AKP iktidarının en başarılı olduğu alanlardan biri, kuşkusuz, devlet garantili “mega” inşaat projelerini kamuoyuna “kendi eseri” olarak pazarlamak. İnşaatı tamamlanmış ya da tamamlanmak üzere olan İstanbul 3. Havaalanı, Avrasya Tüneli, Osmangazi Köprüsü, Yavuz Sultan Selim Köprüsü ve İstanbul-İzmir Otoyolu bu projelerin en önemlileri. Bunların yanında, bilim insanlarının öncelikle ekolojik olarak karşı çıktıkları Kanal İstanbul, Çanakkale Boğazı Köprüsü gibi inşaatına daha tam olarak başlanmamış büyük projeler de sırada bekliyor.
Tamamı AKP’ye yakın inşaat firmalarına ya tek olarak ya da konsorsiyum halinde ihale dilen bu projeler, AKP’nin, iktidar erkini yeni zenginler yaratmak üzere nasıl keyfi bir şekilde kullandığını belgelemektedir. OHAL yetkilerini de kullanarak tüm devlet kurumlarını adeta kendi parti aygıtı gibi işleten AKP iktidarı, yasaya göre sadece olağanüstü durumlarda başvurulması gereken bir yöntemi, bilinçli bir siyasi tercihle, son yıllarda ihaleye çıkartılan tüm büyük projelerde adeta “kural” olarak kullanıyor.
Cengiz, Kolin, MAPA, Kalyon, Limak ortaklığı ve Rönesans, Nurol, İçtaş gibi firmalar, aralarında İstanbul 3. Havaalanı inşaatı ile Akkuyu Nükleer Santrali’nin de bulunduğu birçok ihaleyi, 4734 Sayılı Kamu İhale Kanunun 21/b. maddesine dayanarak, “davetli ihale yöntemi” ile aldılar.
Normal şartlarda kullanılmaması gereken bu madde “Doğal afetler, salgın hastalıklar, can veya mal kaybı tehlikesi gibi ani ve beklenmeyen veya idare tarafından önceden öngörülemeyen olayların ortaya çıkması üzerine ihalenin ivedi olarak yapılmasının zorunlu olması”nı öngörüyor. Oysa söz konusu örnekler sırasında Türkiye’de ne “doğal afetler” ne “salgın hastalıklar” ne de “can veya mal kaybı tehlikesi” yaşandı.
Aynı yöntem, Kamu-Özel İşbirliği projelerinde, örneğin köprü inşaatlarında devlet garantili yıllık geçiş ücretleri ödenmesi, hazine garantili yurtdışı kredileri sağlanması şeklinde daha da genişletilerek AKP iktidarına yakın yüklenici şirketlere sunuluyor.
Tüm bu durumun sonucu olarak yüz milyonlarca liralık ihaleleri ilansız pazarlıklarla kamuoyundan gizleyen, istediği firmaları ihaleye çağıran, ihalenin hiçbir denetime tabi olmamasını sağlayan AKP iktidarı, son dönemde duran ekonominin çarklarını döndürme hedefini kendine yakın şirketleri zenginleştirme fırsatı olarak görüyor. AKP’nin bu pervasız devlet yönetimine; fiili olarak işlevsiz hale getirdiği TBMM, denetim işlevini yerine getiremeyen Sayıştay, tamamen baskı altına aldığı basın ve muhalefetin suskunluğu eşlik ediyor.
2016 yılı sonunda TBMM’de yapılan gensoru görüşmelerinde kayıtlara geçen açıklama ve rakamlardan; Karayolları Genel Müdürlüğü’nın 2016 yılında verdiği pazarlık usulü yapım ihalelerinin 13,6 milyar TL’ye ulaştığını, AKP İktidarına yakınlığıyla tanınan bir iş adamının Karayolları ve Devlet Demiryolları’ndan 2016 yılı içerisinde pazarlık usulüyle 2,8 milyar TL’lik ihale aldığını, Karayolları’nın yıl içerisinde pazarlık usulü ile verdiği 13,6 milyar TL’lik ihalenin yüzde 61’inin, yani en az 8,3 milyar TL’lik bölümünün kamuoyunda hükümete yakınlığıyla tanınan firmalara dağıtıldığını, kamunun pazarlık usulüyle yaptığı ihalelerin tutarının, 2016’da bir önceki yıla göre yüzde 86 artarak 21,7 milyar TL’ye ulaştığını, 2016 yılının ilk altı ayında pazarlık usulüyle yapılan ihalelerin tutarının da bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 175 artarak 16,8 milyar TL’ye ulaştığını öğreniyoruz.
Başbakan Binali Yıldırım’ın ifadesiyle, “cebimizden bir kuruş çıkmadan” yapıldığı iddia edilen “mega” projelerin her kuruşunun bu ülkenin milyonlarca işçi ve emekçisinden çıktığı, yapımında kullanılan krediler dahil tüm maliyetinin hazine tarafından üstlenildiğini hatırlatalım. Bu nedenle özellikle Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Osmangazi Köprüsü, Çanakkale Köprüsü, Avrasya Tüneli ve İstanbul 3. Havaalanı projelerinde devletin taahhüt ettiği araç geçiş sayısına ya da yolcu sayısına ulaşılamadığında gerçekleşen geçiş sayısı ile taahhüt edilen geçiş hasılatı arasındaki fark hazine tarafından yüklenici firmalara ödeniyor ya da ödenecek. Bu arada hazine garantisi verilen bu projelere dair sözleşmelerin tam bir ikiyüzlülük örneği olarak “ticari hayatın gizliliği vb.” nedenlerle kamuoyundan gizlendiğini, şirketlere döviz üzerinden verilen kar garantilerinin miktarlarının bütçede gösterilmediğini vurgulamak gerekiyor. Tabii ki bu ödeme devletin hazine gelirinin büyük bir kısmını oluşturan işçi ve emekçilerden kesilen vergilerden yapılıyor. İşçilere, emekçilere, emeklilere yapılacak maaş artışlarında “kaynak yok” diyen AKP iktidarının neredeyse “devlet müteahhidi” olan firmalara milyarlarca doları bulmada zorluk çekmediği ortada. Bu fark ödemeleri yapılan anlaşmalara göre yıllarca firmalara ödenmeye devam edecek.
Son yıllarda Kamu-Özel İşbirliği, Yap-İşlet-Devret ve Yap-Kirala-Devret modelleri ile yapılan büyük yatırımlara kamu bankaları aracılığı ile devlet garantili krediler alınıyor. Bu durum dış borçlanmada 2010 yılında 10 milyar dolar sınırını ancak aşan kamu bankalarının 2013 yılında 35 milyar doları geçmesinin başlıca nedeni olarak gösteriliyor. Türkiye’nin brüt borç stoku ise 30 Eylül 2017 tarihi verilerine göre 438 milyar doları aşmış durumda. AKP iktidarının 2023 yılı hedeflerinin içerisinde yer alan Kamu-Özel İşbirliği projelerinin tutarının 325 milyar dolar seviyesinde olduğu düşünüldüğünde, dış borç stokunun önümüzdeki yıllarda daha da artacağı rahatlıkla söylenebilir. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında brüt dış borç stokunun 129 milyar dolar olduğu hatırlandığında 16 yıllık AKP iktidarının dış borçları neredeyse üç katına çıkardığını görebiliriz.
AKP iktidarları döneminde ihaleler, teşvikler, muafiyetler ve hibelerle olağanüstü karlar yapan Türk burjuvazisine aktarılan bu dış borçların geri ödemeleri ise vergiler, zamlar, sefalet ücretlerine mahkum etme biçiminde işçi sınıfına ödetiliyor.
Bu politika, AKP iktidarları döneminin işçi sınıfından toplumun tepesindeki bir avuç asalağa devasa bir servet aktarımıyla damgalanmasında ve toplumsal eşitsizliğin görülmemiş seviyelere ulaşmasında son derece önemli bir rol oynadı. Bununla birlikte, özellikle son yıllarda hız kazanan bu politika, yalnızca yeni bir burjuva tabaka yaratmayı amaçlamıyor. Bu politikanın asıl işlevi, devletin toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçilerden elde ettiği devasa kaynakları kullanarak tersi durumda derin bir krize ve çöküşe sürüklenecek olan kapitalist ekonomiyi ayakta tutma ve büyük toplumsal altüst oluşları engelleme çabasıdır.
2017 yılı sonuna doğru açıklanan Orta Vadeli Program, Torba Yasa kapsamındaki düzenlemeler ve TBMM’de kabul edilen 2018 Bütçesi AKP iktidarının kapsamlı bir silahlanma programıyla savaşa hazırlandığını gösteriyordu. AKP iktidarının bu savaş bütçesini emekçi kitlelere “büyük ve güçlü bir Türkiye” ye işaret eden milliyetçi bir söylemle süslemesi, Suriye’de başlattığı gerici ve yayılmacı savaşı işçi sınıfı ve emekçilere en kolay yoldan pazarlama yöntemi olarak ön plana çıkarken, bu yasal düzenlemelerin ve milliyetçi propagandanın arka planında burjuvaziye aktarılan kaynaklar rahatça gizleniyordu.
16 yıllık AKP iktidarı Türkiye’yi kitlesel işsizliğin, yoksulluğun, toplumsal eşitsizliğin zirve yaptığı bir ülke haline getirirken, bu duruma tepki olarak işçiler ve gençlik arasında yükselen toplumsal muhalefet, OHAL ve polis devleti uygulamaları ile baskı altında tutulmaya çalışılıyor.
İktidarın ülke içerisinde uyguladığı baskı ve diktatörlük yönelimine, dış politikada Afrin operasyonu ile artan, Ortadoğu’yu bir bütün olarak içine alabilecek savaş çığırtkanlığı eşlik ederken, AKP’nin “ulusal çıkarlar” maskesi altında ilerlettiği bu savaş ve diktatörlük yöneliminin burjuva siyaset kurumu (TBMM içerisindeki ve dışındaki siyasi partiler) tarafından destekleniyor olması, egemen sınıf içindeki stratejik ittifakı gözler önüne seriyor.