Aralık ayına kadar olan bir yıl için fiyatlarda yüzde 0,2 düşüş kaydeden Avro Bölgesi’nin deflasyona kayışı, küresel kapitalist ekonominin derinleşen çöküşünün bir diğer ifadesidir. Neredeyse iki yıldır, enflasyon, her ay bir öncekinden daha kötü bir sonuç göstererek, Avrupa Merkez Bankası (ECB) tarafından hedeflenen yüzde 2 oranının sürekli altında.
2014’ün bir toparlanma yılı olduğu varsayılmıştı. Tam tersi olduğu ortaya çıktı.
Yatırım bankası Lehman Brothers’ın çöküşünden ve Büyük Durgunluk olarak anılan şeyin başlamasından altı yıldan uzun bir süre sonra, Avro Bölgesi’ndeki ekonomik çıktı, 2007’de ulaşılmış seviyelere dönmüş değil ve bunun başarılacağına ilişkin çok fazla işaret de görünmüyor. Aksine, kötüleşen ekonomik koşullar (yatırımlarda kesintiler, birçok ülkedeki durgun işsizlik düzeyleri, her zamankinden düşük yaşam koşulları) sürekli bir durum haline gelmiş durumda.
Açıkça deflasyonist bir eğilimin yanı sıra, küresel ekonominin içinde bulunduğu durumun bir başka belirtisi, devlet tahvillerindeki rekor seviyede düşük faiz oranlarıdır. Bu hafta, Almanya’daki beş yıllık devlet borçlanmasının getirisi negatife döndü. Financial Times’ın bir başyazıda belirttiği gibi, “İnsanlar paralarını gözetmesi için hükümete ödeme yaptıklarında, bu nadiren, gelişen ekonomik dönemlerin habercisi olur.”
Financial Times, düşük piyasa oranlarının piyasa adına psikozlu bir olayı ortaya koymak için fazlasıyla sağlam olduğunu belirtiyor. Yaşananlar, ne basitçe düşük enflasyona ne de petrol ve diğer emtia fiyatlarındaki keskin düşüşe atfedilebilir. Aksine, diye devam ediyor gazete, “zayıf getiriler ve düşen petrol fiyatları, kalıcı durgunluğun ciddiye alınması gerektiğine işaret ediyor olabilir.”
Düşük getiriler, ekonomideki kapasite aşımı ile nitelenen ve sermaye yatırımlarındaki düşük getiri oranlarıyla sonuçlanan temeldeki durgunluğa işaret etmektedir. Bu yüzden, kamu borçlanmasında sadece yüzde 2’lik bir getiri kabul edilebilir olmaya başlıyor.
ECB’nin baş ekonomisti Peter Praet, kısa süre önce verdiği bir röportajda aynı sürece dikkat çekmişti: “Gerçek bir ekonomik kısır döngü riski var: Daha az yatırım, potansiyel büyümeyi azaltıyor, gelecek daha da amansız hale geliyor ve yatırımlar daha da azalıyor.”
Preat, bir “eksik istihdam dengesi”nin (Keynes’in 1930’lardaki Büyük Bunalım sırasındaki durumu tanımlamak için kullandığı kavram) başladığını öne sürdü.
Aynı eğilim, Suudilerin üretimi kısmama kararını takiben düşen petrol fiyatlarına yansıyor. Fiyatları arttırmaları durumunda pazar payları rakipleri tarafından basitçe ele geçirileceği için, bunu yapmaya çalışmanın hiçbir anlamı olmayacağında ısrar eden Suudi yönetiminin temsilcileri, fiyat düşüşlerini küresel durgunluğa bağladılar. Bir başka ifadeyle, onlar, bu kararı, piyasalar daha da daralırken bile, rakiplerini köşeye sıkıştırmaya çalışmak için aldılar.
Ekonomik bilançoya ilişkin bu kısa değerlendirmeden bile iki sonuç çıkmaktadır. Birincisi, 2008 krizi, küresel kapitalist ekonominin çöküşünden ve aşağı yönlü bir sarmalın başlamasından başka bir şey değildi.
İkincisi, küresel mali sisteme 10 trilyon dolardan fazla para pompalamak da dahil, yönetici seçkinler tarafından o zamandan beri sürdürülen politikalar, herhangi bir gerçek ekonomik canlanmaya yol açmada başarısız olmuşlardır.
Tersine, bu politikalar, işçi sınıfının çok daha büyük kesimlerinin sistematik bir şekilde yoksullaşmasını hedefleyen ve böylece ekonomik darboğazı şiddetlendiren bir dizi önlemi başlatırken, suç ya da yarı-suç oluşturan faaliyetleri krizi tetiklemiş olan bankaların ve yatırım kuruluşlarının konumunu korumayı amaçlıyordu.
Mali piyasaların kötüleşen ekonomik verilere yönelik tepkisi, küresel kapitalist ekonominin esas durumunu göstermede, deflasyon ve düşük tahvil getirileri kadar önemlidir. Tüm dünyadaki hisse senedi piyasaları, özellikle de Wall Street, Avro Bölgesi deflasyon rakamlarına ilişkin haberler üzerine, verilerin ECB’nin 22 Ocak’taki yönetim kurulu toplantısında büyük bir parasal genişleme yönünde davranma niyetini belli ettiği beklentisi içinde, hemen yükseldi.
Mali piyasalar ve temsilcileri, ECB’nin, QE (Parasal Gevşeme) programını, mali sisteme ucuz para akışını arttırmak için, kamu borcunun satın alınmasını kapsayacak şekilde genişletmesini talep ediyordu.
Bu, günümüz kapitalizminin en çarpıcı özelliklerinden birine; mali piyasalarda spekülasyon için aşırı ucuz para arzı üzerine kurulu mali asalaklığın ne ölçüde kar birikiminin başlıca itici gücü olduğunu göstermektedir.
Spekülasyon, elbette, ekonomi tarihi boyunca her zaman kar birikiminin önemli bir bileşeni olmuştur. Bununla birlikte, gerçek şu ki, o şimdi, temsilcilerine, kapsamlı ekonomik ve siyasi etkileri olan niteliksel bir dönüşümü dayatmaktadır.
Asalaklık yoluyla birikim ile kar elde etmenin daha “normal” biçimleri arasında temel bir farklılık bulunmaktadır. Mali asalaklık, işçi sınıfının emeğinden ve genişleyen üretimden artı değer çıkartılmasını değil; üretim sürecinden tamamen ayrılmış mali piyasalardaki işlemler üzerinden kar birikimini içerir.
Bununla birlikte, sermaye birikimi, son tahlilde, genişleyen yeniden üretime (üretken faaliyetlerin artmasına, daha fazla kara ve daha fazla yeni yatırıma yol açan yatırımlara) bağlıdır. Fakat bir zamanlar verimli olan bu çevrim, bir kısır döngü haline gelmiş durumda. Giderek artan spekülasyon, Marx’ın “yerçekimi yasası, bir ev gözlerimizin önünde çöktüğünde kendisini gösterir” sözlerinde olduğu gibi, bir çöküşün koşullarını yaratarak, mali sistemi iskambilden kulelere dönüştürdü.
Bu gelişmenin siyasi sonuçları daha az önemli değildir. Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması broşüründe, mali asalaklığın emperyalist fetihlerin ve savaşların itici gücü ve “her evresinde” siyasi gericiliğin gelişmesi olduğunu belirtmişti. Lenin’in çözümlemesi, neredeyse yüz yıl önce yazılmasına rağmen, bugün çok daha geçerli.
Spekülasyon yoluyla birikim (başkaları tarafından üretilmiş zenginliğe piyasa manipülasyonları, dolandırıcılık ve yağma yoluyla el koyma) dürtüsü, en ileri ifadesini, rejim değişikliği operasyonlarında ve savaşta bulmaktadır.
Benzer şekilde, mali asalaklık, Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’nde işaret ettiği gibi, devletin “mali kurtların” taleplerini karşılamaya devam edeceğine olan güvene dayanmaktadır. Bununla birlikte, sınıf mücadelesi geliştiğinde, bu güven sarsılır ve tüm yapı çökmeye başlar.
Marx’ın çözümlemesi de geçerliliğini hiç yitirmedi. Bu çözümleme, tüm büyük ülkelerde sınıf mücadelesinin zorla bastırılmasını amaçlayan ve bu uğurda “terörle mücadele”nin yürürlüğe girdiği, her zamankinden daha otoriter egemenlik biçimlerinin gelişmesinin arkasında yatan itici güce işaret etmektedir. Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin daha önce belirttiği gibi (Kan ve sermaye), 2014’te en iyi piyasa getirisi kaydeden ülkenin, General Sisi’nin kana bulanmış askeri diktatörlüğü yönetimi altındaki Mısır olması son derece önemlidir.
İşçi sınıfının karşı karşıya olduğu siyasi durum, sosyalizm ile ekonomik büyümeye dayalı, işleyen bir kapitalist demokrasi arasındaki bir “seçim” değildir. Aksine, siyasi seçenekler, ya sosyalizm ve “mali kurtların” devrilmesi uğruna mücadele ya da kapitalist üretim tarzının çözülemez çelişkilerinin giderek daha barbar savaş ve diktatörlük biçimlerine büründüğü bir kabusa sürüklenmektir.