AKP iktidarı, Asil Çelik grevinden iki gün sonra, General Elektrik Alstom, Schneider ve ABB’ye ait fabrikalardaki yaklaşık 2.200 metal işçisinin başlattığı grevleri de, “milli güvenliği ve genel sağlığı bozucu nitelikte” olduğu gerekçesiyle, “60 gün erteledi”, yani yasakladı.
Grev kararları, Birleşik Metal-İş sendikası ile Elektromekanik Metal İşverenleri Sendikası (EMİS) arasında 1 Eylül 2016-31 Ağustos 2018 dönemini kapsayan iki yıllık grup toplu iş sözleşmesi (TİS) sürecinde anlaşmaya varılamaması üzerine, bütünüyle işçilerin sendikayı zorlaması sonucunda alınmıştı.
Uluslararası bankaların ve şirketlerin coşkulu desteğiyle iktidara gelmiş ve 14 yılı aşkın süredir onların talepleri doğrultusunda adımlar atmış olan AKP iktidarının grevleri yasaklamasında şaşırtıcı bir yan bulunmamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde tanık olunmadık bir servetin işçi sınıfından patronlara aktarıldığı bu süre içinde, nüfusun yüzde 1’ini oluşturan küçük bir azınlık servetine servet katarken, işçilerden oluşan ezici çoğunluk sürekli yoksullaşmış ve borç içinde yaşar hale gelmiştir.
TÜİK’in karşı karşıya olduğumuz felaketi gizleyecek şekilde çarpıtmış rakamlarına göre, 2015 Türkiye’de, nüfusun en yoksul yüzde 20’sini oluşturan yaklaşık 16 milyon kişi, toplam ulusal gelirin yalnızca yüzde 6’sı ile yaşamak zorunda bırakılırken, en tepedeki yüzde 20, toplumsal gelirin yarısına el koyuyordu.
Credit Suisse’in Küresel Servet Raporu’na (Ekim 2014) göre, Türkiye’de, halkın yüzde 99’unun toplam servetten aldığı pay 2002-2014 arasında yüzde 12 azalarak yüzde 45,7’ye gerilerken, en zengin yüzde 1’in toplam servetten aldığı pay yüzde 39,4’ten yüzde 54,3’e çıkmıştır. 2016 yılında ise yalnızca 35 kişinin serveti, toplamda yaklaşık 50 milyar dolardı.
Türkiye’de, çalışabilir durumdaki her beş insandan biri, gençlerin ise neredeyse üçte biri işsiz; 15 milyon dolayında insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Yine, hanehalklarının en az yüzde 68’i borçlu ve hanehalkı gelirlerinin yüzde 55’i borca gidiyor. Geçtiğimiz Kasım ayı itibariyle, Türkiye’deki bireysel kredi ve kredi kartı harcamaları 400 milyar TL’yi buldu; yaklaşık 800.000 kişi, bireysel kredi ve kredi kartı borçlarını ödeyemediği için yasal takipte. Asgari ücrete yapılan son sözde zammın ardından, aileleriyle birlikte milyonlarca kişi açlık sınırının altında bir gelirle yaşamaya devam ediyor. Buna, TL’nin uğradığı değer kaybıyla birlikte işçilerin reel ücretlerinde ve alım gücünde yaşanan devasa düşüş eşlik ediyor.
AKP iktidarı, metal sektöründeki grevleri, işte bu düzeni ayakta tutmak için yasaklamıştır. Çünkü hükümet, yıllardır uğranılan hak kayıplarının ve yoksullaşmanın işçi sınıfı içinde biriken öfkeyi patlama noktasına getirdiğinin, en küçük kıvılcımın devrimci bir toplumsal altüst oluşa yol açabileceğinin farkındadır. Bununla birlikte, bu yasaklar, işçi sınıfı içindeki öfkenin patlamasını yalnızca belirli bir süre için erteleyebilir; ancak bu öfkenin, işçilerin meşru direniş yoluna girmeleriyle daha şiddetli bir şekilde patlamasını asla engelleyemez.
Bankaların ve şirketlerin hizmetindeki AKP iktidarı, işçi sınıfına yönelik saldırılarını sürdürebilmek için, yıllardır, onu bölmeyi ve etkisizleştirmeyi amaçlayan milliyetçi, mezhepçi ve cinsiyetçi kimlik politikalarına başvuruyor. AKP, aynı zamanda, savunduğu kapitalist sistemin ürünü olan ayrılıkçı ve terörist akımlara karşı mücadele maskesi altında demokratik hakları ortadan kaldırıyor.
Özünde kapitalizmin uluslararası krizinin bir ürünü olan ABD-Almanya destekli 15 Temmuz darbe girişimi, sermayenin işçi sınıfına yönelik saldırısında bir kilometre taşıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve AKP iktidarına yönelik darbe girişimi, on binlerce işçinin aktif biçimde katıldığı kitlesel bir direniş eliyle yenilgiye uğratılmıştı. Bununla birlikte, sendika bürokratları ve işçi sınıfını savunduğunu iddia eden siyasi önderlikler, darbeye karşı bir genel grev ya da direniş çağrısı yapmamış; belki de NATO destekli darbeye sempati duydukları için, sessiz kalıp sonucu görmeyi tercih etmişlerdi. (Geçerken, sendikaların, birkaç istisna sendikacı dışında, Türkiye’de yaşanan askeri darbelere karşı hiçbir direniş sergilemediğini; tersine, ezici çoğunlukla onlara açık destek verdiğini hatırlatalım.)
Darbe girişiminin yenilgiye uğratılmasında sınıf olarak bağımsız bir rol oynayamayan işçiler, deyim yerindeyse, hiçbir şey olmamış gibi günlük işlerine dönerken, meydan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve onun temsil ettiği egemen sınıf hizbine kaldı. Darbe girişiminin ardından ilan edilen ve sürekli uzatılan OHAL eliyle, işçi sınıfına ve genel olarak muhaliflere karşı, demokratik hakların ayaklar altına alındığı, on binlerce insanın işten atıldığı ve tutuklandığı kapsamlı bir saldırı başlatıldı. İçeride tırmanan devlet terörüne, Türk ordusunun Suriye topraklarını kısmi istilası eşlik etti.
“Sol” maskeli burjuva muhalefet partileri CHP ve HDP ya da onların kuyruğundaki sendikalar, işçi sınıfını banka ve şirket patronlarının diktatörlük gündemini ilerletmeye hizmet eden OHAL’e karşı harekete geçirmek şöyle dursun, işçilerin en basit sendikal talepler uğruna giriştikleri direnişleri bile yalıttılar ve yenilgiye uğrattılar.
Bu partiler ve sendikalar, şimdi, AKP iktidarı işçi sınıfına yönelik bu kapsamlı saldırıyı totaliter bir diktatörlüğü ifade eden anayasa değişikliği ile taçlandırmak istediği koşullarda bile, işçi sınıfına boyun eğdirmekten başka bir şey düşünmüyorlar.
Metal işçilerinin karşı karşıya olduğu saldırılar sendikal alanla sınırlı ya da Türkiye’ye özgü değil; uluslararası sermayenin işçi sınıfına yönelik çok daha kapsamlı siyasi saldırısının bir parçasıdır.
Bütün ülkelerin egemen sınıfları ve siyasi iktidarları, kapitalizmin 2008 krizi ile hız kazanan çöküş sürecinde, içeride işçi sınıfına karşı saldırılarını tırmandırırken, dışarıda yağmacı savaşlara girişiyorlar. Bu savaş ve diktatörlük yöneliminin başını Amerikan emperyalizmi çekmektedir.
Dünya ekonomisi içinde bir zamanlar sahip olduğu üstün konumunu hızla yitiren ABD emperyalizmi, rakiplerine karşı üstünlüğünü yeniden sağlamak için, sürekli artan bir şekilde askeri güce başvurmaktadır. ABD, son 25 yıl içinde, Afganistan’dan Libya’ya, Yugoslavya’dan Irak’a ve Suriye’ye kadar onlarca ülkede, milyonlarca insanın öldürüldüğü, kentlerin harabeye çevrildiği ve toplumların etnik ya da dinsel/mezhepsel temelde iç savaşlara sürüklendiği askeri müdahalelere girişti.
Dışarıda Rusya ile Çin’i kuşatmayı, parçalamayı ve sindirmeyi hedefleyen saldırgan bir strateji geliştiren ABD egemen sınıfı, içeride yükselen kitlesel işçi sınıfı muhalefetini bastırmak için, tarihin tanık olduğu en kapsamlı istihbarat ağını kurmuş ve yılda 1.000’den fazla insanı katleden devasa bir polis devleti aygıtı oluşturmuş durumda. Benzeri bir durum, farklı düzeylerde olmakla birlikte, Türkiye dahil, bütün devletler için geçerlidir.
Bu diktatörlük ve savaş eğilimi, Trump’ın ABD başkanlığına seçilmesi ile birlikte, II. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulmuş uluslararası kurumları ve ittifakları sarsacak şekilde, giderek tırmanacaktır. Trump’ın seçilmesinin ardından ABD ile Avrupa Birliği (özellikle Almanya ve Fransa) arasındaki gerilimlerin artması ve Avrupa Birliği içinde hız kazanan dağılma dinamiği (Britanya’nın AB’den ayrılma kararı; İtalya’daki referandumda halkın AB destekli hükümetin anayasa değişikliği teklifine “hayır” demesi ve diğer ülkelerdeki “AB’den çıkma” yanlısı hareketlerin yükselişi) bunun ifadesidir.
Bütün bu gelişmelerin arkasında, devlet yöneticilerinin niyetleri ya da düşünceleri değil; kapitalizmin temel çelişkisi yatmaktadır: Üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti ve küresel üretim ile ulus devletlerin varlığı arasındaki çelişki.
Egemen sınıflar, bu çelişkinin çözümünü, yukarıda belirttiğimiz gibi, krizin faturasını işçi sınıfına ve ezilen halklara ödetmekte arıyorlar. İşçi sınıfının önceki yüz yıl boyunca vermiş olduğu mücadelelerin ürünü olan tüm sosyal ve demokratik hakların ortadan kaldırılması ve dünya kaynaklarının ve pazarlarının savaşlar yoluyla yeniden paylaşılması anlamına gelen bu kapitalist çözüm, insanlığı barbarlığa, hatta yok oluşa doğru sürüklemektedir.
Bu çelişkinin tek ilerici çözümü, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete ve bu temel üzerinde yükselen ulus devletlerin varlığına son vermek; üretimi, küresel ölçekte, bir avuç kapitalistin özel kar amacı yerine dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturan emekçilerin doğrudan denetimi altında insanların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yeniden düzenlemektir.
Diğer bütün sınıflar ve tabakalar, işçilerin ürettiği servete el konulması anlamına gelen kapitalist sömürüden beslendikleri için, bunu başarabilecek tek toplumsal güç uluslararası işçi sınıfıdır. Çünkü kapitalist sömürüden, özel mülkiyetten, ulusal, dinsel, kültürel vb. bölünmelerden hiçbir çıkarı olmayan; tersine, bunlardan en fazla zarar gören tek sınıf odur.
Ancak işçi sınıfının tırmanan kapitalist saldırılara, egemen sınıfın savaş ve diktatörlük yönelimine başarıyla karşı koyabilmesi için, uluslararası bir sınıf olduğu gerçeğini görmesi yetmez. Onun, bir adım ileriye gitmesi ve bütün diğer sınıflardan bağımsız, kendi devrimci doğasını ifade eden enternasyonalist sosyalist bir perspektif ve siyasi program etrafında, sosyalist bir dünya düzeni için bir araya gelmesi gerekir.
Marx’ın, Engels’in, Lenin’in, Troçki’nin ve diğer büyük Marksistlerin eserlerinde gözler önüne serilen bu bilimsel gerçek, modern tarihe damgasını vuran bütün sınıf mücadelelerinde (grevler, direnişler, ayaklanmalar, devrimler, karşı-devrimler vb.), defalarca doğrulanmıştır.
İşçilerin tırmanan kapitalist saldırıya başarıyla karşı koyabilmesinin tek yolu, sermayenin emrindeki partilerden ve sendikalardan koparak, kapitalizmin bilimsel çözümlemesi ve sosyalist perspektif üzerine kurulu bir siyasi önderliği inşa etmeleri ve siyasi iktidarı ele geçirme mücadelesine girişmeleridir.
Tüm metal işçilerini, egemen sınıfın toplumsal karşı-devrim, diktatörlük ve savaş gündemine karşı mücadeleyi örgütlemek üzere, web sitemizi takip etmeye, düşüncelerini bizimle paylaşmaya, sendikalardan bağımsız taban komiteleri kurmaya ve Sosyalist Eşitlik Partisi’nin inşasına katılmaya çağırıyoruz.