Erdoğan ile Gül arasındaki “çift başlılık” üzerine

Ankara’daki olaylı 29 Ekim yürüyüşünden sonra yaşanan “barikatı kim kaldırdı?” tartışması ile cezaevlerindeki açlık grevleri meselesi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasındaki mesafenin açılmakta olduğunun son ifadeleri oldu.

Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül arasındaki “anlaşmazlık”, anımsanacağı üzere, Gül’ün yeniden cumhurbaşkanlığına aday olabileceği konusundaki tartışmada gündeme gelmişti. O zamanlar, burjuva basında yer alan ve meseleyi AKP’nin bu iki kurucusu arasındaki kişisel iktidar mücadelesi olarak ele alan yorumlar, hem Erdoğan hem de Gül tarafından yalanlandı (zaten hiç kimse, onlardan birinin, “kimin cumhurbaşkanı olacağı konusunda anlaşamıyoruz” demesini beklemiyordu).

Bununla birlikte, burjuva medya, özellikle de iktidara muhalif olanlar, “Erdoğan ile Gül arasındaki iktidar mücadelesi” senaryosunu sürekli olarak gündemde tuttu. Başkanlık sistemine geçiş, tutuklu milletvekilleri, AB ile ilişkiler, basın özgürlüğü, 29 Ekim yürüyüşü, açlık grevleri gibi siyasi gündemin birçok önemli maddesi, bu senaryo çerçevesinde ve onu güçlendirecek biçimde yorumlandı.

Sonuçta, her şey, muhalefet kanadının neresinde durulduğuna bağlı olarak, “otoriter (kimilerine göre totaliter) eğilimlere sahip”, “güç sarhoşu olmuş”, “padişah/sultan olma özlemiyle yanan” vb. bir Erdoğan ile daha “liberal”, daha “demokrat” ve daha “modern” bir Gül arasındaki mücadele ekseninde ele alınmaya başlandı.

Öyle ya! Başbakan Erdoğan, “bazı kitaplar bombadan daha tesirlidir” diye haykırırken, Cumhurbaşkanı, 1 Ekim günü TBMM’de yaptığı konuşmada, “Bir ülkede yazarların, düşünürlerin ve fikir adamlarının görüşlerini korkusuzca paylaşabilmeleri, o ülkeye itibar kazandırır. Medya mensuplarının halkı haberdar etme görevlerini yerine getirirken hiçbir engelle karşılaşmamaları da temel esastır” diyor ve ekliyordu: “Hiç kimse fikirleri ve fikirlerini açıklaması yüzünden hapse düşmemelidir.”

Gül, yine aynı konuşmasında, Erdoğan’ın “terörist” ya da “darbeci” olarak gördüğü ve serbest bırakılıp TBMM’ye girmelerini engellediği tutuklu milletvekillerine ilişkin olarak, “Seçimlere yasal olarak katılmış, halkın oyunu almış, milletvekili sıfatını taşımaya hak kazanmış herkesin, haklarında kesin yargı kararları ortaya çıkana kadar yasama faaliyetine katılması gerektiğini düşünüyorum” demişti.

Erdoğan, Cumhurbaşkanı’nın tutuklu milletvekilleri ile ilgili bu sözleri kendisine hatırlatıldığında, “ben farklı düşünüyorum” demekle yetinmiş ve Gül ile polemiğe girmemişti. Erdoğan, bu tavrını, 29 Ekim’de sürdüremedi. Başbakan, Ankara’daki yürüyüşte barikatların kaldırılması konusunda kendisinin talimat vermediğini açıkladı ve “Sayın Cumhurbaşkanının da böyle bir talimat verdiğini sanmıyorum. Ülke yönetiminde çift başlılık olmaz.” dedi. Cumhurbaşkanı Gül ise, “Cumhuriyet Bayramı’nın bütün ülkede nezih bir şekilde kutlanmasıyla ilgili yetkililerin dikkatini çekmemden daha doğal bir şey olmaz.” açıklamasını yaptı. Kısa süre sonra, Gül’ün, alternatif 29 Ekim yürüyüşü öncesinde Ankara Valisi’ni Çankaya Köşkü’ne çağırarak “esnek olunması” talimatı verdiği ortaya çıktı.

Bütün bunlar, AKP’de temsil edilen iktidar bloğunda ve devletin en üst kademelerinde yaşanan bir parçalanmanın işaretleridir.

Başbakan Erdoğan’ın ve Cumhurbaşkanı Gül’ün kişilikleri ve/veya kişisel hedefleri, bu parçalanmada, kuşkusuz, bir rol -hem de önemli bir rol- oynamaktadır. Kişisel siyasi kariyerinde sürekli yükselen bir eğri çizmiş olan Erdoğan, kendisini son dönemde daha fazla hissettirmeye başlayan iktidar sarhoşluğu içinde, örneğin, Kürt sorununa ilişkin “çözüm önerilerinde” bulunan Bülent Arınç’ı bile karşısına alabilmektedir. Erdoğan’ın, ekonomik kriz, dış politikadaki başarısızlıklar ve alttan alta kabaran toplumsal muhalefetle birlikte ısınan iç siyasi atmosfer eliyle kışkırtılan hırçınlığı, iktidarın karşı karşıya olduğu sorunları arttırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Erdoğan, hırçın ve uzlaşmaz “kaba” tavırları nedeniyle daha önce kendisini desteklemiş olan Kürtlerden, liberallerden, hatta kimi İslami çevrelerden/tarikatlardan bile tepki alırken, “toplumsal uzlaşının” ve “hoşgörünün” temsilcisi olarak sahneye çıkan Gül, laik-ulusalcı kesimler için bile “tercih edilebilir” hale geliyor. Bu, genel seçmen kitlesiyle sınırlı bir eğilim değildir. Erdoğan, son aylardaki hemen bütün gelişmelerde, hem toplum hem de egemen sınıflar nezdinde hırçın, çatışmacı ve “itici” bir görünüm sergilerken, Gül, sözde toplumsal barışın devam etmesini arzulayan “hoşgörülü bir cumhurbaşkanı” olarak ön plana çık(artıl)maktadır. Mevcut durumu okumayı başarabilenler için, Gül’ün 1 ve 29 Ekim günlerinde uluslararası mali aristokrasiye ve Türk siyasi seçkinlerine verdiği mesaj çok netti: Cumhurbaşkanlığı makamında kalmam, Türkiye’nin “AB çıpası”na bağlı kalmasını sağlayacak; ülke içindeki sınıfsal, politik ve ekonomik dengelerin korunmasını kolaylaştıracaktır. Özetle, Erdoğan ile Gül arasındaki fark, her ikisi de Sünni-İslami gözlük kullanmakla birlikte, birincisinin Türkiye’ye “Kasımpaşa’dan”, dünyaya ise Türkiye’den bakarken, ikincisinin Türkiye’ye dünyadan (Washington, Londra, Berlin ve Paris’ten) bakabilmesidir.

Erdoğan ile Gül üzerinden yaşanan çatışma, gerçekte, egemen sınıflar ve iktidar bloğu içindeki, Türkiye’nin önümüzdeki süreçte Ortadoğu’nun yeniden biçimlenmesinde oynayacağı role ve büyük ölçüde buna bağlı olarak kendisinin nasıl biçimleneceğine ilişkin farklı eğilimlerin mücadelesidir.

Anlaşılan o ki, AKP’de temsil edilen iktidar bloğu içinde görünürde “Cumhurbaşkanlığı meselesi” ile başlayan bu mücadele, yeni anayasa hazırlıkları sürecinde daha da keskinleşecek. Gerçekte bir rejim değişikliği anlamına gelen bu süreçte, AB’de derinleşmekte olan krizin, Türkiye ekonomisindeki küçülmenin, artan cari açığın ve nihayet Suriye’ye ve İran’a yönelik emperyalist müdahalelerin körükleyeceği ek gerginlikler sonucunda, AKP’nin -belki de “Erdoğancılar” ile “Gülcüler” arasında-  parçalanmasına tanık olabiliriz.

Bir kez daha vurgularsak, Erdoğan ile Gül arasındaki çekişme, “Cumhurbaşkanlığı” ya da “29 Ekim” tartışmalarıyla sınırlı değildir. O, dünya ekonomik krizi, Avrupa Birliği ile üyelik sürecinin tıkanması ve dış politikada yaşanan sürekli başarısızlıkların; en önemlisi de Suriye’ye yönelik ABD taşeronluğunun iflasının yol açtığı genel moral bozukluğunun yansımasıdır.

AKP, 2001-2007 dönemindeki sürekli ekonomik büyüme sayesinde, Türkiye tarihinde -elbette işçi sınıfının üzerindeki sömürünün katlanarak artması pahasına- eşine az raslanır burjuva liberal reformlara imza atmayı başarmıştı. Ancak, ABD’nin en büyük dördüncü yatırım bankası Lehman Brothers’ın 15 Eylül 2008’de iflası sonrasında tüm dünyaya yayılan mali kriz, Türkiye ekonomisi üzerine bir karabasan gibi çökmüş durumda. Türk ekonomisinin sıcak paraya ve sermaye hareketlerine bağımlı yapısı, onu her zamankinden daha da fazla kırılgan hale getirmiştir.

Ekonomik krize bir türlü çözüm üretemeyen burjuva siyaset kurumu, bütün ülkelerde, trilyonlarca liralık toplumsal serveti bankalara ve tekellere aktarmaktan; krizin faturasını işçi sınıfına ödetmekten başka bir “çıkış” bulamıyor.  Bütün ülkelerin burjuva hükümetlerinin uyguladığı “kemer sıkma” politikaları, krizi derinleştirmekten ve yaymaktan başka bir işe yaramıyor. Dahası, bu politikalar, ekonomik krizi, hızla, milyonlarca emekçinin kitlesel direnişiyle damgalanan toplumsal-siyasal krizlere dönüştürmektedir. Özetle, dünyada ve Türkiye’de sınıf mücadelesinin yükselişe geçeceği yeni bir döneme giriyoruz.

Bu dönem, Erdoğan ve Gül’ün şahsında, iktidar bloğundaki ikiliği derinleştirecek ve parçalanma sonucunu doğurabilecek dinamikler taşımaktadır. Her durumda, iki eğilim de küresel sermaye ve Türkiye burjuvazisinin temsilciliğine adaydır. İşçi sınıfı ve gençliğin kendi devrimci alternatifini geliştirememesi durumunda bu iki eğilimden biri ya da bir başkası burjuvazinin iktidarının devamını sağlayacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir