7 Haziran seçimlerine iki aydan kısa bir süre kala, onlarca sahte sol parti ve çevre, burjuva partilere ve kapitalist sisteme olan bağlılığını bir kez daha ilan etti. Sahte solun, asıl olarak Birleşik Haziran Hareketi adlı oluşum içinde yer alan kimi çevrelerden oluşan görece küçük bir parçası pek de üstü örtülü olmayan bir biçimde CHP’ye destek verirken, eski gerillacısından “eski”, “post” ya da “yeni” Stalinistlere ve Pabloculara kadar uzanan diğer geniş bir reformist / parlamentarist kesimi HDP’nin arkasında hizaya geçti.
Bu arada, HDP de, bir Kürt burjuva partisi olmaktan çıkıp “Türkiyelileşme” yönünde önemli adımlar attı. O, yıllar süren gerillacılık ve Stalinizm macerasından hayal kırıklığına uğramış olan ve artık sistem içinde iyi bir kariyer ve gelecek peşinde koşan onlarca küçük burjuva solcusuna ek olarak, sağcılığından hiç kimsenin kuşkusu olmayan burjuva politikacıları da saflarına kattı.
Bunların en ünlülerinden biri, kuşkusuz, CHP’den 1977 yılında milletvekili seçilmiş ve yine aynı partiden 1989-99 yılları arasında Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapmış olan kıdemli burjuva politikacısı Celal Doğan. Diğeri ise, tanınmış Kürt kapitalisti ve politikacısı olan Dengir Mir Mehmet Fırat. Akdeniz İhracatçılar Birliği’nin yönetim kurulu üyeliğini de yapmış olan Mehmet Fırat’ın siyasetteki son kariyeri, AKP’nin kurucu üyeliği, genel başkan yardımcılığı ve üç dönem milletvekilliğiydi. O, daha önce, İslamcı Fazilet Partisi’nin 2000 yılındaki cumhurbaşkanlığı adayıydı.
Bu iki önemli burjuva politikacısının HDP’den milletvekili adayı olması, yalnızca onlarca milliyetçi Kürt burjuvası ve kır kapitalisti ile Altan Tan gibi sağcı burjuva politikacıları değil; aynı zamanda, banka ve sanayi sermayesini de memnun etmiş durumda. Bu memnuniyet, söz konusu kesimlerin medyadaki sözcülerinin yorumlarında açıkça sergileniyor.
Türkiye tekelci sermayesinin ve onun uluslararası ortaklarının, AKP iktidarının özellikle 2008 krizi sonrasında izlediği iç ve dış politikalardan kaygılı olduğu biliniyor. Ankara, 2008 krizi sonrasında Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya ile sıkı ilişkiler kurmaya yönelmiş; 2010’da, ABD emperyalizminin İran’a yaptırım uygulanması konusunda yaptığı önerinin BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamasında “hayır” oyu kullanmıştı. Aynı dönemde, o zamanlar Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e, Türkiye’yi Rusya önderliğindeki Avrasya Birliği’ne kabul etme çağrısı yaptı ve Çin ile bir füze savunma sistemi anlaşması imzaladı (bu “ihale”, emperyalistlerin yoğun baskısı sonucunda “askıda” tutuluyor). Ankara’nın emperyalist merkezler ile ilişkileri, Rusya’nın Kırım’ı ilhakı karşısında sessiz kalması, Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımlara katılmaması ve Suriye’deki radikal İslamcılara olan desteğini sürdürmesi ile birlikte iyice gerildi. IŞİD’in yükselişinin ardından doruk noktasına çıkan bu gerilimin en yalın göstergesi, Batılı merkezlerde, Türkiye’nin NATO’dan çıkartılması olasılığının tartışılması oldu.
Özetle, ABD emperyalizminin bölgedeki sadık müttefiki olarak 2002’de iktidara gelen AKP, 2008 krizinin yıkıcı darbeleri altında hızla değişen uluslararası ve bölgesel dinamiklerin etkisiyle ABD-AB yörüngesinden görece uzaklaşmış ve gelgitli bir konum edinmiş durumda. Ankara’nın yeniden bu yörüngeye sokulması; bunun için de Batılı merkezlerde büyük ölçüde güven kaybeden AKP iktidarının mümkünse “sorunsuz” bir biçimde alaşağı edilmesi, en azından devlet içindeki gücünün geriletilmesi gerekiyor.
Öte yandan AKP, uluslararası mali aristokrasinin ve Türkiyeli tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda işçi sınıfı düşmanı kapsamlı bir toplumsal karşıdevrimi gerçekleştirirken, yalnızca devasa bir toplumsal eşitsizliğe, yoksulluğa, işsizliğe ve polis devleti inşasına yönelmekle kalmamış; daha önce tanık olunmadık bir kleptokrasi (hırsızlar yönetimi) geliştirmiş durumda. 17-25 Aralık 2013 rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasında bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilen bu kleptokrasi, kuşkusuz, buzdağının yalnızca su üstündeki kesimini oluşturuyordu. AKP iktidarı, 2002 yılından bu yana, özelleştirmeler, kamu ihaleleri ve belediyeler üzerinden dönen milyarlarca (belki de trilyonlarca) liralık bir vurgunu yönetiyor ve iktidardakiler, belki de en çok, bunların hesabının sorulmasından korkuyorlar.
Bununla birlikte, yıllarca spekülatif sermaye girişleri ve borçlanma yoluyla ertelenmiş olan ekonomik krizin ağır yükünü giderek daha fazla hissetmeye başlayan geniş emekçi kitleler içindeki huzursuzluk, yalnızca Türkiye’deki rejimi değil ama tüm Ortadoğu’yu altüst edebilecek bir patlama noktasına doğru artıyor. Türkiyeli egemenleri ve onların emperyalist ortaklarını asıl tedirgin eden budur.
Mali aristokrasi, geçtiğimiz birkaç yıl içinde, CHP’yi Kemalist ulusalcı damara sahip bir burjuva partisi olmaktan çıkartıp, büyük ölçüde “Batı standartlarında” liberal bir parti haline getirdi. Buna karşılık, tarihsel olarak Kemalist Türk milliyetçiliği (yani Kürtlerin en temel haklarının yok sayılması ve Kürtlere yönelik devlet baskısı) ile özdeşleşmiş olan CHP, Türkiye’nin batı bölgelerindeki toplumsal muhalefeti denetim altında tutabilirken, aynı işlevi, Kürt illerinde gerçekleştirecek durumda değil. Oysa yaklaşan toplumsal patlamanın başlıca merkezi, yoksulluğun, işsizliğin ve toplumsal eşitsizliğin Türkiye’nin geri kalanından çok daha ağır biçimde yaşandığı Kürt illeri olabilir.
Kürt emekçilerinin, yoksul köylülerinin ve gençliğinin, Stalinist–gerillacı bir örgüt olan PKK eliyle on yıllarca milliyetçi kanallara akıtılmış olan öfkesi, Kemalist Türk milliyetçiliğinin eşlik ettiği çıplak devlet terörünün ortadan kalkması ile birlikte, bugün her ne kadar “barış ve demokrasi” söylemi ile sistem sınırları içerisinde tutulmaya çalışılsa da, hızla, ait olduğu sınıfsal yatağına dönecektir. Kürt topraklarının küresel sermayeye ve uluslararası piyasalara açıldığı koşullarda, bunu ne AKP’de veya bir başka partide temsil edilen dinci söylemler ne de milliyetçilik engelleyebilir.
Banka ve holding sahiplerinin, HDP’nin yüzde 10 barajını aşarak TBMM’ye girmesini böylesine istemesinin, sağcı burjuva köşe yazarlarının bu partiye övgüler yağdırmaya başlamasının ve tanınmış burjuva aydınlarının HDP’ye oy vereceklerini açıklamalarının nedeni, onların bir gecede “demokrat” olması değildir. Bu, yalnızca, “AKP’yi geriletme” kaygısı ile de açıklanamaz.
Tekelci burjuvazi, HDP’yi TBMM’ye sokarak, hem AKP iktidarını zayıflatmanın hem de patlamaya hazır Kürt emekçilerini dizginleyip emperyalizmin bölgesel politikalarına ve Türkiye kapitalizminin çıkarlarına yedeklemenin hesabını yapıyor.
Tekelci burjuvazi, Kürt emekçilerini emperyalizmin bölgesel (özellikle Suriye ve Irak) politikalarına ve Türkiye kapitalizminin çıkarlarına yedekleyebilecek en etkili gücün HDP olduğunu çok iyi biliyor (“Eşme ruhu” söylemiyle Suriye’ye müdahalenin desteklenmesi bunun açık bir ifadesiydi). Dahası, şimdi HDP’de temsil edilen milliyetçi Kürt hareketi, geçtiğimiz on yıllar içinde, özellikle de AKP iktidarları altında savunduğu politikalarla, hem emperyalist merkezler hem de Türkiyeli egemenler için “güvenilir” bir ortak olabileceğini kanıtlamış durumda. Bu, radikal küçük burjuva milliyetçisi PKK önderliğinin, emperyalizm, küresel sermaye ve piyasalarla bütünleşme peşinde koşan Kürt burjuvazisi ve onun başlıca ortağı olan Türk tekelci sermayesi ile geliştirdiği işbirliğinin vardığı son noktadır.
HDP’nin 7 Haziran seçimleri öncesi konumunu, PKK önderliğindeki Kürt hareketinin radikal küçük burjuva milliyetçiliğinden burjuva bir kitle partisi olma yönündeki köklü dönüşümünün ifadesi olarak görebiliriz. Sosyalist Enternasyonal’in programını kabul eden, AB’yi savunan ve “barış ve demokrasi”yi ağzından düşürmemekle birlikte savaşların ve otoriter burjuva diktatörlüklerinin kaynağı olan kapitalizme karşı çıkmayan HDP, küresel sermaye yatırımlarından olabildiğince doğrudan yararlanmak ve bölgesel pazarlardaki yerini geliştirmek isteyen liberal bir burjuva partidir.
HDP’nin sınıf karakterini görmek için, onun ABD’nin ve Avrupalı emperyalistlerin Kiev’de örgütledikleri faşist darbe ve ardından başlayan iç savaş karşısındaki tutumuna; ABD emperyalizmi önderliğinde Irak’ta ve Suriye’de sözde “IŞİD’e karşı mücadele” adına başlatılan müdahaleye verdiği desteğe; AB’nin kemer sıkma (emperyalist yağma ve yoğun kapitalist sömürü) paketini Yunanistan işçi sınıfına dayatan Syriza ile olan “kardeşliğine”; içeride ise, kısa süre öncesine kadar AKP ile geliştirdiği pek de örtülü olmayan ittifaka ve meclisten birbiri ardına geçen gerici yasalar karşısındaki sözde muhalefetine bakmak yeter. HDP’nin “sol” görünümlü, ama aslında işçi sınıfını bölmeye hizmet eden kimlik politikaları ve reformist hayallerle dolu programı ve bütün siyasi pratiği, onun emperyalizm yanlısı burjuva sınıf karakterini bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.
Sahte sol
7 Haziran seçimlerinde, eski gerillacılardan Stalinistlere ve Pabloculara kadar uzanan son derece geniş bir sahte solcu partiler ve çevreler yelpazesi bu burjuva partisine “ilerici”, hatta “sosyalist” bir maske takmak ve ona övgüler yağdırmak için birbiriyle yarışıyor. Sahte sol parti ve çevrelerin onlarca önderi, burjuva reformist bir program çerçevesinde TBMM’ye girmek için HDP’nin milletvekili aday listesinde.
İlk bakışta, sahte solun 7 Haziran seçimlerinde HDP’ye yedeklenmesinde yeni bir şey yokmuş gibi görünebilir. Gerçekten de, Türkiye sahte solunun önemli bir kesimi zaten yıllardır Kürt hareketine yedeklenmiş durumdaydı. Yani sahte solda herhangi bir yönelim değişikliği söz konusu değil. Bununla birlikte, onun kuyruğuna takıldığı Kürt hareketi kaçınılmaz evrimini tamamlamış ve emperyalizmin kampındaki burjuva partilerden biri haline gelmiş durumda (PKK, Irak ve Suriye’de Türkiye’nin de dahil olduğu Batılı emperyalist koalisyonun vekil gücü olarak savaşıyor; HDP ise emperyalist merkezlerin ve tekelci sermayenin gözbebeği haline geldi). Özetle, sahte solun HDP’ye olan desteği (aslında ona katılması demek daha doğru), açık bir şekilde emperyalizme ve Türkiye tekelci sermayesine yedeklenmekten başka bir anlam taşımamaktadır.
Sahte solun nasıl olup da açıkça emperyalizmin ve tekelci sermayenin hizmetine girdiğini anlamak için, HDP’yi sözde “dışarıdan” destekleyen ya da onun içinde yer alan çevrelerin siyasi evrimine bakmak gerekmektedir. Türkiye sahte solu, 1960’lı yılların gerilla hareketlerinden hayal kırıklığına uğramış ya da SSCB, Çin ve diğer bürokratik diktatörlüklerin bizzat Stalinist önderlikler eliyle yeniden kapitalist sömürüye açılması karşısında şaşkına dönmüş küçük burjuva akımlardan oluşmaktadır.
Bu küçük burjuva solu, geleneksel sosyal demokrat ya da Stalinist işçi örgütlerinin devasa güce sahip olduğu 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında geniş bir hareket alanına sahipti. Farklı oranlarda Kemalist, Stalinist, gerillacı eklektik bir ideolojik bileşime sahip küçük burjuva sol önderlikler, dönemin sendikalarında ya da kitle örgütlerde ve onların etkisi altındaki kurumlarda (üniversitelerde, medyada ve devlet bürokrasisi içinde) önemli bir etkiye sahiptiler.
12 Eylül 1980 askeri darbesi ile birlikte, on binlerce genci işçi sınıfından kopartıp burjuva ordusunun ve polisinin açık hedefi olarak fiziksel imhaya sürükleyen bütün gerillacı örgütler ve sınıf uzlaşmacı Stalinist önderlikler çöktü. Bunu, 1989-1991 yılları arasında, başta SSCB olmak üzere bütün bürokratik diktatörlüklerin çökmesi izledi. Bütün bu ulusalcı örgütlerin tüm dünyada çökmesinin ekonomik temeli, kapitalist üretimin küreselleşmesi süreciydi.
1960’larda ve kısmen 70’lerde “altın çağını” yaşayan küçük burjuva “solu”, küreselleşme sürecinin ulusal korumacı rejimlerle birlikte, onun hareket alanının da altını oyduğunun farkına varmakta gecikmedi. Onlar, önceki dönemin Stalinist ve gerillacı politikaları eliyle küresel kapitalist saldırı karşısında ideolojik ve siyasi olarak silahsızlandırılmış olan işçi sınıfı ile emperyalizm arasında bir tercih yapmak durumunda kaldılar. Sonuçta, sahip oldukları ayrıcalıkları korumanın yolunun, hızla sağa kaymaktan ve uluslararası mali aristokrasiye yedeklenmekten geçtiği kararına vardılar.
Küçük burjuva solunun bu yönelimi, eski gerillacı ya da Stalinist önderliklerin, bir zamanlar –küçük burjuva ulusalcı çarpıklıklarla da olsa– savundukları “devrim”, “sosyalizm” gibi tüm iddialardan vazgeçmesini gerektiriyordu (Onlar, o zaman da, bugünküne benzer şekilde ama dönemin koşullarına uygun olarak, Stalinist rejimleri, CHP’yi ve sistem içi çözümleri savunarak işçi sınıfı için yıkıcı bir rol oynuyorlardı). Şaşırtıcı bir hızla liberalleşen bu önderliklerin ezici kesimi, küresel ölçekte faaliyet gösteren devasa tekellerin ve bankaların “engel” olarak gördüğü “inatçı” ulus devletlerin yıkılması sürecinde emperyalist devletlerin ideolojik hizmetine koştu. Görece küçük ve daha güçsüz bir kesimi de, “işçi sınıfı”, “devrim” ve “sosyalizm” maskesiyle kaplı bir burjuva ulusalcılığına sarıldı.
Bununla birlikte, küçük burjuva solunun her iki kanadı da, ideolojik ve siyasi gıdasını tek bir kaynaktan almaktadır: emperyalist merkezlerdeki düşünce kuruluşları ve üniversiteler tarafından geliştirilen ve her durumda küresel şirketlerin çıkarlarına hizmet eden cinsel, etnik, dinsel, kültürel vb. kimlik politikaları. Onlarca eski gerilla önderinin ve “eski” Stalinistin CHP’yi desteklemesinin ya da sağcı burjuva politikacıları ile birlikte HDP’nin milletvekili aday listelerinde yer almasının tarihsel-toplumsal arka planı budur.
Türkiye küçük burjuva solunun ezici çoğunluğu, şimdi, HDP’yi “Türkiye tipi” bir Syriza haline getirmek için akıl almaz bir pervasızlık içinde, her türlü çarpıtmaya ve yalana başvuruyor; bu burjuva partisine, aynı Yunanistan’daki Syriza’ya yaptıkları gibi, “sol” bir makyaj yapmaya çalışıyorlar. Onların bir burjuva partisi olan HDP’yi “ilerici” ya da “solcu” gösterme çabası, diğerlerinin CHP’ye verdiği –sözde “örtülü”– destekten daha az gerici değildir.
Sahte Troçkistler
Sahte Troçkistler, siyasi varlığını HDP’de ya da onun kuyruğunda sürdüren küçük burjuva önderlikler içinde, kuşkusuz, “özel” bir yer tutmaktadır. Önce, bu önderliklerin IV. Enternasyonal ile hiçbir ideolojik, siyasi, örgütsel bağları olmadığını belirtelim. Tepeden tırnağa ulusalcılıkla damgalanmış olan bu önderliklerin, bugüne kadarki bütün pratiği, sendika bürokrasilerine ve Kürt milliyetçiliğine “sol” makyaj yapmaktan ve işçi sınıfı ile gençlik içindeki devrimci sosyalist unsurları onlara yedekleyerek emperyalist sistem içinde tutmaktan oluşmaktadır.
Pablocu Devrimci İşçi Partisi’nden (DİP) Morenocu İşçi Demokrasisi Partisi’ne (İDP) kadar uzanan çok sayıda sahte Troçkist önderlik, işçileri ve gençliği burjuva partisi olan HDP üzerinden emperyalizme yedekleme çabalarını, her biri diğerinden daha ikiyüzlü ve sinik gerekçelerle savunuyor. Bunlardan biri, “ne pahasına olursa olsun AKP’den kurtulmak” gerektiğidir. Bu sahte Troçkist önderliklerin AKP, daha doğrusu Erdoğan karşıtlığının altında, uluslararası işçi sınıfı merkezli sosyalizm mücadelesi değil; “solcu” kent küçük burjuvazisinin “demokratik” kaygıları yatmaktadır. Onlar, işçi sınıfına yönelik kapsamlı saldırılarda ve polis devleti inşasında cisimleşen toplumsal karşıdevrimin ve emperyalist savaş hazırlıklarının arkasındaki küresel ekonomik dinamikleri (yani kapitalist sistemin çöküşünü) göremiyor; bütün felaketlerin nedeninin, bizzat bu dinamiklerin ürünü ve siyasi ifadesi olan AKP ve Erdoğan olduğunu sanıyorlar.
Dünyaya burjuva kimlik politikaları gözlüğüyle bakan bu sahte Troçkistlerin “demokratik” kaygılarına, iflah olmaz bir reformizm eşlik etmektedir. Onlar, tarihinin en ağır küresel krizinin ortasında insanlığı yıkıma sürükleyen mevcut düzenin iyileştirebileceği, “işçi dostu” partilerin kapitalizmi yaşanabilir bir hale getirebileceği hayalini yayıyorlar.
Onların HDP’ye atfettikleri bütün “demokratik” reformist nitelikler, Yunanistan’daki “kardeş partisi” Syriza’nın işçi düşmanı kemer sıkma politikalarını uygulamaya koyduğu ve üniversite öğrencilerinin üzerine polisi sürdüğü bu günlerde, her zamankinden daha pervasız bir ikiyüzlülük ifadesidir.
Sahte Troçkistlerin HDP’ye verdikleri desteği “haklı gösterme” yönündeki çabalarının en az bunlar kadar yıkıcı ve ikiyüzlü olanı, onların “ulusal soruna” ve “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına (UKKTH)” yaptıkları sözde teorik göndermelerdir. Dünya devrimi, işçi sınıfının siyasi bağımsızlığı ve uluslararası birliği üzerine kurulu olan Leninist UKKTH kavrayışı, onların elinde, uzunca süredir, devrimci ulusal kurtuluş hareketlerini uluslararası işçi sınıfının komünizm mücadelesine yedeklemeye hizmet eden bir politika olmaktan çıkmış; işçi sınıfını, emperyalizmin işbirlikçisi haline gelmiş olan milliyetçi burjuva önderliklere yedekleme stratejisine dönüşmüştü. Onlar, şimdi, işçi sınıfını ve gençliği Kürt burjuvazisi üzerinden emperyalizme yedeklemek için, Lenin’in, Troçki’nin ve Komünist Enternasyonal’in UKKTH’ye ilişkin bütün tespitlerini açıkça çarpıtıyorlar.
Uluslararası işçi sınıfı, dünya devrimi, sosyalizm gibi kavramları çoktan terk etmiş olan sahte Troçkistler, toplumu AKP’den kurtaracağını ve demokratikleştireceğini düşündükleri HDP’nin, birkaç ay öncesine kadar AKP iktidarının en yakın müttefiki olduğunu; diğer yasal ve anayasal değişikliklerin yanı sıra, en son “iç güvenlik paketi”nin TBMM’den geçmesine –CHP ve MHP ile birlikte– izin verdiğini bilmiyorlar mı? Elbette biliyorlar. Ama onlar, küçük burjuva kendini beğenmişlikleri içinde, işçilerin ve gençlerin bütün bunları görmediğini sanıyorlar. Sahte Troçkistlerin artık tarihe mal olmuş olan UKKTH talebine ilişkin en kaba çarpıtmalara başvurmasının nedeni, PKK’den “devrimci” bir “ulusal kurtuluş hareketi” yaratmak; böylece, kendilerinin Ortadoğu’daki emperyalist müdahalelere verdikleri desteğe meşruiyet kazandırmaktır.
Oportünizme karşı mücadele
Bir bütün olarak sahte solun sözde toplumsal reformlar ve demokrasi adına burjuva muhalefetin iki önemli partisi CHP’ye ve HDP’ye verdiği destek, işçi sınıfı ve gençlik içinde, kuşkusuz bir karşılık bulacak. Bununla birlikte, emekçi kitlelerde egemen olan burjuva (sendikalist, kendiliğinden, günlük çıkarlar üzerine kurulu) bilinç düzeyini yansıtan; baştan sona sınıf işbirliği ve reformist vaatler üzerine kurulu bu yanılsamanın, hızla derinleşmekte olan ekonomik kriz ve Ortadoğu’da tırmanan bölgesel savaş tehlikesinin darbeleri altında kısa süre içinde paramparça olacağına kuşku yok.
7 Haziran seçimlerinden hangi parti zaferle çıkarsa çıksın, egemen sınıfın toplumsal karşıdevrim ve savaş yönelimi değişmeyecek; tersine, hız kazanacaktır. İşçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesinden umudunu keserek reformizmin ve parlamentarizmin batağına saplanan, başta sahte Troçkistler olmak üzere, bu “sol”un muhalif burjuva partilere verdiği destek, işçi sınıfını toplumsal karşıdevrim ve savaş tehlikesi karşısında silahsızlandırmaktan, onu burjuvaziye yedeklemekten başka bir şeye hizmet etmemektedir.
Burjuva ideolojisini ve politikasını işçi sınıfına ve gençliğe taşıma görevini üstlenen bu güçlerin sistematik şekilde teşhir edilmesi, enternasyonalist devrimci bir işçi sınıfı hareketi ve örgütlülüğü için son derece elzemdir. Uluslararası işçi sınıfının sosyalizm bayrağı altında birleşmesi ve burjuva düzenin yıkılması için, iflah olmaz bir oportünizm ile damgalanmış olan sahte solun ideolojik ve siyasi olarak yenilgiye uğratılması gerekiyor. Lenin’in belirtmiş olduğu gibi, “emperyalizme karşı mücadele, oportünizme karşı mücadeleye kopmaz biçimde bağlanmadığı sürece bir sahtekarlık ve aldatmacadır.”
İşçi sınıfının ve gençliğin, kapitalizmin insanlığı içine sürüklediği felakete karşı, tüm mülk sahibi sınıflardan bağımsız enternasyonalist sosyalist bir mücadeleye soyunması uzun sürmeyecek. Ancak bu kendiliğinden gerçekleşmeyecektir.
Toplumsal eşitsizliğin, yoksulluğun, işsizliğin, baskıların ve savaşların kaynağı olan kapitalizmi ortadan kaldırabilecek tek toplumsal güç olan işçi sınıfının, öncelikle, bu tarihsel rolünün bilincine varması; yani, enternasyonalist sosyalist bir perspektif ile donanması ve diğer ezilen toplum kesimlerini kendi devrimci önderliği altında birleştirmesi gerekiyor. Bu, ilk kez Komünist Manifesto’da ilan edilmiş olan uluslararası işçi sınıfı merkezli dünya sosyalist devrimi perspektifini savunan ve bu perspektifi, günümüz kapitalizminin bilimsel çözümlemesi ile bütünleştirmiş tek örgüt olan Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) Türkiye şubesinin inşa edilmesi demektir. Bu görev, Marx ve Engels tarafından 150 yılı aşkın süre önce oluşturulup, başta Lenin ve Troçki olmak üzere Marksist önderler tarafından geliştirilmiş ve sınıf mücadeleleri içinde doğrulanmış komünist düşüncelerin biricik savunucusu olan işçi sınıfı devrimcilerine, Troçkistlere düşüyor.
DEUK, seçimleri ilkelerden ve programından kopuk bir faaliyet olarak görmez. O, seçimlere, örgütlü olduğu tüm ülkelerde aynı programatik bakış açısıyla katılıyor. DEUK üyesi partiler, seçimlerden, bankaları ve büyük işletmeleri kamulaştıracak ve toplumu sosyalist bir temelde; yani, bankaların ve büyük şirketlerin kâr çıkarları yerine toplumun gereksinimlerine uygun olarak yeniden düzenleyecek işçi iktidarlarının kurulması için; işçi sınıfını uluslararası sosyalist devrim perspektifinde birleştirme mücadelesinde bir araç olarak yararlanmaktadır. Bu yüzden, Troçkist partiler, ABD başkanlık seçiminden Berlin’deki Humboldt Üniversitesi öğrenci temsilciliği seçimine, Avrupa Birliği Parlamentosu seçimlerinden İskoçya’daki bağımsızlık referandumuna kadar tüm seçimlerde, işçi sınıfının siyasi bağımsızlığı üzerine kurulu enternasyonalist ve sosyalist bir program temelinde hareket ediyorlar.
Bu ilkesel tavır, Troçkist partilerin henüz inşa edilmediği ülkelerde de geçerlidir. DEUK’un bu ülkelerdeki militanları, seçimleri, işçi sınıfı içinde enternasyonalist devrimci sosyalist bir önderliğin inşası uğruna mücadelenin bir aracı olarak görmektedir. Dördüncü Enternasyonal, bu yüzden, Bolşevizmin ve Lenin ile Troçki önderliğindeki Komünist Enternasyonal’in devrimci mirasının biricik kararlı taşıyıcısıdır.
Küçük burjuva solu, emperyalizmin toplumsal karşıdevrim ve savaş treninin yük vagonunda kendisine bir yer bulmuş durumda ve kendi gerici işlevini yerine getirerek, işçileri ve gençliği reformist hayaller eşliğinde kendisine katılmaya çağırıyor. Troçkistler ise, 7 Haziran seçimlerinden, işçi sınıfını ve gençliği emperyalizmin ve onun yerli ortaklarının toplumsal karşıdevrim ve savaş yönelimine karşı mücadeleye hazırlamak; burjuva gericiliği karşısında devrim ve sosyalizm alternatifini yükseltmek için yararlanacak. Marksist bir işçi sınıfı partisinin olmadığı koşullarda bize düşen görev, burjuva ya da küçük burjuva partilerine yedeklenmek ve işçilerle gençleri onları desteklemeye çağırmak değil; bu partileri teşhir etmek ve işçi sınıfının devrimci enternasyonalist partisini inşa etme mücadelesini yükseltmektir.