Irak ve Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) Suriye’de işgal ettiği yerleri birbiri ardına yitirerek silinme noktasına gelmesi, ülkede yüz binlerce insanın yaşamına ve milyonlarcasının da yerinden yurdundan edilmesine yol açan emperyalist destekli vekil savaşının üzerindeki örtüyü bir bütün olarak kaldırmış durumda.
IŞİD bahanesinin büyük ölçüde ortadan kalkması üzerine ABD Savunma Bakanı James Mattis’in geçtiğimiz hafta ABD’nin daha uzun süre Suriye’de kalacağını ve “hemen çekip gitmeyeceklerini” açıklaması, IŞİD’in yenilgisinin bir “son” değil; “yeni bir başlangıç” olduğunun en açık ifadesidir.
ABD emperyalizminin Türkiye, Suudi Arabistan ve diğer Körfez monarşileri ile birlikte Şam’da rejim değişikliği amacıyla altı yıl önce örgütlediği iç savaşın, özünde bir emperyalist paylaşım savaşı olduğu gerçeği, İslamcı vekillerin ardından IŞİD’in de elindeki yerleri birer birer kaybetmesiyle gözler önüne seriliyor.
Yıllardır devam eden bu vekil savaşında, sahadaki vekiller çeşitli biçimlerde kılık değiştirmiş ve arkalarındaki güçler farklılaşmış olsa da, asıl hedefler değişmeden kalmıştır.
Gerileyen küresel ekonomik ağırlığını, özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından çeyrek yüzyıldır askeri güç yoluyla dengelemeye çalışan ABD için, Suriye’deki rejim değişikliği savaşı, asıl olarak Rusya’yı ve Çin’i hedef alan, aynı zamanda da “müttefik” emperyalist rakiplere gözdağı veren çok daha kapsamlı bir jeostratejik amacın bir parçasıdır.
ABD egemen sınıfının, Rusya’yı ve kendisine bütünüyle boyun eğmeyen İran’ı Ortadoğu’da etkisizleştirme hedefi, “kullanışlı düşman” konumundaki IŞİD’in sahadan silinmesi ve Esad hükümetinin gücünü pekiştirmesiyle birlikte, çok daha şiddetli bir çatışmanın nesnel temelini oluşturuyor.
Bölgedeki tek askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye’deki müttefikinin düşmesini engellemek için savaşa müdahale eden Rusya’nın politikası ve hedefleri de bütünüyle gericidir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ulusallaştırılmış mülkiyetin yağmalanması üzerinden zenginleşen Rus oligarklarının çıkarlarını temsil eden Putin yönetimi, emperyalistler ile anlaşma ve Rus milliyetçiliğine başvurarak savaşa hazırlanma arasında gidip gelen politikasıyla, yalnızca çatışmanın daha da şiddetlenmesine hizmet etmektedir.
Suriye savaşında gelinen yeni aşama, dünyanın en büyük iki nükleer gücünün doğrudan çatışma tehlikesini gitgide daha olası hale getiriyor.
Geçtiğimiz yılın sonunda Halep’teki cihatçı vekillerinin Suriye ordusu tarafından bozguna uğratılmasının ardından karadaki vekil gücü olarak tüm ağırlığını PYD/YPG’nin hakim olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nden (SDG) yana koyan Washington, “IŞİD ile savaş” bahanesiyle Suriye’nin kuzeyinde önemli bir üs edinmiş durumda.
Geçtiğimiz yıl “Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu” ilan edilen SDG’nin elindeki topraklarda bulunan ABD üslerinin sayısının, Rakka’nın IŞİD’den alınması ve orada da bir ABD üssünün kurulmasıyla birlikte 10’u geçtiği belirtiliyor. ABD Özel Harekat askerleri doğrudan SDG’nin içinde faaliyet gösteriyor ve bu birliklere komuta ediyor. Suriye’deki ABD askerlerinin sayısı, resmi rakamlarla yüzlerle ifade ediliyor ama bu rakamın 4 bin dolayında olduğunu, bizzat ABD’nin “IŞİD ile mücadele” komutanı ağzından kaçırmıştı.
SDG’nin, şu anda Türkiye’de olduğu iddia edilen eski sözcüsü Talal Silo, birkaç ay önce Reuters’a yaptığı açıklamada, ABD’nin bölgede onlarca yıl kalacağını belirterek durumu özetlemişti. Silo, “Amerikalıların IŞİD’den sonra da burada stratejik çıkarları olacak… Bunlar daha başlangıç aşaması, terk etmek için destek vermezler. Amerika bunca desteği bedava vermez.” demişti.
SDG’nin hakimiyetindeki bölgenin yetkililerinden Hediye Yusuf da, Mayıs ayında Observer’a, planlanan Rakka operasyonunun yanı sıra, kuzeyde kurulan yönetimin Akdeniz’e ulaşma hedefinden söz etmişti. Bu, her durumda, bölgede bir Kürt oluşumunu engellemek için Suriye’ye müdahale eden Türkiye’nin yanı sıra, Suriye hükümeti ve onu destekleyen İran ile de doğrudan askeri çatışmayı gerektirecek bir hedeftir.
IŞİD’in geçtiğimiz ay “başkenti” Rakka’yı kaybetmesi, ABD destekli YPG/SDG güçleri ile Rusya ve İran destekli Esad güçlerinin karşı karşıya gelme olasılığını hiç olmadığı kadar arttırmış durumda.
IŞİD militanlarının Rakka’dan tahliye edilmesinin arka planı, bu olasılığın hiç de uzak olmadığını gösteriyor. ABD emperyalizminin, yüzlerce IŞİD militanını silahları ve aileleri ile birlikte kurtardığı bu anlaşmalı tahliye ilk kez Eylül ayında dile getirilmişti. Ancak bu iddianın ABD, Britanya ve Fransa gibi “IŞİD karşıtı koalisyon”un başlıca emperyalist güçleri tarafından doğrulanması için, BBC’nin konuyu bütün ayrıntılarıyla haber yapması gerekti.
İçkin Kararlılık Operasyonu sözcüsü ABD’li Albay Ryan Dillon, “Bu… Suriyelilere kalmış bir mesele. Savaşan ve ölen onlar, operasyonlarla ilgili kararları onlar alıyor.” diyerek Rakka anlaşmasındaki sorumluluğun SDG’ye ait olduğunu iddia etmiş olsa da, gerçek öyle değil.
Rakka operasyonu, stratejik bir bölgeyi rejim güçlerinden önce ele geçirmek için Pentagon tarafından planlanmış, başlatılmış ve yönetilmiş; kent, ABD’nin hava desteğiyle, çok sayıda Amerikan özel harekat askerini barındıran SDG tarafından ele geçirilmişti.
IŞİD’lilerin tahliye edilmesinin sivilleri kurtarmayı amaçladığı yönündeki açıklamalar, Suriye’de ve Irak’ta gerçekleştirilen emperyalist katliamın suç ortaklarının ikiyüzlülükte hiçbir sınır tanımadığını gözler önüne sermektedir. İzleme örgütü Airwars, 2014’ten bu yana ABD’nin başını çektiği “koalisyon”un hava saldırılarında en az 6 bin ile 9 bin arasında sivilin katledildiğini hesaplamış durumda. Airwars’ın yalnızca Musul’daki hava saldırılarında en az 5.800 sivilin öldürüldüğünü hesapladığı düşünüldüğünde, gerçek rakamın çok daha fazla olduğu tahmin edilebilir.
Airwars, IŞİD tarafından ele geçirilmeden önce nüfusu 200.000’in üstünde olan ve SDG tarafından “kurtarıldıktan” sonra 45.000 kişinin kaldığı Rakka’da, en az 1.300 sivilin öldürüldüğünü, bu rakamın 3.000’in üstünde olabileceğini belirtiyor. Tüm binaların yüzde 80’inin enkaz haline getirildiği Rakka, ABD emperyalizmi tarafından Musul’un ardından yeryüzünden neredeyse silinerek “kurtarılan” bir diğer kent oldu.
ABD’nin 2003 yılındaki Irak istilasının bir milyonu aşkın insanın canına mal olduğu; Suriye’de yüz binlerce kişinin katledilmesinin başlıca sorumluluğunun ABD önderliğindeki emperyalist savaş kışkırtıcılarına ait olduğu hatırlandığında, onların sivillerin yaşamına yönelik kaygılarının bir sahtekarlıktan ibaret olduğu daha açık görülecektir.
Gerçekte, ABD önderliğindeki “koalisyon”un vekil gücü olan SDG, Rakka’yı ya da IŞİD’in elindeki diğer yerleri, kentleri ve insanları kurtarmak için değil; buraları Esad yönetiminden önce ele geçirip, hazırlıkları sürdürülen yeni savaşlarda stratejik üsler elde etmek için ele geçirmiştir.
Mali sermayenin egemenliğini ifade eden emperyalizmin özgürlük değil, egemenlik peşinde koştuğunu Lenin bundan yüz yıl önce açıklamıştı. Rakka’da IŞİD ile varılan anlaşmanın arkasında, bu egemenlik arayışı yatıyordu.
Deyrizor’a doğru ilerleyen Suriye ordusunun önünü kesmek ve ülkenin en önemli petrol ve doğalgaz sahalarını ele geçirmek için hızlı bir saldırı başlatma gerekliliği, söz konusu anlaşmada önemli bir rol oynamıştır. Buna, IŞİD savaşçılarının varlığını sürdürmesinin ABD için yeni müdahale gerekçeleri sağlayacağı; aynı zamanda, Rakka’da kurtarılan IŞİD savaşçılarının “ılımlı” İslamcı vekil güçler içinde Esad yönetimine karşı yeniden savaşacağı gerçeği de eklenmelidir.
Bundan tam üç yıl önce yayınladığımız, Kobani Trajedisi ve İşçi Sınıfının Çıkartması Gereken Dersler broşürünün önsözünde şunları yazmıştık:
Emperyalist devletlerin, bu kez “IŞİD’e karşı savaş” gerekçesiyle, Ortadoğu’ya yeniden askerlerini sevk etmesi ve silah göndermesi, milliyetçi Kürt önderliklerinin talebiyle ve emperyalist ülkelerdeki sahte solun “insan haklarını koruma” sloganı altında gerçekleşiyor. Milliyetçi Kürt önderlikleri, emekçi kitleler ve gençlik içindeki IŞİD karşıtı duyguları ve ezilen Kürt halkına olan sempatiyi kendi egemenlik çıkarları için kullanırken, sahte sol parti ve örgütler, ülkelerindeki işçileri Ortadoğu’daki yağma ve sömürü savaşına yedeklemeye çalışıyor.
Oysa emperyalist devletlerin ve onların bölgesel müttefiklerinin (Türkiye, İsrail, Arap monarşileri ve Kürt önderlikleri) ilgilendiği şey, Kürt emekçilerinin çıkarları ya da toplumsal özlemleri değildir. Bütün bu güçler, bölgenin doğal zenginlikleri ve insan kaynakları üzerinde egemenlik kurmayı amaçlayan emperyalist bir yeniden paylaşımdan olabildiğince büyük bir pay kapma peşindeler…
Aynı yerde, ABD emperyalizmi ve aralarında Erdoğan hükümetinin de yer aldığı bölgesel müttefikleri tarafından finanse edilip donatılmış olan IŞİD’in Esad yönetimine karşı savaştığı ve Irak’taki çıkarlara zarar vermediği sürece desteklenmiş olduğu vurgulanmıştı.
Bugün IŞİD bahanesinin büyük ölçüde ortadan kalkması, sahadaki asıl emperyalist çıkarları, onların vekillerinin hedeflerini ve emperyalist müdahalelere “insan hakları” maskesi takan sahte solun bu süreçte oynadığı yıkıcı rolü bütünüyle açığa çıkarmış durumdadır. Artık YPG’ye verilen destekte, sahte solun bir zamanlar iddia ettiği gibi “Rojava’nın savunusu” değil; Suriye’deki emperyalist destekli Kürt milliyetçisi burjuva önderliğin elindeki toprakların genişletilmesi, Akdeniz’e uzanılması, ABD’ye askeri üsler sağlanması söz konusudur. Tüm bunlar, ABD emperyalizminin Suriye’de rejim değişikliği hedefinin ve İran’a ve Rusya’ya karşı savaş hazırlıklarının ayrılmaz parçasıdır.
Sahte solun “Rojava devrimi”nden söz etmeyi bir süredir neredeyse bırakmış olması, ne onların emperyalizm ile suç ortaklıklarını ortadan kaldırmakta ne de bu burjuva gerici çizgiden bir kopuş yaşadıkları anlamına gelmektedir. Onların, Suriye’nin kan gölüne dönmesinde büyük bir sorumluluğu olan Erdoğan hükümetine muhalefetleri de her türlü ilkeden yoksun bir ikiyüzlülük örneğidir.
Özünde Türkiye’nin Ortadoğu’daki yayılmacı emellerini milliyetçi Kürt hareketi ile birlikte sürdürme projesi olan sözde “barış süreci”ne verdiği destek, sahte solun Türkiye burjuvazisi ve devleti ile her an işbirliği yapmaya hazır olduğunun açık bir ifadesiydi.
Dahası, “barış süreci”nin Ortadoğu’daki paylaşım savaşının tırmanmasıyla birlikte çökmesi, bu “stratejik işbirliği” hedefinin ortadan kalktığı anlamına gelmiyordu. Sahte sol gruplar, HDP’nin önderi Selahattin Demirtaş 1 Kasım 2015 seçimleri öncesinde yalnızca CHP ile değil AKP ile de koalisyon kurabileceklerini açıklamış olmasına rağmen, bu partiye tam destek vermekte bir an bile tereddüt etmediler. Bugün bu sürecin çökmesi sonucunda Kürtlere karşı tırmandırılan baskının bir parçası olarak gayrimeşru bir şekilde hapiste tutulan Demirtaş, daha kısa süre önce Türkiye ile PKK/PYD’nin IŞİD’e karşı birlikte savaşması çağrısı yapıyordu.
Sahte solun siyasi iflası, Erdoğan hükümetinin 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından Kürt illerinde giriştiği, binlerce sivilin yaşamına, yüz binlercesinin de evlerini terk etmesine yol açan kapsamlı askeri operasyonlara, sınır ötesi harekatlara ve HDP’ye yönelik baskıya tam destek veren CHP’nin arkasında hizaya geçmeleriyle doruk noktasına ulaştı. Sahte solun “Demokrasi İçin Birlik” adlı, CHP’li ve HDP’li milletvekillerinin başını çektiği burjuva oluşuma yedeklenmesi, onların emperyalist savaşa verdikleri desteğin bir tamamlayıcısıydı.
Yerinde bir şekilde “yeni sağ” olarak tanımlanabilecek olan bu grupların geldikleri nokta, egemen sınıfları savaşa ve diktatörlüğe iten kapitalizmin derinleşen krizinin yarattığı nesnel koşulların, onların geçmişte takabildikleri “sol” hatta “sosyalist” maskeleri paramparça etmesinin bir ifadesidir. Ortadoğu’da, Doğu Avrupa’da ve Kore yarımadasında emperyalist savaş hazırlıklarının hızla tırmandığı ve bu kez nükleer silahlarla yapılacak bir üçüncü dünya savaşının kapıda olduğu koşullarda, insanlığın maruz kaldığı bütün felaketlerin kaynağı olan kapitalizme karşı devrimci mücadele dışında hiçbir çıkış yolu bulunmamaktadır. İşçi sınıfı eksenli olması ve enternasyonalist sosyalist bir perspektife dayanması gereken bu mücadele dışındaki tüm “çözüm” önerileri, kaçınılmaz olarak şu ya da bu egemen sınıfa ve emperyalist devlete hizmet edecektir.
Şimdi Arap ve Kürt emekçileri ile gençliğinin ön cephesine yerleştirildiği ve tüm bölge halklarını tehdit eden savaş yönelimini durdurmanın tek yolu, Rus işçi sınıfının 100 yıl önce I. Dünya Savaşı katliamının ortasında Lenin’in ve Troçki’nin Bolşevik Partisi’nin önderliğinde iktidarı alarak açtıkları yolu izlemektedir. Bu, bir dünya sosyalist devletler federasyonunun parçası olarak Ortadoğu Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni kurmak üzere yeni Ekim Devrimlerine hazırlanmak demektir.