17 Şubat Çarşamba günü başkent Ankara’nın kalbinde gerçekleştirilen terör saldırısı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan önderliğindeki AKP hükümetinin, Suriye’ye yönelik savaş planları doğrultusunda her şeyi göze almış olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir.
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, 29 kişinin ölümüne yol açan saldırıdan 24 saat geçmeden yaptığı açıklamada “kesin olarak” PYD/YPG’yi sorumlu tutmasının, mevcut koşullar göz önünde bulundurulduğunda açık bir amaca hizmet ettiği neredeyse kesindi.
Hükümetin, daha önceki terör saldırıları da dahil olmak üzere birçok konuda açıkça yalan beyanda bulunduğunu ve sorumluluğunu örtmeye çalıştığını bilen herkes için, bu iddia, doğrudan doğruya Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahale planlarını hayata geçirmesi yönünde bulunmaz bir fırsatı dile getiriyordu. PYD/YPG’nin sorumluluğu derhal reddetmesine ve saldırıyı kınamasına rağmen hükümet ve medya tarafından sürdürülen bu iddia, çok geçmeden saldırıyı TAK adlı örgütün üstlenmesiyle çatırdamaya başladı.
Saldırganın babasıyla yapılan DNA testinin açıklanmasıyla beraber, saldırının hükümetin adını verdiği Suriye doğumlu Salih Necar tarafından değil de TAK’ın açıkladığı Türkiye doğumlu Abdulbaki Sömer tarafından gerçekleştirildiği kesinleşti. Ayrıca, MİT’in saldırıdan yaklaşık bir hafta önce Ankara Kızılay veya İstanbul Taksim’de bir saldırı hazırlığı yapıldığı istihbaratını paylaştığı yönündeki haberler, haklı olarak, daha önceki benzer saldırıları akla getiriyor.
Hükümetin hızla “Salih Necar” ismine sarılması, iddialara göre Abdulbaki Sömer’in 2014 yılında Türkiye’ye bu kimlikle girmesine ve bu kimlikle parmak izi vermesine dayanıyor. Yetkililerin gerçek kimliği “kesin olarak” teyit etmeden Necar adına balıklama atlaması, bu kişiyi PYD/YPG ile ve hatta Esad yönetimiyle ilişkilendirmeye olanak sağlıyordu. Hükümetin tetikçisi olarak işlev gören medya da, amirlerinin yönlendirmesiyle, bu kişinin hem YPG ile hem de Esad yönetimiyle ilişkili olduğunu ve bunun arkasında Rusya’nın olabileceğini dile getirdi. Bu noktada, sözümona en “saygın” gazeteciler de hükümetin savaş kışkırtıcılığında önemli bir rol oynadılar.
PKK önderlerinden Cemil Bayık’ın, saldırıyı üstlenmemekle birlikte, “Herhalde eylemi yapanlar yakında niye yaptıklarını açıklarlar. Ancak şu açıktır ki, Kürtlere karşı bu kadar zalimce bir savaş yürütüldüğü ortamda birilerinin misilleme ve tepki eylemleri yapması anlaşılır bir durumdur.” açıklaması yapması, hükümetin gerici politikasını meşrulaştırmak için sarıldığı bir diğer kaynak oldu.
Tüm bu yaşananlar, bireysel terörizmin, her durumda, yalnızca egemen sınıfların ve burjuva devletin ekmeğine yağ sürdüğü ve işçi sınıfını bölmeye hizmet ettiği gerçeğini bir kez daha açıkça göstermektedir. Hükümet, daha önceki terör saldırılarında da olduğu gibi, Ankara’daki son saldırıyı da, ilk andan itibaren, Suriye’ye askeri müdahale ve içerideki diktatörlük yönelimini tırmandırmak üzere, memnuniyetle kendi çıkarına kullanmıştır.
Bununla birlikte, kendilerinin bir oldubittiye getirilmesine kolay kolay izin vermeyecek olan emperyalist devletler, hükümetin açıklamasına ilk andan itibaren temkinli yaklaşmış ve saldırının failini tespit edemediklerini açıklamışlardı. Buna, ABD’nin YPG’ye destek vermeye devam edeceğini belirtmesi ekleniyordu.
AKP hükümetinin Batılı başkentlerde hiçbir inandırıcılığının kalmadığını gösteren bu durum, Türkiye’nin bu bahane üzerinden Suriye’ye hızla bir kara operasyonu yapmasına onay verilmediğinin de bir işaretiydi.
Öte yandan, Ankara’nın Suudi monarşisi ile birlikte Suriye’yi istila etmek için bulunmaz bir fırsat olarak ortaya attığı iddia, yalan olmasının yanı sıra ABD-Rusya ateşkes görüşmelerine tosladı. ABD’nin, Suriye’deki vekil güçlerinin ağır bir yenilgiye uğramasını önlemek amacıyla istediği ateşkes, cepheden karşı çıkmadığı kara istilası planlarından önce geliyordu. Bu doğrultuda, hafta sonu ABD ile Rusya arasında belirli bir anlaşma sağlandığı açıklanırken, bugün de ateşkesin başlayacağı tarih olarak 27 Şubat ilan edildi. Buna ek olarak, ABD, Türkiye’ye, birkaç haftadır Suriye’nin kuzeyindeki YPG mevzilerine yönelik topçu ateşini kesme çağrısını yineleyerek ateşkese uyma çağrısı yaptı.
Bundan birkaç gün önce belirlenen bir başka ateşkes tarihinin çatışmalarda hiçbir duraklama olmamasıyla birlikte geçtiği hatırlandığında, 27 Şubat’ta başlayacağı açıklanan ve Esad hükümetinin de kabul ettiği “ateşkes”in gerçekçiliği üzerinde büyük bir şüphe bulunuyor. Bu şüpheleri besleyen başlıca faktörlerden biri Türkiye’nin Suriye’deki savaş kışkırtıcısı politikasıdır. Öyle ki, hükümet, saldırının failinin YPG’li olmadığının ortaya çıkmasına rağmen, ilk iddiasını, yavuz hırsız misali sürdürme çabası içinde. Davutoğlu Al Jazeera kanalında, “Bu YPG ve PKK’nın ortak teşebbüsüdür. Zaten YPG de PKK’nın bir uzantısı. Hiçbir şüphemiz yok” diye ısrar ederken, hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş da, “İsminin başka olması meselenin gerçeğini değiştirmez.” diyerek pervasızca aynı çizgiyi sürdürdü.
Hükümet, yalanının açığa çıkmasının ardından, saldırganın iki yıl önce PYD kontrolündeki bölgeden Türkiye’ye giriş yaptığı iddiasını Suriye’yi istila etmenin bahanesi olarak kullanmaya çalışıyor. “Ne zaman nasıl olduğuna biz karar vereceğiz. Bu olduğu zaman herkes Türkiye’nin her saldırıya ve meydan okumaya yanıt verebileceğini görmüş olacak” diyen Davutoğlu, Türkiye’nin askeri müdahale ısrarını, “Türkiye, sınırlarını ve topraklarını korumak için her şeyi yapacaktır. Türkiye’ye yönelik bir tehdit olursa kimsenin iznini de istemeyeceğiz.” diye vurguladı.
Hükümetin Suriye’deki hedefleri doğrultusunda Rusya’ya karşı provokatif politikasını daha da tırmandıran Davutoğlu, bugünkü TBMM grup toplantısında yaptığı konuşmada, “Rusya, DAEŞ ve YPG ele ele terör yuvası kurmaya çalışıyor.” iddiasında bulunacak kadar ileri gitti. Suriye’de Esad’ın devrilmesi ve ülkenin yağmalanmasından pay alma hedefine vekil cihatçı teröristleri her yolla destekleyerek büyük yatırım yapmış olan Türkiye egemenleri, buna engel oluşturan başlıca güç olarak gördüğü Rusya ile kapsamlı bir savaşı kışkırtabilecek bir politika benimsemiş durumda.
Türkiye’nin ABD’yi Suriye’nin istilası planlarına çekme gayreti doğrultusunda Ankara’daki terör saldırısına sarılmasıyla birlikte, bir istilaya özünde karşı olmayan ABD, bu istilanın YPG kontrolündeki Rojava’nın işgaline dönüşeceği endişesi taşıyor. ABD, Suriye’de karadaki başlıca vekil gücü haline gelmiş olan YPG’yi Türkiye’nin isteği doğrultusunda karşısına almanın, Suriyeli Kürtleri bütünüyle Rusya’nın yanına itmek anlamına geleceğinin farkında.
Bu yüzden, ABD, Türkiye içindeki Kürtlere yönelik yedi ayı bulan devlet terörüne tam destek verirken, Türk ordusunun YPG’yi hedef almasına karşı çıkıyor. Sığınmacı krizi üzerine kirli pazarlıklar üzerinden son dönemde Türkiye ile oldukça yakınlaşan Almanya ise Suriye’nin kuzeyinde, bir istilanın ön gerekliliği olarak bir uçuşa yasak bölgeye desteğini ilan etmiş durumda. Başbakan Davutoğlu, aynı açıklamasında, sığınmacı krizini çözme bahanesiyle Suriye’de bir “güvenli bölge” oluşturmanın AB ile ortak tutumları olduğunu dile getirdi.
Türkiye’deki Kürtlere yönelik zulüm konusunda AKP hükümetinin arkasında olan ABD, Almanya ve Fransa gibi emperyalist güçler, Suriye ve daha genel olarak Ortadoğu savaşında şimdilik yan yana olsalar da farklı yağmacı stratejik hedeflere sahipler.
HDP’nin Türkiye’deki devlet terörünün durdurulması için defalarca başvurduğu bu güçlerin, “terörle mücadele” adına AKP hükümetine verdikleri destek, onların “barış” ve “demokrasi”nin yeminli düşmanları olduklarını bir kez daha göstermekle kalmıyor. Emperyalistlere yapılan bu çağrılar, aynı zamanda, HDP’nin savaşa ve zulme son verilmesi için geniş emekçi ve gençlik kitlelerinden değil ama hükümetin suç ortaklarından medet uman bir burjuva partisinden başka bir şey olmadığını da gösteriyor.
“Terörle mücadele” bahanesiyle yedi aydır süren sokağa çıkma yasakları ile birlikte tankların ve topların kullanıldığı kent operasyonları bugüne kadar yüzlercesi sivil bini aşkın insanın ölümüne, yüz binlerce insanın göçe zorlanmasına yol açmış durumda. Operasyon bölgelerinden çıkamayan insanlar açlık ve susuzlukla baş başalar. Bütün örtbas etme çabalarına karşın gündeme oturan bodrumlardaki siviller, şimdi, burjuva basında “bodrumda öldürülen teröristler” olarak sunularak katliamların üstü örtülmeye çalışılıyor.
Mevcut durumda, Suriye’yi aratmayan savaş yıkımlarının oluştuğu yerlerde zafer nidalarıyla duvarlara faşist sloganlar yazan özel harekatçıların herhangi bir evi basıp insanları katletmesinin önünde hiçbir engel bulunmuyor. Bölgede yaşayanlar toplu katliamların yaşandığı yerlerde cesetlerin ayrı ayrı binalara dağıtıldığını ve bu binaların yakıldığını belirtiyorlar. Zırhlı araçtan açılan ateşle bir kadının katledilmesinin inkar edilemeyecek şekilde ortaya çıkmasına, Mardin valiliği “teknik arıza”yı gerekçe gösteriyor. Sivillerin üzerine ateş açıldığını gösteren daha önceki görüntüler, Anadolu Ajansı tarafından “teröristlere operasyon” olarak haberleştirilirken, hükümet sivil katliamlarının sorumluluğunu sözle inkar etme dışında hiçbir kanıt sunmuyor.
Bölgede yaşananların burjuva basının gönüllü işbirliğiyle bütünüyle gizlenmeye çalışıldığı ve katliamların hasıraltı edildiği bir karanlık bir dönemden geçerken, siyasi iktidar, Türkiye’yi bir bütün olarak olağanüstü hal altına alacak yeni bir “güvenlik planı”nı uygulamaya hazırlanıyor. Bütün bunlar yaşanırken, ne artan baskıya ne de Suriye’nin istilası hazırlıklarına karşı kitlesel bir hareket örgütleme çabası söz konusudur.
Böylesi bir çaba, tüm bu yaşananlar karşısında burjuva sınıfsal çıkarları ve hükümetle uzlaşma umudu doğrultusunda kılını bile kıpırdatmayan HDP’den, sendikalardan ve onların arkasında hizaya geçmiş olan sahte sol örgütlerden beklenmemelidir.
AKP iktidarının işçi sınıfının tüm ekonomik ve sosyal haklarını ortadan kaldırma yönünde ardı ardına attığı adımlar, Kürt illerinde estirilen devlet terörü ve demokratik haklara yönelik saldırılar, Suriye’de sürmekte olan emperyalist vekil savaşının ayrılmaz bileşenleridir. Özünde bir bütünün tamamlayıcı parçalarını oluşturan Türkiye’deki devlet terörü ile Suriye’deki savaş ve istila planları, savaşa karşı uluslararası işçi sınıfına dayanan enternasyonalist sosyalist bir hareketin inşasının yakıcı aciliyetini gözler önüne sermektedir.
Kürtlere yönelik zulme ve Suriye’nin istilasına kararlılıkla karşı koymanın tek yolu, böylesi bir hareketi inşa etmeyi savunan tek örgüt olan Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin Türkiye şubesi olarak Sosyalist Eşitlik Partisi’nin inşasına katılmaktan geçmektedir.