabildi, çünkü dünya ekonomisi, otuz yıllık kırımın ardından bir yükseliş dönemine girmişti. Bunun nedeni, öncelikle, Amerikan sanayisinin daha üretken yöntemlerinin diğer büyük ekonomilere doğru genişletilmesi ve bunun da kâr oranında ve ekonomik büyümede bir artış sağlamasıydı.

I. Dünya Savaşı’ndan sonraki ise tamamen farklı bir durumdu. Küresel ekonomi, savaş patlak vermeden önce zaten uzun süreli darboğazlara girmişti –birçok bakımdan, Lev Troçki’nin defalarca belirttiği gibi, savaş bizzat bu gelişmeden kaynaklanmıştı– ve işçi sınıfı, siyasi iktidarı ele geçirme görevinin doğrudan doğruya gündeme geldiği bir dizi çatışmaya girmişti.

İşçi sınıfının başında, Rus işçi sınıfını 1917 Ekim Devrimi’nde iktidara taşıyan Bolşevik Parti çapında bir devrimci parti olmadığı için, bu görev başarıyla tamamlanamadı. Bu yenilgilerin sonucu, sonraki yirmi yıldaki işsizlik, [Büyük] Bunalım, faşizm ve savaştı.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra borçların azaltılması ile herhangi bir benzerlik kurma girişimi tamamen asılsız olur. Küresel kapitalist sisteme itici güç sağlamaya hazır bir Amerikan ekonomisi söz konusu değildir. ABD kapitalizmi, bir bütün olarak sistemin çürüyüp bozulmuşluğunun en dikkat çekici ifadesidir.

Dünya ekonomisi, uzun süreli bir darboğaz koşullarında, pandemi eliyle tetiklenen –ancak esas nedeni pandemi olmayan– bir çökme dönemine girmiştir. Bu dönem, daha koronavirüsün ortaya çıkmasından çok önce, uzun süreli iktisadi durgunluk dönemi olarak nitelenmişti.

Açılan dönemin ekonomi politiğini belirleyen işte budur. İşçi sınıfı, bu yeni durumu ancak geçmişin derslerini çıkararak karşılayabilir ve dünya ekonomisini sosyalist temelde yeniden inşa etme görevine başlamak üzere siyasi iktidarı ele geçirme mücadelesine önderlik edecek devrimci partinin inşasına kendisini ancak bu derslere dayandırarak girişebilir.

5 Mayıs 2020

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir