Anadolu’da yaşayan Ermenilerin toplu katliam düzeyine ulaşan ve 1918’e kadar süren kitlesel sürgününün başlamasının 100. yıldönümünde, Ermeni soykırımı bir kez daha burjuva siyasetinin gündeminde ilk sıraya yükseldi.
15 Nisan Çarşamba günü, Avrupa Birliği (AB) Parlamentosu, Ermeni katliamı üzerine, Türkiye’yi, soykırımı kabul etmeye çağıran bir karar aldı. AB Parlamentosu’nun kararının hiçbir ilerici yanı bulunmamaktadır. “Ermenistan ve Türkiye Ermeni soykırımının 100. yıldönümünden, diplomatik ilişkileri canlandırmak, sınırları açmak ve ekonomik bütünleşmenin önünü açmak için yararlanmalı” diyen karar, gerçekte, Ankara’nın, Rusya’ya yönelik emperyalist kuşatma stratejisine Ermenistan (Kafkasya) üzerinden katılmaya zorlanmasına yönelik bir adımdır.
AB Parlamentosu’nun kararı, Papa Francis’in 12 Nisan Pazar günkü ayindeki açıklamalarının ardından geldi. Papa, açıklamasında 1915-1918 yılları arasında gerçekleşen Ermeni katliamını “soykırım” olarak adlandırdığı için, Ankara, Vatikan’daki temsilcisini “istişare için” geri çağırmıştı. Başbakan Ahmet Davutoğlu, Vatikan’ın açıklamasına, “Avrupa Parlamentosu… bu tarz bir çok kararın son derece gayrı ciddi, muhatap alınmayacak kadar gayrı ciddi olduğu bir yapıya sahip” sözleriyle yanıt verdi.
Davutoğlu, sinik bir ikiyüzlülükle, “Mesele artık Türkiye-Ermenistan, Türk-Ermeni meselesinin ötesine geçmiştir. Avrupa’daki ırkçılığın yeni bir yansımasıdır.” dedi. Bu, iktidarının ilk yılları boyunca izlediği liberal kimlik politikalarına uygun olarak Ermeni soykırımı konusunda görece ılımlı bir görünüm sergileyen AKP iktidarının, Türkiye siyaset seçkinlerinin Ermeni soykırımını yok sayma yönündeki geleneksel inkar çizgisini savunmasının ifadesidir.
Dışişleri Bakanlığı da, AB Parlamentosu’nun kararının hemen ardından yaptığı açıklamada, onu “Türk karşıtı Ermeni propagandasının klişelerini harfiyen tekrarlamakla” suçladı ve “bu metni kabul edenleri ciddiye almıyoruz” dedi. AB Parlamentosunun “AB vatandaşlarının 2014’teki seçimlere %42 oranındaki katılımı” ile seçildiğini vurgulayarak, onun meşruiyetini sorgulayan açıklamaya ek olarak, AB Bakanı Volkan Bozkır da bir açıklama yaptı ve kararı “ciddiye almıyoruz” dedi.
Ermenistan Dışişleri Bakanı Edward Nalbandian ise, yaptığı açıklamada, kararın “insan haklarını savunduğunu” ve “Türk ve Ermeni halkları arasında gerçek bir barışmanın yolunu açtığını” söyledi.
AB Parlamentosu’nun kararına en sert tepki gösterenlerin başında, Cumhurbaşkanı Erdoğan geldi. Kararın önemini küçümsemeye çalışan Erdoğan, gazetecilere, AB Parlamentosunun kararı ile ilgili olarak, “bir kulağımızdan girer, diğerinden çıkar” dedi.
Bununla birlikte, Erdoğan bununla yetinmedi ve Ankara’nın, Türkiye’de çalışan 100.000 dolayında Ermenistan yurttaşını “sınırdışı etme hakkı”na gönderme yaptı ve bunu yapabilecekleri tehdidinde bulundu. Erdoğan, daha önce, 2010’da da benzeri bir tehditte bulunmuştu.
Bu yabancı düşmanı tehdit, emperyalist merkezleri ya da Ermeni soykırımını kabul eden burjuva hükümetleri değil; Ermeni göçmenler de dahil, işçi sınıfını hedeflemektedir. SSCB’nin çökmesinden ve kapitalizmin restorasyonundan bu yana, korkunç bir yoksullaşma ve işsizlik ile karşı karşıya olan on binlerce Ermeni, bir iş bulmak amacıyla Türkiye’ye geldi. Ağırlıklı olarak küçük işletmelerde ve temizlik işlerinde, hiçbir iş güvencesi olmadan çalıştırılan bu göçmen işçiler, kapitalistlere ucuz işgücü ve sömürü kaynağı oluşturuyor.
Egemen sınıflar, 1915-1918 yılları arasında yaşanan Ermeni soykırımı üzerine Ankara ile Erivan ve nüfusunun çoğunluğu Hristiyanlardan oluşan Batılı ülkeler arasında yaşanan çatışmadan, kendi sınıfsal çıkarları için yararlanmaktadır. Tartışmayı, on yıllardır, soykırım, katliam, “büyük felaket” gibi hukuksal kavramlar etrafında ve tarihsel-sınıfsal bağlamından kopuk biçimde ele alan egemenlerin bütün çabası, bu soykırımdaki sorumluluklarını örtbas etmek ve onun altında yatan kapitalist sistemi aklamaktır.
Emperyalist savaşın ve burjuva ulus devlet inşasının doğrudan ürünü olan Ermeni katliamı, burjuvazinin ulusal soruna ilişkin tek çözümünün katliam ve etnik temizlik olduğunun, 20. yüzyıldaki ilk çarpıcı örneklerinden biridir. 1908 devrimini gerçekleştirmiş olan İttihat ve Terakki Partisi’nin (ve ardından Kemalist önderliğin) katliamlarla desteklenen ulus devlet inşası pratiği, aynı zamanda, Troçki’nin sürekli devrim kuramının doğrulanmasıdır: Emperyalizm çağında, ulusal sorun da dahil, hiçbir sorunun ulusal bir çözümü yoktur. İnsanlığın karşı karşıya olduğu bütün sorunları ilerici şekilde çözebilecek tek toplumsal güç, sosyalist devrim yolunda ilerleyen işçi sınıfıdır ve bu görevler, yalnızca uluslararası ölçekte tamamlanabilir.
1915-1918 Ermeni soykırımının başlamasının 100. yıldönümü, Rusya’ya yönelik emperyalist ambargo ve askeri kuşatmanın sürdüğü ve Ortadoğu’da bir topyekün savaş tehlikesinin tırmandığı koşullar altında, daha bir önem kazanmış durumda. Emperyalist merkezler, bu kozu, son yıllarda kendi eksenlerinden uzaklaşan Ankara’yı yeniden hizaya sokmanın bir aracı olarak kullanmaya çalışırken, AKP iktidarı, onun Ermeni soykırımını kabul etmesine yönelik diplomatik baskılara, Türk milliyetçiliğini canlandırarak yanıt veriyor. MHP ile CHP’nin de desteğini arkasına alan iktidar, Ermeni soykırımının 100. yıldönümünden, emekçiler arasındaki artan toplumsal hoşnutsuzluğu milliyetçi kanallara akıtmak ve hedef şaşırtmak için yararlanmaktadır.
Ankara’daki seçkinler, katledilen Ermeni sayısı üzerinde tartışırken (onlar 1915-1918 yılları arasında öldürülen sivil Ermenilerin sayısının yaklaşık 1,5 milyon değil de 300.000 dolayında olduğunu resmen kabul ediyorlar) ya da 20. yüzyılın bu ilk büyük etnik temizliğini “askeri savunma önlemi” olarak savunmaya çalışırken, aslında, soykırımın gerçekleştiğini itiraf etmektedirler. Ankara, Ermeni soykırımını resmen kabul etmesi durumunda burjuva hukuku çerçevesinde karşılaşacağı kimi yaptırımlarla (tazminatlar, malların iadesi vb) karşılaşmaktan, bunun etnik temizliğe uğramış diğer Anadolu halklarına örnek oluşturmasından korkmaktadır. Ermeni soykırımının kabullenilmesi, ayrıca, önemli ölçüde aşınmış da olsa varlığını sürdüren Sünni-Türk eksenli resmi egemen ideolojiye de ciddi bir darbe indirecektir.
1915-1918 Ermeni soykırımına hangi isim verilirse verilsin, bu, onun, insanlığın 20. yüzyılda maruz kaldığı en büyük felaketlerden biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Osmanlı egemen seçkinleri ile yerel mülk sahiplerinin milliyetçi ve dinci argümanlar eşliğinde gerçekleştirdiği Ermeni soykırımı, emperyalizmin ve burjuva ulusalcılığının bir sonucuydu. Dahası, 1915-1918 soykırımı, Osmanlı egemenlerinin Anadolu’daki Ermenilere yönelik ilk katliamı değildi. Anadolu Ermenileri, daha önce, 1890’larda da, kitlesel olarak katledilmişti.
Gelin, 1915’te neler yaşandığına kısaca göz atalım. Emperyalist devletlerin Çanakkale Savaşı’nın hazırlıklarını yaptığı 22 Aralık 1914 ile 17 Aralık 1915 yılları arasında, Osmanlı (İttihat ve Terakki Partisi) hükümeti, doğuda, Kafkasya Cephesi’nde Rus ordusuna karşı bir harekat başlatmıştı. Yoğun Ermeni nüfusunun yaşadığı topraklarda gerçekleştirilen bu harekat ağır bir bozgunla sonuçlandı. Osmanlı 3. Ordusunun yarıya yakınını oluşturan 50.000 dolayında asker, Savaş Bakanı ve İttihat ve Terakki Partisi’nin önderi Enver Paşa’nın hazırladığı ve yönettiği bir harekatta, tek bir kurşun bile atmadan, Allahuekber Dağları’nda donarak ölmüştü. İttihat ve Terakki, tam bir askeri öngörüsüzlük örneği olan ve birçok ilin Rus ordularının eline geçtiği bu ağır yenilginin faturasını Anadolu Ermenilerine çıkarmakta hiç tereddüt etmedi.
İttihat ve Terakki hükümeti, Çanakkale Savaşı’nın bütün hızıyla sürdüğü günlerde, hem Anadolu’daki Ermenilere hem de İstanbul’daki Ermeni aydınlarına ve politikacılarına karşı kapsamlı bir saldırı başlatma kararı aldı. 24 Nisan 1915’te, aralarında Devrimci Komiteler’in de bulunduğu bütün Ermeni örgütleri yasaklandı İstanbul’daki yüzlerce Ermeni politikacısı tutuklandı. Bu arada, “Teşkilatı Mahsusa” ve para-militer güçler, Ermeni köylerine yönelik sistemli saldırılara başladı. Bu saldırılara, yerel Müslüman mülk sahipleri de katıldı. Saldırıların gerekçesi, “Osmanlı ordusundan kaçan Ermeni askerleri yakalamak” ve ayrılıkçı Ermeni çetelerine karşı mücadele idi. Gerçekte, tüm Anadolu, yıllardır sürmekte olan savaşlardan bıkmış, çoğu Türk, bütün etnik kökenlerden binlerce asker kaçağı ile doluydu; bu kaçakların oluşturduğu çeteler ise Anadolu’nun her yerindeydi.
İttihat ve Terakki hükümeti, 29 Mayıs 1915’te (kimi kaynaklara göre 27 Mayıs) çıkartılan “Tehcir Kanunu” ile yerel yöneticilere ve askeri yetkililere diledikleri kişileri “başka yerlere yerleştirme” yetkisi verdi. Bunu, 10 Haziran tarihli “Ermenilere ait mal, mülk ve arazilere uygulanacak idare hakkında yönetmelik” izledi. Yönetmelik, Suriye, Filistin ve Irak çöllerine sürülen 1,5 milyon dolayında Ermeni’nin mallarına ne yapılacağını belirliyordu.
Anadolu Ermenilerinin 1918’e kadar devam eden zorunlu sürgünü sırasında, Ankara’nın iddiasına göre 300.000, başka kaynaklara göre ise 1,5 milyon dolayında Ermeni, ya askerler, para-militer birlikler ve çeteler tarafından vurularak ya da hastalıklardan ve açlıktan dolayı katledildi.
- yüzyılın bu ilk soykırımı, hem Osmanlı hem de Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri tarafından ısrarla reddedildi ve onun “askeri nedenlerle” alınmış bir “önlem” olduğu; hatta Ermenileri korumak için her şeyin yapıldığı iddia edildi. Bazı can kayıpları yaşanmıştı ama bunlar iddia edildiği kadar fazla değildi. Bunların bir kısmı Osmanlı birlikleri Türk köylerine saldıran Ermeni çetelerine karşı düzeni sağlamaya çalışırken, bir kısmı da hastalıklardan dolayı, sürgün sırasında gerçekleşmişti!
Anadolu’nun Ermeni sakinlerini ortadan kaldıran ve onların bütün servetinin Müslümanlara aktarılmasına yol açan bu soykırımı, Kemalist önderliğin birkaç yıl sonra Yunanistan ile gerçekleştirdiği “nüfus değişimi” izleyecekti. Böylece, Anadolu’nun Hristiyan yerlilerinin etnik temizliği eşliğinde, 1923’te kurulan modern Türk burjuva devletinin temelleri atılmış oldu.
1915-1918 Ermeni soykırımı, emperyalist merkezler tarafından, Erivan’ı Türkiye üzerinden Rusya’ya karşı bir ileri karakol haline getirme amacına hizmet edecek şekilde kullanılırken, Ankara ve Erivan’daki egemenler, ondan, milliyetçiliği körüklemek ve emekçi kitlelerin muhalefetinin hedefini saptırmak için yararlanıyorlar.
Her iki cephede de burjuva kimlik politikaları ekseninde sürdürülen bu milliyetçi kampanyanın bir diğer önemli ürünü, Türk ve Ermeni emekçileri arasında düşmanlık tohumu ekmek ve onları bölmektir.
Unutmayalım ki Kafkasya’da son derece önemli konuma sahip olan Ermenistan ile Azerbaycan, Dağlık Karabağ’ın bir referandumla bağımsızlık ilan ettiği 1988’den bu yana çatışıyor. 1993’teki savaşın ardından, 1994’te iki devlet arasında bir ateşkes anlaşması imzalandı ama Ermenistan ile Azerbaycan savaş halinde olmayı sürdürüyor Dağlık Karabağ çevresindeki yedi Azeri ili Ermenistan’ın işgali altında. Bu durum, Kafkasya’yı, pekala, Ortadoğu’da ve Ukrayna’da sürmekte olan kan banyosuna dahil edebilir.
Uluslararası burjuvazinin önemli bir kesiminin bu soykırımın kabul edilmesi yönündeki talepleri, en az Türkiyeli siyaset seçkinlerinin Ermeni soykırımını kabul etmemesi kadar sinik, ikiyüzlü ve gericidir. Onların taleplerinin kabul edilmesi, uluslararası işçi sınıfına, emperyalizmin şimdiden hazırlıklarını sürdürdüğü katliamları ve soykırımları önlemek için hiçbir perspektif sunmamaktadır. Tersine, bu burjuva “çözüm”, yineliyoruz, farklı uluslardan emekçilerin emperyalist çıkarlar uğruna birbirini boğazlamasına yönelik hazırlıkların bir parçası olarak ileri sürülmektedir.
Ermeni soykırımı da dahil, bütün trajik tarihsel ve toplumsal sorunların nihai ve ilerici çözümü, burjuva parlamentolarında ve mahkemelerinde ya da AB Parlamentosu gibi uluslararası emperyalist kurumlarda değil; farklı dinlerden ve etnik kökenlerden emekçilerin insanlığın tüm gereksinimlerini karşılamak üzere bir araya geldiği fabrikalardan ve işyerlerinden başlayan ortak siyasi eylemi ile sağlanabilir. Yalnızca sınıf bilinçli uluslararası işçi sınıfı burjuvazinin katliamlar ve soykırımlar tarihiyle hesaplaşabilir.
Bu çözüme ulaşmak için, işçilerin, kendilerini tüm etnik, dinsel vb. kimlikleri bir yana bırakıp, uluslararası bir sınıfın üyeleri olarak görmesi ve buna uygun davranması gerekiyor. Bu, işçi sınıfının, sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir dünya toplumu olarak sosyalizm uğruna, tüm savaşların ve katliamların temel nedeni olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete, ulus devlet sistemine ve emperyalizme karşı mücadelesi demektir.