Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerin Ortadoğu’ya askeri olarak yeniden dönmesinin son gerekçesi Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) adlı örgütün büyük bir güçle ortaya çıkması oldu. Geçtiğimiz yılın yazında, Irak’ın ve Suriye’nin önemli bir kesimini ele geçiren IŞİD, sergilediği barbarlıkla El Kaide’nin 11 Eylül 2001’de ABD’de gerçekleşen saldırılar sonrasında oynadığı rolü üstlenirken, emperyalist devletler ve medya, bu fırsattan, yeni emperyalist saldırganlık dalgasına kamuoyu desteği sağlamak için yararlandı. Dahası, emperyalistlerin “terörle mücadele” maskesi altında gerçekleştirdiği yağmacı savaşlara, tüm dünyadaki küçük-burjuva solu da eklemlendi.
Anımsanacağı gibi, ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından tohumları atılan ve bugünkü gücüne asıl olarak Suriye’deki vekil savaşı sırasında Batılı emperyalistlerin verdiği destek sayesinde ulaşan IŞİD’in, AKP’nin örtülü desteğiyle Kobani’ye karşı başlattığı saldırı, Şengal’deki Ezidilere yönelik katliam girişimin ardından gelmişti.
ABD önderliğindeki Batılı emperyalist güçlerin Irak’a hava saldırısı başlatmaları için bir bahane olarak kullandıkları IŞİD’in Ezidilere yönelik katliam girişimine karşı mücadelede PKK de aktif rol almış, yaz aylarında ABD ile sahada temas ve işbirliği kurmaya başlamıştı. [1]
Emperyalist güçleri kendi yarattıkları canavara karşı harekete geçiren şey, Ezidileri “kurtarma” amacı değil; IŞİD’in Bağdat kapılarına dayanmış ve ayrıca Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni ciddi bir şekilde tehdit eder hale gelmiş olmasıydı. Üç yıldır Esad rejimine karşı savaşta Batılı emperyalist devletlerin ve onların bölgesel müttefiklerinin vekil gücü olarak onlarca katliam gerçekleştiren IŞİD, bu kez doğrudan ABD çıkarlarını tehdit etmişti.
IŞİD’in, bu süreçte, ABD hava saldırıları ve PKK’nin direnişiyle püskürtülmesinin ardından, yeni hedefi Kobani oldu. IŞİD’in dört aydır süren saldırısı, “Ezidileri kurtarma” bahanesiyle geliştirilen yeni Ortadoğu savaşının bir üst aşamaya geçtiğine işaret ediyordu. Bu süreçte, yalnızca bölgedeki YPG güçlerinin direnişine sahne olan ve IŞİD’in ilerlediği çatışmalar boyunca PKK-YPG önderleri ısrarla “uluslararası toplum”un destek vermesi çağrısı yapmış, nihayetinde emperyalist güçler, ABD önderliğinde bir koalisyon oluşturmuş ve bu koalisyona irili ufaklı taşeronlarını dahil etmişlerdi.
IŞİD’e karşı oluşturulan koalisyon, gerçekte onu yaratmış olan koalisyondu. ABD, Britanya, Fransa, Katar, Suudi Arabistan, Ürdün ve diğerleri. Tüm bu güçler, Suriye’de bir rejim değişikliği gerçekleştirmek için yürütülen iç savaşta IŞİD ve benzeri şeriatçı örgütlere para, silah ve eğitim sağlamışlardı.
Türkiye’nin de önemli bir rol oynadığı bu süreçte 200 bine yakın insan öldü. Şimdi ise, bu felaketin başlıca sorumluları, bölgeyi, yarattıkları canavardan sözüm ona kurtarmak için bir koalisyon oluşturmuş durumda.
Emperyalist koalisyonun Kobani’de YPG güçlerine hava saldırılarıyla destek vermesi ve silah yardımı yapmasıyla gelişen PKK/PYD – Koalisyon ilişkileri sırasında, PKK/PYD önderliği koalisyona dahil edilme çağrısı yaptı, ardından, YPG güçleri koalisyonun askeri merkezine dahil edildiler.
Bu süreçte, Türkiye’deki küçük-burjuva solunun ABD emperyalizminin bölgesel hesaplarına nasıl yedeklendiğine tanık olduk. Küçük-burjuva soluna emperyalist müdahaleyi destekleyebilmek için aradığı bahaneyi sağlayan şey, Ankara’nın iç ve dış politik hesapları (“barış” görüşmeleri sürecinde PKK’yi sıkıştırma çabası, Kürdistan Bölgesel Yönetimi önderliği ile ilişkiler, IŞİD’e verdiği örtülü destek, Suriye’de PKK önderliğinde gerçekleşecek bir Kürt özerk yönetiminin Türkiye’deki Kürtler üzerinde yaratacağı etki vb.) nedeniyle koalisyona aktif şekilde katılmaması oldu. Halbuki aynı günlerde Selahattin Demirtaş Türkiye devletinin PKK’ye silah vermesi gerektiğini söylüyor, “ortak düşman”a karşı birlikte savaşma çağrıları yükseliyordu. Kürt hareketinin kendi burjuva çıkarları doğrultusunda emperyalistlerle kurduğu ittifak, yalnızca Ankara içinde aktif bir şekilde yer almadığı için, bu “sol” adına, bir anda “barış ve özgürlük ittifakı”na dönüşmüştü.
IŞİD ve benzeri teröristleri yıllardır destekleyip bölge halklarının başına bela edenlerin Türkiye’nin de dahil olduğu aynı “ittifak” olduğu gerçeğine gözlerini kapatan “sol”, Kürt hareketinin emperyalist devletlerle kurduğu ittifakı, “taktiksel” vb. gerekçelerle haklı göstermeye çalışarak, destekleme çağrısı yapıyor. Aynı “sol”, tüm dünyadaki oportünistlerin emperyalist saldırganlığa takmaya çalıştığı “insan hakları” ve “demokrasi” maskesini, tarih çarpıtmalarıyla ve sözde “teorik” gerekçelerle süslemeyi de ihmal etmiyor.
ABD emperyalizminin oluşturduğu “IŞİD karşıtı” ittifakı desteklememenin Türk devletine hizmet ettiğini iddia eden bu gruplar, aynı zamanda, Kürt hareketinin AKP hükümetiyle sürdürdüğü, barış ve demokrasi getireceği iddia edilen sözde “barış” görüşmelerinin de coşkulu savunucusuydu. Dolayısıyla onlar, sözde karşı oldukları iktidara BDP/HDP-PKK dolayımıyla örtülü bir destek veriyordu. Kürt hareketi, bir süredir, elbette Batılı emperyalist merkezlerin bilgisi dahilinde, yıllardır işbirliği içinde olduğu AKP iktidarı ile “ipleri koparma” işaretleri veriyor. Sözde “demokrasi uğruna” AKP’nin geriletilmesi (yıkılması değil) gerektiğinden ve seçimlerde koalisyona hazırlandığından söz ediyor. Emperyalist merkezlere her zamankinden fazla yakınlaşmış görünen Kürt hareketi Türkiye’deki burjuva devlet sistemine daha fazla dahil olma isteğini açıkça ifade ederken, onun kuyruğunda yürüyen sahte solun hala arada devrimden ve sosyalizmden söz etmesi, tarihsel bir trajedidir.
Bu “sol”, sosyalist devrim mücadelesini bir yana bırakıp, HDP-PKK’nin (elbette ABD’nin ve AB’nin “demokratik” desteğiyle) burjuva devleti reformdan geçirmesi hayali peşinde koşuyorlar. Onlar, Ortadoğu’da yeni ve uzun süreli bir savaşa hazırlandığını ilan etmiş olan ABD emperyalizminin bölgedeki başlıca müttefikinin Ankara olduğunu ve milliyetçi Kürt önderliklerinin de aynı yağmacı koalisyonda yer aldığını gizlemeye çalışıyorlar. Emperyalistleri, Türk devletini ve PKK-HDP’yi aynı safta değilmiş gibi gösteren bu “sol”, gerçekte, kendi siyasi ideolojik iflasını ve çürümüşlüğünü gizleme çabası içindedir.
Türkiye sahte solunun tüm bu çabalarının ardında, onun dünyaya sınıf değil ama etnik, dinsel vb. kimlik ekseninden bakması yatmaktadır. Sınıf mücadelesini sendika bürokrasilerine, demokrasi kavgasını da burjuva Kürt önderliklerine havale etmiş olan bu “sol”, HDP-PKK önderliğindeki milliyetçi Kürt hareketinin burjuva karakterini göz ardı eden ve onun her ne yaparsa yapsın desteklenmesi gerektiğini varsayan bir dogmaya saplanmış durumda.
Aynı sahte solun, yıllardır benzer bir politika izleyen Irak’taki burjuva milliyetçi Barzani önderliğini “emperyalizmin uşağı” olarak damgaladığı biliniyor. Şimdi, Barzani ile HDP-PKK aynı emperyalist koalisyonda yer alır ve Kürtlerin yaşadığı topraklardaki iktidar ve rant paylaşımına ilişkin “ayrıntılar” hariç aynı politikaları izlerken, Türkiye küçük-burjuva solu, bunu da görmezden geliyor.
Bu “sol” grupların hiçbiri, milliyetçi Kürt önderliklerine verdikleri bu desteğin, işçi sınıfının uluslararası birliğine ve komünizm davasına nasıl bir katkısı olduğunu açıklamıyor, açıklayamıyor. Tüm emperyalist güçlerin yer aldığı bir koalisyona katılmak ve onun vekil gücü olmak nasıl bir ilerici role sahiptir? Emperyalist bir ittifakın içinde yer alan bir gücü sorgusuz sualsiz desteklerken, o ittifaka yön veren emperyalist çıkarlara ve onun başındaki emperyalist devletlere karşı mücadele etmek mümkün mü? Yalnızca Kobani’ye ye yönelik saldırıdan, on binlerce insanın evini terk etmesinden ve yüzlercesinin ölümünden değil, bir bütün olarak Irak’ın ve Suriye’nin içinde bulunduğu iç savaşın, terörün ve kan gölünün sorumlusu olan emperyalist devletlerle ittifak Rojava’ya ve Kobani’ye nasıl bir “özgürlük” vaat ediyor?
Öte yandan, kimi sahte solcu çevrelerin, Rojava’nın burjuva karakterini inkar edemedikleri noktada, emperyalist koalisyonla işbirliğine verdikleri desteği meşrulaştırabilmek için Kürt hareketinin “emperyalistler arası çelişkilerden yararlandığı” iddiasına sarıldığını görüyoruz. İnsan, onların, okurlarına bu “emperyalistler arası çelişkiler”in ne olduğunu açıklamasını bekliyor ama bu boş bir beklenti.
Onlar, emperyalistler arası çelişkilerin gerçek ve bilimsel bir çözümlemesini sunamazlar. Zira bunu yapmaları durumunda, o çok sevdikleri kimlik politikaları gözlüğünü çıkartıp, emperyalist sistemin ekonomik temellerine, kapitalizmin küresel dinamiklerine bakmak ve kaçınılmaz olarak, uluslararası mali sermaye ile uluslararası işçi sınıfı gibi belirleyici aktörlerle karşılaşmak zorunda kalırlardı. Bu da onları, ister istemez, bu iki temel tarihsel toplumsal güçten birinin yanında olmaya iterdi.
Küçük-burjuva solunun kapitalist sömürüye son verme, devrim, proletarya enternasyonalizmi ve sosyalizm söyleminin yerine burjuva “insan hakları”, “demokrasi”, “kendi kaderini tayin hakkı” vb. talepleri geçirmesinin nedeni budur. Bu yüzden onlar, emperyalistler arası çelişkilerin Marksist çözümlemesini bir yana bırakıp, yüzeysel ve eklektik gazeteci gözlemciliğiyle, bir yanında ABD önderliğindeki emperyalist koalisyonun, diğer yanında ise “IŞİD’li barbarlar”ın yer aldığı “yeni” bir çelişki yaratıyorlar.
Aslında, burada yeni olan hiçbir şey bulunmuyor. I. Dünya Savaşı’na onay veren Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin gerekçesi, Alman anayurdunun “Rus barbarlığına karşı” savunusuydu. Emperyalizmle ve “ulusal” burjuvaziler ile işbirliği politikası, Stalinist bürokrasi tarafından, “emperyalizme karşı dört sınıf bloğu” adı altında 1920’lerde Çin’de; “faşizme karşı cumhuriyetçi burjuvazi ile halk cephesi” olarak 1930’larda İspanya’da ve Fransa’da uygulandı. Emperyalist sistemin II. Dünya Savaşı’ndan sağ çıkmasının altında da Stalinist bürokrasinin “demokratik emperyalistler – faşist emperyalistler” ayrımı ve onu izleyen “ulusal cephe / halk cephesi” politikaları yatıyordu.
Özetle, Türk devletinin “demokratikleştirilmesi” ve “IŞİD barbarlığına karşı mücadele” uğruna Kürt hareketinin burjuva milliyetçiliğine yedeklenen sahte sol gruplar, gerçekte hiç kopmadıkları II. Enternasyonal’in ve Stalinizmin geleneğini sürdürmektedirler.
Kürt hareketinin stratejisi, herhangi bir burjuvazinin kendi çıkarlarını savunmasından farklı değildir. Rojava’daki, özgürlük, eşitlik, demokrasi, “kapitalist sistemde gedik açma” gibi ideolojik söylemlerin ardında, kapitalist sistemle hiçbir sorunu olmayan, sürekli teşhir ettiği ve IŞİD’i destekleyen Türkiye devleti ile her zaman müttefik olmaya açık, bölgedeki kaynaklar ve enerji geçiş yollarını kontrolü altına almayı, Batılı emperyalist sistem içerisinde kendisine bir yer açmayı [2] ve özerk oluşumunu güçlendirmeyi hedefleyen burjuva bir hareketi bulunmaktadır.
“Sol”un PKK’yi “sosyalist” çizgiye çekmeye çalışan bir diğer kesimine gelince… Onlar, yıllardır Türk devleti ile “barış” görüşmeleri yapan Abdullah Öcalan’ı “ihanet”le suçluyor, onu “barış süreci” adı altındaki işbirliğini sona erdirmeye; yani, gerilla savaşını yeniden başlatmaya çağırıyorlar.
Kürt hareketinin bir zamanlar “sosyalist” olduğu ve “terk ettiği” bu kimliğine yeniden dönerek “devrimci” bir rol oynayabileceği yanlış çözümlemesine dayanan bu yanlış tutumun altında, sosyalizmin işçi sınıfı dışında bir güç (gerilla olarak silahlanmış kent ya da kır küçük burjuvazisi) tarafından kurulabileceği varsayımı yatmaktadır. Yine, bu yaklaşım, bir halkı, emperyalizm ve proleter devrimleri çağında emperyalist boyunduruktan kurtarıp toprak sorunu vb. “burjuva demokratik” görevleri yerine getirebilecek tek toplumsal gücün sosyalizm uğruna mücadele eden işçi sınıfı olduğu gerçeğini yok saymaktadır. Yakın tarih, “sosyalist” maskeliler de dahil bütün “ulusal kurtuluşçu” burjuva ve küçük-burjuva önderliklerin nasıl emperyalizmin safına geçtiğini gösteren onlarca örnekle dolu ve bu, onların “kötü niyetleri” ya da “korkaklıkları” ile açıklanamaz. Toplumsal süreçlerde belirleyici olan niyetler ve duygular değil; maddi süreçler, yani küresel kapitalist sistemin dinamikleri ve onlar üzerinde yükselen sınıfsal çıkarlardır.
Özetle, Abdullah Öcalan ve PKK hiçbir şeye “ihanet” etmiş değildir. Milliyetçi Kürt önderliği, burjuva ulusal bir hareket olarak doğası gereği kendi sınıfsal çıkarlarına uygun burjuva politikalar geliştirmekte ve küresel kapitalist sistem içinde bir yer edinmeye çalışmaktadır. Eğer onların “ihanet” ettiği bir şey varsa, bu, yalnızca, küçük-burjuva solcularının onlara ilişkin hayalleri olabilir.
Biz Marksist devrimciler, söz konusu milliyetçi burjuva ve küçük-burjuva önderliklerin izlediği çizginin ve ona ilişkin sahte solcu hayallerin işçi sınıfı ve ezilen halklar için nasıl yıkıcı sonuçları olduğunu açıkça vurguluyoruz.
Durum bu iken, hala söz konusu önderlikleri desteklemek ve onlara “sol” ya da “sosyalist” makyaj yapmaya kalkışmak, işçi sınıfını bölmek ve onu yaklaşan emperyalist savaşların ön cephesine yerleştirmek demektir. Küçük-burjuva solu, milliyetçi burjuva programlara yedeklenerek ve emperyalizmle “taktiksel” ittifakları ilerici ilan ederek, tam da bunu yapmaktadır.
Sahte solun bu ikiyüzlü tutumunun ardında, onun hiçbir ilke tanımayan sınırsız faydacılığı ve fırsatçılığı yatmaktadır. Başta ABD olmak üzere emperyalistlerle ve Türkiye de dahil bölgesel güçlerle ittifaka açık olduğunu belirten, Batı emperyalizminin “sahadaki vekil gücü” olmaya soyunan [3] milliyetçi Kürt hareketinin kuyruğunda yer alarak emperyalist koalisyonun destekçisi haline gelmeleri, bu oportünizmin ve ulusalcılığın kaçınılmaz sonucudur.
IŞİD ve benzeri onlarca örgüt, onları yaratan emperyalist burjuvaziye ve kapitalist sisteme karşı çıkmadan ortadan kaldırılamaz, yalnızca, yeniden üretilirler. Yeni bir emperyalist paylaşım savaşının hazırlıklarının yapıldığı ve Ortadoğu’nun bir kan gölüne döndüğü mevcut koşullar altında sosyalistlere düşen görev, emperyalizme ve onun yedeğindeki milliyetçi güçlere “insan hakları”, “demokrasi” makyajı yapmak değil; işçi sınıfının, sosyalist devrim için, diğer sınıflardan bağımsız uluslararası devrimci birliğini ve mücadelesini örgütlemektir. Yüz yıl önce Bolşeviklerin yaptığı buydu ve bu çizginin günümüzdeki tek savunucusu, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’dir.