CHP’nin 32. Olağan Kurultayı’nda Beklenen Oldu: Baykal Genel Başkan

CHP’nin 26 – 27 Nisan günlerinde toplanan 32. Olağan Kurultayı‘nın ilk gününde yapılan genel başkanlık seçimlerine 1231 delegeden 1016‘sının imzasıyla tek aday olarak katılan Deniz Baykal, 1021 oyla genel başkan seçildi. 16 Delegenin oy kullanmadığı, 84 oyun ise geçersiz sayıldığı kurultay’daki aday adayları Haluk Koç, Umut Oran ve Ayhan Yalçınkaya ise aday olabilmek için yeterli sayıda imzayı bile bulamadılar. Samsun Milletvekili Haluk Koç’a 168, Parti Meclisi Üyesi Ayhan Yalçınkaya’ya bir, TOBB Hazır Giyim ve Konfeksiyoncular Odası Başkanı Umut Oran’a ise 15 delege imza verdi. CHP‘nin tüzüğüne göre, genel başkanlığa aday olabilmek için toplam delege sayısının yüzde 20’sinin (253 delegenin) imzası gerekiyor.

Genel Başkan seçileceği kurultay’ın toplanmasından çok önce belli olan, divanın seçimiyle de bir anlamda kesinleşen Baykal, yaptığı açılış konuşmasında, Türkiye’nin hem ekonomik hem de siyasi bir kriz içinde olduğu gerçeğini itiraf ettikten sonra, bu krizin sorumlusu olarak AKP’yi eleştirdi. AKP’yi uluslararası sermayenin işbirlikçisi olmakla suçlayan Baykal, AB ile ABD’yi de her türlü gericiliğin destekçisi ilan etti: Avrupa, TC’nin kuruluşu da dahil, bu ülkedeki bütün ilerici adımlara karşı mücadele etmiş, askeri diktatörlükleri desteklemişti. Şimdi ise “dine dönün“ diyordu!

Baykal’ın üç saat kadar süren açılış konuşmasındaki bu sözlerinin elbette emperyalizm karşıtlığıyla ya da “solculuk“ ile ilişkisi yoktu. O, Batı’ya ve uluslararası sermayeye karşı olmadığını ama bunun “ulusal onurumuz“u ve “bağımsızlığımız“ı zedelemeden gerçekleştirilmesini istediğini vurguladı. Baykal konuşmasında, asıl olarak iki kanada mesajlar verdi: Bunlardan biri TÜSİAD’ da temsil edilen büyük sermaye, diğeri ise AKP hükümetinin yeni liberal politikalarından ciddi zarar gören esnaf ve köylülerdi. Onun büyük sermayeye verdiği mesajları, AB’ye “eşit koşullu ve onurlu tam üyelik”, “istikrar içinde üretim, güçlü ulusal sanayi, adil bölüşüm”, “Güneydoğu’ya yatırımların arttırılması yoluyla ekonomik canlanma” ve bütün bunların “çağdaş, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” çatısı altında gerçekleştirilmesi biçiminde özetleyebiliriz.

İslam ve Kürtler ile “Barışma”

CHP’nin İslam’la “barışma” çizgisi ise Baykal’ın kurultaydaki şu sözleriyle yalın biçimde açıklandı: “Laiklik islamiyetin yanında güzel; islamiyet laiklikle birlikte çok güzel. Dininizle iftihar edeceksiniz, laik düzeni koruyacaksınız.“ Baykal’ın konuşması, CHP’nin geleneksel laiklik anlayışına “demokrasi ve insan hakları“ vurgulu liberal bir özellik kazandırma çabası içinde olduğunu gösteriyordu.

Kürtçe şarkılar eşliğinde halayların çekildiği 32. Kurultay, CHP’nin Kürt soruna ilişkin inkarcı Kemalist çizgiyi artık tarihe gömdüğünü ilan etti. Baykal, CHP’yi Kürtlerle “barıştırma“ formülünü şöyle açıkladı: Kürt kökenli vatandaşlarımızın bütün sorunlarına sahip çıkacağız. Onları başımızın üstünde taşıyacağız. … Devlet insanların etnik kimliğini göremez. Devletin gözü o noktada kör olmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti bir ırk devleti, kafatası devleti, bir kan devleti değildir. Özgür insanların, bireylerin birlikte yaşamak istedikleri çağdaş bir devlettir. Devlet, halkın, milletin, insanların devletidir! Devlet insanları tanımlayamaz; benim kim olduğumu bana söyleme hakkı yoktur… Devletin görevi insanlara kimlik vermek değildir… İnançlar ya da etnik kökenler azınlık kabul edilemez, edilmemeli.“ Bu sözler, Baykal önderliğindeki CHP’nin eski kemalist kalıplardan sıyrılarak sosyal liberal bir çizgide ilerleyeceğinin işaretlerini veriyor.

Parti içindeki muhalifleri, Baykal’ın liberal demokrasi ve insan hakları üzerine kurulu tezlerine ilişkin hiç bir şey söylemediler. Yalnızca, “Baykalcı“ divan başkanı engelini aşabilen bir kaç muhalif, on dakika ile sınırlanmış konuşma süresi içinde “emeğin CHP‘si“ve “sol CHP“ türü kavramlar eşliğinde bir şeyler gevelemeye çalıştı. Ama işçi sınıfı ile –onun yeminli düşmanı olma dışında- hiç bir ilişkisi olmayan bir partinin kurultayında, burjuva politikacıların ağzından çıkan bu sözleri hiç kimse ciddiye almadı, alamazdı da.

“CHP demokrasisi“

Yukarıda, CHP’ye genel başkan adayı olmak için, en az 253 delegenin başkanlık divanı önüne gelip imza vermesi gerektiğini söylemiştik. Büyük ölçüde Baykal’ın tercihleri doğrultusunda seçilmiş olan 1231 delege içinde bunu yapacak 253 insan bulmanın son derece zor olacağı da biliniyordu.

Buna, Baykal’ın partinin tüzüğüne dayanarak 14 Ekim 2007 tarihinden itibaren gerçekleştirdiği 43 bin üye kaydının mahkemelik olduğunu eklemekte yarar var. Basında yer alan haberlere göre, sürmekte olan bu davada mahkeme bugüne kadar 10 bin 394 kişinin CHP üyeliğini iptal etmiş durumda. İşin ilginç yanı, bunlardan 100‘ünün kurultay delegesi olması.

Bütün bunların ardından, tanıtım afişlerinde “din de bizim, devlet de bizim“ diyen Baykal‘ın, kurultayda herşeyi sahiplenme yönünde bir adım daha atması ve partinin de kendilerine ait olduğunu ilan etmesi şaşırtıcı değildi. Baykal kurultayda yaptığı konuşmada, partinin genel başkanını (kendisini), genel sekreterini (sağ kolunu) ve tüzüğünü beğenmeyenleri başka parti kurmaya davet etti. Bu açık tavır, CHP’nin yeni çizgisini oturturken kendi içinde herhangi bir çatlak sese izin vermeyeceğinin ilanı olarak algılanmalı.

Sözde “değişimci“, “demokrat“ ve de “sol“ muhaliflerin bu kurultaydaki yenilgisinde rol oynayan etmenlerden belki de en önemlisi, onların parti içindeki konumu oldu. Bu muhalifler, daha düne kadar Baykal’ın yakın çalışma arkadaşlarıydılar ve CHP’nin programından ve bu kurultayda yönetime aday olmalarını bile engelleyen parti tüzüğünden doğrudan sorumluydular. Bu yüzden, onların muhalefetlerinin samimiyetsizliği öylesine açıktı ki kurultay delegelerinin (“asker“ ya da değil), onların “parti içi demokrasi yok“ çığlıklarını ciddiye alması mümkün değildi.

Bütün bu nedenlerden dolayı, Baykal 10. kez kurultay kazanarak genel başkanlık koltuğunu korudu. Buna da kimse şaşırmadı.

CHP’nin yolu

Yazımızın buraya kadar olan bölümünde kurultayı asıl olarak CHP’nin iç dinamikleri çerçevesinde ele aldık. Ancak, CHP‘nin 32. Kurultay’ında ortaya çıkan tablonun, Türkiye’nin genel konumundan ve onun içinde biçimlendiği dünya konjonktüründen bağımsız olmadığını belirtmek gerek.

Türkiye’de en güçlü biçimde ve geleneksel olarak CHP’de temsil edilen burjuva “sol“unun kapitalizme; dolayısıyla da onun küresel işleyişine cepheden karşı çıkamayacağı açık. Bu yüzden o, diğer burjuva partileri eliyle onyıllardır uygulanan yeni liberal ekonomik politikalara karşı çıkıyor görünür, uluslararası sermayeye ve onun kuruluşlarına, ABD’ye ve AB’ye atıp tutarken, hemen arkasından, onlara karşı olmadığını ilan ediyor. Aslında onun söylediği tek şey, “uluslararası sermayenin bu ülkedeki ve bölgedeki çıkarlarını en iyi biz savunuruz“dur.

Ancak CHP’nin sermayenin uluslararası çıkarlarını “daha iyi savunması“ için önce iktidar olması; bunun için de –birileri iktidarı alıp ona armağan etmediklerine göre- kitlelerin desteğini elde etmesi gerekiyor. Bu kitleler, bugün, asıl olarak Türk ve Kürt orta sınıflardır. CHP bunu en başarılı biçimde, 1973’lerde, Ecevit önderliğinde, “ortanın solu“ adını verdiği yönelişle başarmıştı. O zamanlar CHP’ye “toprak işleyenin su kullananın“, “bu düzen değişmelidir“ sloganları eşliğinde kitleselleştiren şey işçilerin, orta köylülüğün ve gençliğin kapitalizmin krizi etkisiyle artan radikalleşmesiydi.

1960’ların sonu – 70’lerin başında yükselen işçi hareketinin önü, Batı’da kitlesel Stalinist ve sosyal demokrat partiler eliyle kesildi. Türkiye’de ise bu işe yarayabilecek tek parti, “devrimci“ maske takmış bir CHP olabilirdi. Sonuçta işçi hareketi Stalinist, Maocu vb. küçük burjuva radikal solunun belirleyici katkısıyla, CHP’ye yedeklendi. Bu yedeklenme, beş – altı yıllık fırtınalı bir dönemin ardından askeri diktatörlüğe gidişin yolunu döşeyecek; işçi sınıfının askeri diktatörlüğe sessizce boyun eğmesinin zeminini hazırlayacaktı.

Türkiye ekonomisi, 12 Eylül askeri diktatörlüğü döneminde ve sonrasında hızla uluslararası sermaye ile bütünleşti. Ulusal kalkınmacı ve korumacı eski politikaların bir yana atıldığı bu dönemde, aynı zamanda, Kemalizm’in başlıca toplumsal ekonomik temelleri de dinamitlenmiş oluyordu. CHP’nin kapalı olduğu yıllar boyunca, onun kadroları arasında ciddi bölünmeler yaşandı. Onların bir kesimi kemalizmi özgün haliyle savundu, bir kesimi de kendisini onun şu ya da bu yanını törpüleyerek tanımladı. Baykal ise CHP’nin 1992’de yeniden açılmasının ardından yaşanan birleşmeli ve de sancılı süreçte ona yeni bir kimlik kazandırma yolunda yürüdü.

Baykal önderliği, CHP’nin geleneksel kemalist ideolojik pozisyonları savunarak iktidara gelmesinin mümkün olmadığını gördü. Türkiye ekonomisi dünya kapitalizmiyle olabildiğince bütünleşmiş ve toplum ciddi bir kabuk değişimine girmişti. CHP’nin iktidara gelebilmesi için, bir yandan sermayenin, öte yandan da kitlelerin desteğini elde etmesi gerekiyordu.

Geleneksel kemalistlerin ulusalcılığı ve Kürt düşmanlığını ön plana çıkarttığı bir dönemde, Baykal önderliğindeki CHP ulusal korumacı – Keynesçi dönemin kapandığını gördü ve sermayenin liberalleşme yönündeki taleplerine yanıt veren politikalar geliştirdi. Ancak CHP’nin uluslararası sermaye ve AB için tercih edilebilir olması için, siyasi alanda da adımlar atması gerekiyordu. Bu, Kürt sorununa ve dine ilişkin kemalist yaklaşımın terk edilmesi, bunların burjuva liberal çerçevede yeniden tanımlanması demekti.

CHP’nin 32. Kurultayı, partinin Baykal önderliğinde bu yönde tutmuş olduğu yolda yeni bir aşamayı ifade etmektedir. Ancak bu bir kırılma ya da sıçrama değil; netleşme ve ilerleme olarak algılanmalı. Bu da CHP içindeki geleneksel kemalist ya da ulusalcı kanadın işinin kurultay sonrasında daha da zorlaşacağı; bu partiden kimi kopmaların ve yeni oluşumların yaşanabileceği anlamına geliyor. Yani burjuva “sol“ CHP’nin 32. Kurultayı ile birlikte bir yanıyla sosyal liberal çizgiye otururken, bizzat bu netleşme sürecinde yeni parçalanmalara gebe.

Sermayenin AKP – CHP – MHP üçgeni içine sıkışmış görünen siyasi iktidar sorununun, iktidardaki AKP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması durumunda –yerini bir gecede yenisi alacak olmasına karşın- ciddi biçimde derinleşeceği açık. Ancak bunun kadar önemli olan, ülkeyi ilk dönemdeki kadar rahat yönetemeyeceği ortaya çıkan AKP sonrasında ne olacağıdır. İslamcı AKP’ye liberal sağ bir alternatif oluşturmak amacıyla Demirellerin, Çillerlerin vb.lerinin yeniden harekete geçmiş olması burjuvazinin AKP sonrasına ilişkin arayışının bir parçası.

Kurultaydan, sermayenin sosyal liberal alternatifi olarak bir hayli netleşerek çıkan Baykal önderliğindeki CHP ise AKP sonrası iktidara hazırlanıyor. Bu da sermayenin, dünya çapında yaşanmakta olan ekonomik krizin kaçınılmaz siyasi çalkantılarını en aza indirme arayışına denk düşüyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir