Anayasa maddelerinin bir kısmında değişiklik öngören ve ironik bir biçimde 12 Eylül’de karşımıza getirilecek referandum konusunda yaşanan tartışmalar, konuyla ilgilenenlerin ya da basını bir şekilde izleyenlerin malumu. Referandum ile ilgili sayfamızda temel pozisyonlarımızı ifade eden kapsamlı bir değerlendirme mevcut. Bu yüzden tekrara düşme kaygısından biraz uzaklaşarak bu yazı esas olarak, referandumda yer alan düzenlemelerin AKP’nin manipülasyonu ve burjuvazinin de basıncı ile kabaca “darbeciler yargılansın, 12 Eylül ile hesaplaşılsın” siyasi retoriğine sıkışmış tartışmalar karşısında 12 Eylül’ün ekonomi politiğini hatırlatmaya çalışacak.
Referanduma ilişkin genel bir değerlendirme yapmak istememekle birlikte öncelikle AKP’nin, iktidara geldiği ilk günden itibaren Kemal Derviş’ten devraldığı küreselleşme programının başta ekonomik, siyasi, hukuki ve kültürel düzenlemelerini bir bir hayata geçirdiğini belirtelim. Doğal olarak bunu yaparken programın önünde engel teşkil eden bütün hukuki, askeri unsurları ise tasfiyeye zorlayarak hem içerde hem de küresel düzeyde yeni birçok düzenlemeyi hayata geçirmeye çalıştı. AKP’yi, bütün açılımlarda dahil anayasayı değiştirmeye iten bu güdü, MHP ve CHP gibi burjuva partilerinin bildiği fakat kabul etmedikleri “tespitlerinin” aksine sermayenin küresel düzeydeki ihtiyaçları olduğunu hatırlatalım.
Perspektifsizliğin Çaresizliği
Hatırlatalım diyoruz. Çünkü bugün referanduma “evet” diyeceklerin bir kısmı dışında, “hayır” ve “boykot” çağrısı yapanların geniş çoğunluğu, hem içinden geçtiğimiz sürecin, yani AKP’yi ve burjuvaziyi anayasayı değiştirmeye iten sürecin hem de 12 Eylül 1980 askeri darbesinin maddi temellerini anlamaktan oldukça uzaktalar.
12 Eylül darbesini bizzat yaşayan ve sınıfsal perspektifini az da olsa koruyan kimi solcular, darbenin ordu tarafından, bizzat dünyadaki diğer örneklerinde olduğu gibi patronların ve ulus ötesi sermayenin isteği doğrultusunda yapıldığını teslim etmekteler. Dahası o dönem, Özal’a ve altında onun imzası olan 24 Ocak Kararları’na fazlasıyla gönderme yaparlar. Gel gelelim aynı kişiler yaşadığımız dönemin ekonomik gerçekliğine gözlerini kapayarak, AKP’nin gündeme getirdiği birçok yasal düzenlemeyle beraber bugün anayasa değişikliğini, yargı ve ordu karşısında İslami reflekslerle girişilmiş politik bir hesaplaşma olarak değerlendirmekten geri durmazlar.
Benzer şekilde, demokrasi ve insan hakları konusunda radikal kararlar alan ve son dönemde özellikle Kürtlerin demokratik taleplerinin (seçim barajı ve siyasi partiler kanunu) hızla hayata geçirilmesi konusunda AKP’yi sıkıştıran bugünkü TÜSİAD’dan, 12 Eylül öncesinde ve darbe sonrası tutumundan dolayı özeleştiri bekleyen geniş bir çevrenin de varlığını koruduğunu belirterek aynı çevrenin yukarıdakilerden farklı bir çaresizlik içinde olmadıkları belirtelim.
AKP’nin ise inatla referandumu “12 Eylül’ün hesaplaşması olarak” tartıştıran genel eğilimi, Tayyip Erdoğan’ın idam edilen devrimciler üzerine yaptığı açıklamalar sonrasında artarken referandum konusunda “eksik ama evet” çizgisinde varlığını sürdüren soldan sağdan liberallerin, yukarıdaki siyasi taraflardan çok daha vahim durumda olduklarını belirtmemize gerek olmadığını düşünüyorum. Vahim durumdalar, fakat bu ezici çoğunluğun patronlar açısından haklı olduklarını belirtmemize de izin verin. Çünkü küresel sermayenin bölgedeki ihtiyaçları, anayasada yapılacak küçük değişikliklerle kendisini sınırlayacak düzeyde değil. Topyekun yeni bir anayasaya istediklerini her fırsatta dile getiren patronlar eksik ama evet sloganını fazlasıyla benimsemiş durumdalar.
Solun üzerine 12 Eylül sabahı balyoz gibi inen darbenin generallerinin, dönemin mağdurları tarafından yukarıda bahsi geçen değerlendirmelerden de anlaşılacağı üzere yıllar sonra AKP eliyle de olsa yargılanacağı tespiti “darbeciler yargılansın” retoriğini -zamanaşımı değerlendirmelerine rağmen-tartışmalarda öne çıkarıyor.
Darbeyi Kim Yapar?
Darbelerin generaller tarafından yapıldığı bir gerçek. Fakat darbeyi birkaç generalle ve onların acımasız ve kariyerist karakterleriyle açıklayan değerlendirmeler, Napolyon’ un Mısır seferini, onun piramitlere duyduğu merakıyla açıklayan değerlendirmelerle aynıdır.
Biliyoruz. 12 Eylül sabahı TRT’de Vehbi Koç yönetime el konulduğu yönünde bir açıklama yapmadı. Ya da daha da fazlası, yanılmıyorsam Sabancı’yı Selimiye Kışlası’nda elinde elektrik kabloları ve Filistin askısıyla gören de olmadı. Ancak bütün bunlar burjuvazinin çabalarına rağmen orduyu darbeye itenin sürecin patronlar ve sermayenin ihtiyaçları olduğu gerçeğini gizlemez. Dolayısıyla darbeciler yargılansın retoriği Kenan Evren’in karakterinde cisimleştirenler yeni 12 Eylüller yaşamaya muktedir olmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır.
Bugün anayasa küreselleşmeye dar gelmekte ve kaçınılmaz olarak değişmesi gerekmektedir. Ulusötesi sermayenin emrinde AKP bu gerçeği görmektedir. Aynı gerçeği 1970’lerin sonundan itibaren Türkiye de, patronlar ve patron örgütleri de gördü. Dünyada küresel kapitalizme entegrasyon sorunu vardı. Dünya, hızla küreselleşmenin ekonomik ve teknolojik değişimlerine angaje olurken Türkiye’nin bu sürecin dışında kalması mümkün değildi.
İfadesini 24 Ocak Kararları’nda bulan 12 Eylül darbesi, 1970’lerin başından itibaren krize giren ulusal kalkınmacı ekonomilerin yerini gelişen teknolojiyle birlikte küreselleşmeye bıraktığı bir süreçte üretken sermayenin ulusal sınırları ve gümrük duvarlarını alaşağı etmesinin zorunlu sonucuydu. Daha açık bir ifadeyle 12 Eylül darbesi ithal ikameci ekonomi yerine küresel sermayeye entegrasyonun zorunlu sonucuydu. Özelleştirmeler, esnek üretim taşeronlaştırma… Yeni ekonomik düzeni, bütün örgütleri atomize edilmiş bir işçi sınıfın yenilgisi üzerinden yapılabileceğini bilen patronlar darbenin finansörü olmuşlardır. Bu gerçeği bugün gizleseler de o dönem açıklamaktan bir an olsun geri durmamışlardır.
TÜSİAD’ın, o zamanki Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) ve Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu’nun (TİSK), yani patron örgütlerinin, gazetelerde boy boy verdiği ilanlarla darbeye destek verdiğini biliyoruz. Darbenin hemen ardından kapatılmayan TÜSİAD, TOBB ve TİSK’in varlığı darbenin burjuvazinin ve ulusötesi sermayenin ihtiyaçlarının bir ürünü olduğunu apaçık ifade ederken dönemin Koç Grubu başkanı Vehbi Koç’un Kenan Evren’e yazdığı mektup darbenin burjuvazinin çırılçıplak ihtiyaçlarının bir ürünü olduğunu gözler önüne sermekte. Dönemin TİSK Başkanı Halit Narin’in, işçi sınıfına karşı o meşhur aymaz açıklaması yoruma yer bırakmıyor; “Bugüne kadar işçiler güldü bizler ağladık, şimdi gülme sırası bizde.” 12 Eylül sabaha karşı, ünlü, “our boys have done it” sözü de ABD emperyalizminin ulusötesi sermayenin ihtiyaçları söz konusu olduğunda dünyanın bir çok ülkesinde benzer darbeleri örgütlemekten geri durmadığı bizler için sır değildi.
Esas Olan Ücretli Kölelik Düzenin Devamı
Tam da bu açıklamaların ardından bugün anayasanın değişmesini isteyen patronlar, 12 Eylül sabahı darbe anayasası için çırpınıyordu. Dünyanın hiçbir yerinde darbeler generaller istiyor diye olmaz. Kapitalizmin krizini parlamenter demokrasiyle çözemeyen burjuvazi bir başka burjuva yönetim biçimi olan darbeleri, dünyanın birçok yerinde hayata geçirmiştir. “Serbest piyasa ekonomisi söz konusu olduğunda faşist diktatörlüğü parlamenter demokrasiye tercih ederim” biçiminde bir cümleye benzer bir ifade eden liberal iktisadın önemli şahsiyeti Hayek’in bu tespiti defalarca doğrulamıştır. Benzer şekilde Şili’deki darbe üzerine yaptığı açıklama da fazlasıyla çarpıcı: “Bir diktatörlük kendini sınırlayabilir ve kendini sınırlayabilen bir diktatörlük izlediği politikalarda sınırları olmayan bir demokratik meclisten çok daha liberal olabilir. ”
Kısacası ordunun kendinden menkul rejimlerin değil kapitalist mülkiyet ilişkilerinin koruyucusu olduğunu görmemiz gerekir. Bugün aynı TÜSİAD ve ulusötesi sermaye işçi sınıfının ortaya koyacağı toplumsal muhalefeti ve öz örgütleri karşısında askerlere, postallarını giymeleri emrini vermekten bir an olsun geri durmayacaktır. Belki bu kez Koç ailesinden değil ama burjuvazinin darbe isteklerini belirten mektup e-mail olarak Boyner’den askerlere yollanacaktır.
Sonuç olarak, darbecileri ne AKP eliyle ne de başka bir burjuva partisiyle değil; darbecileri onların patronlarıyla, burjuvaziyle ve sistemleri olan kapitalizmle beraber yargılayacak bir mücadeleyi yani sosyalizm mücadelesini kendimize bayrak edinmemiz gerektiği bir kez daha tüm açıklığıyla kendini göstertiyor.