Mayıs 2008 günü İstanbul’da yaşananlar, Taksim’de kutlamayı yasaklayan İstanbul valisinin “teröristler eylem yapacak duyumu“nu doğruladı! Evet, teröristler 1 Mayıs günü İstanbul’u esir aldılar, işçilere, öğrencilere ve sosyalistlere olan faşizan öfkelerini kustular. Hatta hızlarını alamayıp, panzerlerle, gaz bombalarıyla ve coplarla, 1 Mayıs kutlamasıyla uzaktan yakından ilişkisi olmayanlara ve turistlere saldırdılar. Dahası, bu teröristlerin sayısı binlerceydi. Hepsi tepeden tırnağa silahlıydı; panzerleri vardı ve polis üniforması giymişlerdi! Başlarında da “ayaklar baş olmamalı“ diyen ya da günlerdir “provokasyon duyumu“ alan provokatörler vardı.
1 Mayıs’ı işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü olmaktan çıkartarak bir kez daha devlet terörü gününe çeviren polis, sabahın erken saatlerinde başlattığı saldırılarda, çok sayıda insanı yaralayıp –resmi rakamlarla- 500’ün üzerinde işçiyi ve öğrenciyi gözaltına aldı.
Ankara ve İstanbul’daki “etkili ve yetkili“ provokatörlerin önderliğinde bir gün önceden Taksim’i ve çevresini işgal eden devlet, 1 Mayıs sabahı erken saatlerde harekete geçti. Teröristler, önce DİSK’in Şişli’deki genel merkezinde toplanmaya başlayan işçilere saldırdılar. Aralarından sendika bürokratlarının, kimi CHP milletvekillerinin ve işçilerin bulunduğu binin üzerinde insanı binaya hapsettiler ve binanın içine gaz bombaları attılar.
Terörist saldırılar elbette DİSK genel merkeziyle sınırlı kalmadı. 1 Mayıs’ı kutlamak üzere Şişli’deki buluşma yerine gelebilen bir kaç bin işçi ve öğrenci polisin panzerli, gaz bombalı ve coplu saldırısı sonucunda ara sokaklara dağıtıldı; saldırılar sokak aralarında sürdü. Bu saldırılarda, çok sayıda insan yaralanırken, gözaltına alınanlar hakarete uğradılar ve dövüldüler. Özetle, AKP’nin etkili ve yetkili provokatörlerinin önderliğindeki üniformalı teröristler, işçi sınıfına, öğrencilere ve genel olarak sosyalizme karşı barbarlıkta sınır tanımadıklarını bir kez daha gösterdiler. Şimdi baş provokatörler, “alınan başarılı önlemler sonucunda önemli bir olay yaşanmadığı“ yalanını söyleyerek insanları kandırmayı ve kendilerini avutmayı sürdürüyorlar.
Provokatörler
1 Mayıs’tan günler önce harekete geçen provokatörlerin başında, Taksim’de kutlamada ısrar eden sendikacılara “ayaklar başı yönetmeye kalkarsa kıyamet kopar“ diyen başbakan Erdoğan ile 1 Mayıs’ın resmi tatil günü olarak kabul edilmesini “ilahi“ bir hesaplama sonucunda maliyetli bularak reddeden ve Taksim’i işçilere yasaklayan AKP hükümeti geliyor. Dahası AKP hükümetinin “provokasyon“ hanesine, başta kazanılmış hakları geri alan “Sosyal Güvenlik Yasası“nın çıkartılması, sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesi yolundaki düzenlemeler, artan işsizlik ve yoksulluk olmak üzere onlarca başka madde eklenebilir.
1 Mayıs provokatörlerinden söz ederken, İstanbul’daki “başduyumcu“ ile “orantı“ hesapları uzmanını da unutmamak gerek. İstanbul Valisi Muammer Güler, 1 Mayıs’tan günler önce düzenlediği bir basın toplantısında “1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasına kesinlikle izin vermeyeceklerini“ ilan etmiş ve gerekçelerini şöyle açıklamıştı:“Elimizdeki istihbarat raporlarına göre marjinal ve yasadışı grupların 1 Mayıs günü polisle çatışmaya girmeye hazırlanıyorlar… Bu olaylar İstanbul’un imajına büyük zarar verir.“
Valinin, “İstanbul’un imajını korumak“ için herşeyi yapmaya hazır emniyet müdürü Celalettin Cerrah ise Taksim’e yürümek isteyenleri zorla dağıtacaklarını ilan etti. Ama insanların korkmasına gerek yoktu; çünkü polis “orantılı güç kullanacak“tı!
Yeminli birer emek ve sosyalizm düşmanı olan bu provokatörler, bir yandan burjuva medyanın bir kesiminin de desteğiyle, cahil yığınlar üzerinde psikolojik terör estirirken, emekçi ve sosyalist karşıtı “cihad“ için örgütsel hazırlıklara başladılar. Bu hazırlıklar sürecinde, başka illerden binlerce polis ve 1 Mayıs‘ta kullanılacak olan panzer, gaz bombası vb. İstanbul’a taşındı.
Sendikaların rolü
Peki, bu provokatörler emekçi ve sosyalizm karşıtı “cihad“ hazırlıklarını tamamlarken, “işçilerin örgütleri“ ne yapıyordu?
AKP’nin işçi kolu olan Hak-İş‘in, kendisinden beklendiği üzere, hükümetin isteği doğrultusunda davranarak, ameleperver ve de kurtarıcı küçük burjuva solcularının göklere çıkarttığı Emek Platformu’ndaki yol arkadaşlarını yalnız bıraktığını biliyoruz. Buna karşın Türk-İş, DİSK, KESK ve meslek odaları, 1 Mayıs 2008’i Taksim’de kutlama konusundaki “kararlılık“larını ilan ettiler. DİSK genel başkanı Süleyman Çelebi, belki de dili sürçerek, “biz, 1 milyon işçiyle Taksim’de olacağız!“ dedi. (Bu rakam, 30 Nisan günü yapılan ortak açıklamada 500 bine indirilecekti.)
Türk-İş, DİSK ve KESK 8 Nisan günü yaptıkları ortak açıklamada, “milyonlarca işçiyi, emekçiyi ve çalışanı temsil eden … emek örgütleri … sosyal adalet, sosyal güvenlik, sosyal hak; insanca bir yaşam ve çalışma hakkı isteyen milyonların umudu …yüz milyonlarca emekçiyi temsil eden küresel sendikal hareketin, Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu ITUC’ un üyeleri olarak“ 1 Mayıs 2008’de omuz omuza Taksim’de olacaklarını ilan ettiler. Bir sürü içi boş sıfatın süslediği bu tür açıklamalar, AKP’nin 1 Mayıs’ı tatilsiz işçi bayramı olarak tanıyan yasa değişikliği sürecinde sıkça yapıldı ve her birinde 1 Mayıs’ın kitlesel olarak Taksim’de kutlanacağı vurgulandı. Herhalde sendika bürokratları, AKP iktidarının bu sıfatlardan etkileneceğini sanıyorlardı!
Yine, 1 Mayıs yaklaştıkça, bu üç konfederasyonun yöneticilerinin gazetelerin ve televizyon kanallarının başlıca konukları arasına girdiğine; onların ortak bildirilerin / açıklamaların İstanbul’un kimi meydanlarında sendikalı işçi grupları tarafından halka dağıtıldığına tanık olduk. Bu arada, sendikacılar başbakanlığın kapısına dayanmış, Erdoğan’ı Taksim’de kutlamaya “ikna“ etmeye de çalışıyorlardı. Günler süren bu çabaların ardından, AKP hükümetinin Taksim’de bir kutlamaya izin vermeyeceği ve bu yöndeki girişimleri polis terörüne başvurarak engelleme konusunda kararlı olduğu ortaya çıktı.
Derken, Türk-İş genel başkanı Mustafa Kumlu, 30 Nisan günü yaptığı açıklamada, örgütünün kutlamalardan çekildiğini ama üye sendikaları serbest bıraktığını ilan etti:“TÜRK-İŞ, 2008 1 Mayıs’ının İstanbul Taksim Meydanı’nda kutlanmasını yürekten istemiş, bu isteğini gerçekleştirmek için DİSK ve KESK ile birlikte yoğun çaba sarfetmiş, ilgili bakanlarla görüşülmüş ve nihayet son olarak TÜRK-İŞ, DİSK, KESK Genel Başkanları, Taksim Meydanı’nın emekçilere açılması talebini Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a iletmiştir. … Ancak, TÜRK-İŞ Yönetim Kurulu, Taksim Alanı’nda kitlesel bir kutlama için İstanbul Valiliğince izin verilmemesi nedeniyle ülkemizin içinde bulunduğu gergin ortamı da dikkate alarak TÜRK-İŞ topluluğunu 1 Mayıs’ta Taksim’e davet etmeyi, temsil ettiği kitlenin güvenliği ve sendikal özerklik açısından gerekli görmemektedir.“
Aynı saatlerde, aynı Türk-İş’in genel sekreteri ise DİSK’ li ve KESK’ li meslektaşlarıyla birlikte“ Evet buradan ilan ediyoruz. 500 bin emekçi olarak 1 Mayıs’ı İstanbul’da Taksim’de ellerimizde karanfillerle kutlayacağız.“ diyen bir açıklama yapıyordu. Bu, işçileri ilgilendiren her konuda yüzünü siyasi iktidara ve patronlara dönen ve onların istekleri doğrultusunda davranan Türk-İş bürokrasisinin mide bulandırıcı ayak oyunlarından yalnızca biriydi. Ama bu ayak oyunları, sendikacılığın yapısı gereğiydi; dolayısıyla, yalnızca Türk-İş’e özgü değildi.
DİSK ile KESK’ e –ve onlarla birlikte davranan Türk-İş üyesi sendikalara- gelince. Bu örgütlerin 1 Mayıs öncesinde yaptıkları neredeyse tek iş, gerek doğrudan görüşmeler gerekse gazeteciler aracılığıyla AKP iktidarını Taksim konusunda ikna etmeye çalışmak oldu. Aynı zamanda yoğun bir “kamuoyu oluşturma faaliyeti“ne girişmiş olan sendika bürokratlarının bütün bu çabalarının nasıl boş olduğu 1 Mayıs günü ortaya çıkacaktı. Sendika bürokratları, 1 Mayıs günü, kendi üyeleri tarafından bile ciddiye alınmadıklarını gördüler.
1 Mayıs’tan bir gün önce 500 bin işçiyle Taksim’e yürüme hayalleri yayan (belki de gören!) bu sendika bürokratlarının ne denli aciz durumda olduklarını anlamalarını sağlayan şey, bu kez doğrudan kendilerinin devlet terörüne hedef olmalarıydı. Onların gerçeği görmesi için, hapsedildikleri DİSK genel merkezinde, polisin attığı bombalardan çıkan gazı solumaları ve ölümle yüzyüze kalmaları gerekti.
DİSK ve KESK yöneticileri, AKP hükümetinin ve İstanbul‘daki iki provokatörün estirdiği devlet terörünün kendilerini hedeflediğini görür görmez, Taksim’e yürüyüşten vaz geçtiklerini belirten bir açıklama yaptılar. Onlar, Taksim’e yürümekten vaz geçme kararını “duyarlı, soğukkanlı ve sağduyulu davranma gereği”yle açıkladılar. Devlete yaltaklanma kokan bu açıklama, onların en “zor“ anlarda bile ikiyüzlülükten vazgeçemediklerinin de ilanıydı. Bu yolla sendikacılar, polis üniformalı teröristlere, “bundan sonra olacaklardan biz sorumlu değiliz; gördüğünüz her işçiye ya da öğrenciye saldırabilirsiniz“ mesajını verdiler. Bu mesaj alındı ve 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak için bizzat bu sendikal önderliklerin çağrısıyla Şişli’ye gelenlere yönelik polis saldırıları yoğunlaştı.
Sendikaların 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamaktan vazgeçmesinin asıl nedeni, tarafların güçleri arasındaki “orantısızlık“la ilgiliydi. AKP iktidarının harekete geçirdiği devlet gücü her bakımdan son derece donanımlı, sayısal olarak da işçilerden üstündü. Sendikal önderliklerle AKP iktidarı arasındaki pazarlıklardan sonuç alınamamış; dahası, taraflar birbirlerine rest çekmişti. Sendika bürokrasisinin denetimindeki işçiler AKP’nin lütfedeceğinden fazlasını alabilecek durumda değildi; AKP ise Taksim’de kutlama konusunda hiç bir ödün vermemede kararlıydı.
Bu durumda, sendikaların 2008 1 Mayısı’nı Taksim’de kitlesel biçimde kutlaması, yalnızca, onbinlerce emekçinin üretimi durdurarak dört bir koldan ve örgütlü biçimde Taksim’e yürümesiyle mümkün olabilirdi. İşçi sınıfının, ikinci bir 15 – 16 Haziran anlamına gelecek böylesi bir eylemi gerçekleştirebilecek durumda olmadığını görmek için de özel bir yeteneğe sahip olmak gerekmiyor. Ya da farklı biçimde söylersek: İşçilerin 2008 1 Mayısı’nda böylesi bir eyleme girebilecek ideolojik, siyasi ve örgütsel donanıma sahip olmadığını görmemesi için, insanın ameleperver ve de kurtarıcı küçük burjuva radikali olması gerek.
Küçük burjuva ameleperver solcular sendika bürokrasilerine ilişkin hayaller yaya dursun, işçi sınıfının sendikal önderlikler altında herhangi bir ciddi kazanım elde etmesi mümkün değildir. 1 Mayıs 2008 bu gerçeği bir kez daha kanıtlamıştır. Dahası, sendikal önderliklerin sermayenin gardiyanı rolünü günlük deneyimleri içinde, her bir grevde ya da direnişte görmüş olan işçiler, bu örgütlenmeleri ve önderlikleri ciddiye almamakta ve onlardan nefret etmektedirler. Onlar bu tavırlarını, sendika bürokratlarını 1 Mayıs 2008’de yalnız bırakarak gösterdiler. 1 Mayıs 2008, sendikal örgütlenmelerin içler acısı konumuyla birlikte, sosyalist bir önderliğe olan yakıcı gereksinimi de bir kez daha gözler önüne serdi.
AKP için sonun başlangıcı olabilir
1 Mayıs 2008’de yaşanan devlet terörünün, baştan sona AKP hükümetinin kararıyla uygulandığı; sendika bürokrasilerinin ise buna karşı koymada tümüyle başarısız kaldığı ortada. Ancak AKP’nin “teröre başvurma” kararı, işçi sınıfına karşı derin düşmanlık içeren faşizan ve dinci ideolojik temeline karşın, dünya kapitalizminin içinde bulunduğu koşullardan ve Türkiye’nin onun içindeki konumundan bağımsız değildir.
Kapitalizmin uzunca süredir yaşamakta olduğu krizin, kendisini önce “Mortgage Krizi” yle ardından da gıda fiyatlarındaki patlamayla açığa vurduğunu; dünya çapında üretimin düştüğünü ve buna enflasyonda bir artışın eşlik ettiğini biliyoruz. AKP hükümeti ve kimi aklı evvel uzmanlar ise aylar boyunca “bunlar bizi etkilemez” diyerek, hem kendilerini avutmaya çalıştılar hem de kitleleri kandırdılar. Sonunda, Mortgage’ in ABD ve Avrupa ile sınırlı olmadığı / olmayacağı, durgunluğun Türk ekonomisini de vuracağı, işsizliğin ve enflasyonun bu topraklarda da arttığı gerçeği herkesçe kabul gördü.
Ancak, bir yılı aşkın süredir kemalist seçkinlerle giriştiği siyasi – ideolojik kapışmaya kilitlenmiş olan AKP hükümeti bu gerçekle yüzleştiğinde “geliyorum” diye bağıran krize karşı hemen hiç bir önlem almadı. Bankalar ve büyük sermaye grupları, hükümetten umudu kesip kendi önlemlerini kendileri alırken, gırtlağın kadar borç içinde olan orta sınıflar ayaklarının altındaki zeminin hızla kaydığını gördüler. Tarlalarını ekemeyen köylüler tepkilerini, yıllar sonra ilk kez mitingler düzenleyerek göstermeye başladılar. Hükümet ise uluslararası ekonomik gelişmeler karşısında öylesine pervasızdı ki örneğin pirinç fiyatlarındaki devasa artışa, başbakanın ağzından, “biz de bulgur ve bakliyat yeriz, pirinç fiyatları düşer” diyerek yanıt verebiliyordu. Tam bir cehalet ürünü olan bu açıklamanın hemen ardından, beklendiği üzere, bu malların fiyatlarında da yüzde 100’ü aşan artışlar yaşandı. İstatistik oyunlarıyla ve iki günde bir değişen tahminlerle durumu daha fazla idare edemeyen AKP hükümetinin ekonomi yönetiminde tam bir başarısızlık sergilediği, artık herkesçe kabul edilmeye başlandı. İktidarının ilk döneminde AKP’ye toz kondurmayanlar, şimdi onu sert biçimde eleştiriyor. Özetle, AKP hükümeti, kent ve kır orta sınıflarının yanı sıra aralarında büyük sermayenin en köklü kuruluşu olan TÜSİAD’ın da yer aldığı mülk sahibi destekçilerini hızla yitiriyor. Büyük sermayenin AKP iktidarına açıktan tavır almamasının –ve onu devirmemesinin- başlıca nedeni, onun bu partiyi tercih etmesinden çok, ortada tercih edilebilecek başka bir partinin olmamasıdır. Ama son CHP kurultayı, Baykal önderliğinde “sol” liberal çizgiye yerleşen bu partinin hızla bir iktidar partisi olarak tercih edilebilir hale geldiğini gösteriyor.
Kuşkusuz, AKP’nin tabanının en fazla kaydığı kesim, ona önemli oy desteği sağlamış olan emekçilerdir –ki bunlar arasında, Kürt sorununa dinci “barışçı” yaklaşımından dolayı Kürt işçiler önemli yer tutuyordu. Ekonomik krizin etkisini en ağır biçimde yaşayan işçiler AKP hükümetinin bütün ekonomik politikalarının sermayeye hizmet ettiğini, her zamankinden daha net biçimde görmeye başladılar. İşsizler ise AKP’nin kendilerini önce açlığa mahkum edip ardından sadaka dağıttığının farkına varıyorlar.
İşçi sınıfının AKP iktidarının uyguladığı politikalardan en çok zarar gören kesimlerinden birini onun sendikalarda örgütlü kesimleri oluşturuyor. Sendikasız işçilere göre çok önemli “kazanım”lara sahip olmakla birlikte, sendikalı işçiler, geçmiş dönemin kazanımlarını büyük ölçüde yitirmiş durumdalar. Onlar, işçi sınıfının sendikasız ya da işsiz kesimlerine bakarak “buna da şükür” demek yerine, şimdiki konumlarını önceki durumlarıyla karşılaştırıyor ve AKP iktidarına giderek daha fazla kin biliyorlar. En önemlisi de sendikalı işçilerin, bütün çarpıklıklarına ve iflah olmaz yozlaşmışlıklarına karşın sendikalarda örgütlü olduklarından, tepelerindeki bürokrasiyi aşarak ortak harekete geçebildiklerinde hükümeti devirebilecek bir güç oluşturmaları.
AKP bu gerçeğin farkındadır. Bu yüzden o, önce kendi işçi kolu konumundaki sendikaları geri çekti ve DİSK ile KESK’ i ve Türk-İş’in sözde “sol” kimi sendikalarını 1 Mayıs’ta yalnız bıraktı, ardından da işçi düşmanı faşizan yapısı herkesçe bilinen polis örgütüne saldırı emri verdi. Onun amacı, kendisine muhalif sendikal önderliklerin –deyim yerindeyse- burnunu sürtmek, onları “hizaya çekmek” ti. Bu sendikal önderlikler de AKP hükümetine karşı baştan sona yanlış hesaplarla girdikleri bu mücadeleden ağır bir yenilgiyle çıktılar.
Toplumsal muhalefeti daha biçimlenme aşamasındayken çıplak devlet terörüyle önlemeye çalışan AKP, 1 Mayıs 2008 günü İstanbul’da “zafer” kazandığını sanıyor olabilir. Ama 1 Mayıs günü İstanbul’da yaşananlar, gerçekte, AKP iktidarının ne denli kırılgan olduğunu göstermektedir.
Geleceği işçiler kurmalı
İşçi sınıfı, AKP iktidarının, dolayısıyla ülkenin geleceğini belirlemede giderek artan bir önem kazanıyor. Her şey, onun en bilinçli kesimlerinin sendikal önderlikler –dolayısıyla da bu önderliklerin ait olduğu burjuva partiler karşısında alacağı tavra bağlı. İşçi sınıfının seçimi AKP’nin 1 Mayıs’ta estirdiği teröre boyun eğerek “ılımlı” İslamcı bir polis devletinin kurulmasına sessiz kalmak ile sermayenin laik kesimlerinin sol liberal ya da ulusalcı egemenliği arasında olmak zorunda değildir. O, her ikisi de ücretli emeğin sömürüsü üzerine kurulu bu seçeneklere alternatif olarak kendi çözümünü üretebilir, üretmelidir.
Bize göre, kapitalizmin yol açtığı ekonomik, toplumsal ve kültürel yıkıma karşı tek gerçekçi ve kalıcı çözüm sosyalizmdir. Bir dünya sistemi olan kapitalizmin alternatifi olarak sosyalizm, gerici küçük burjuva solcularının savundukları gibi “ulusal” sınırlar içinde değil; yalnızca dünya ölçeğinde kurulabilir (Stalinist diktatörlükler bu gerçeğin en çarpıcı kanıtlarıdır). İşçi sınıfının ücretli emek sömürüsü ve ulusal, cinsel vb. baskılar üzerine kurulu bu sisteme son verme mücadelesi, bu yüzden uluslararası olmak zorundadır. Bunun siyasi karşılığı, işçi sınıfının bir enternasyonal içinde örgütlenmesi ve onun bu topraklardaki şubesi olarak kendi devrimci partisini kurulmasıdır.
1 Mayıs 2008, böylesi bir siyasi önderliğin olmadığı koşullarda, sermayeye ve onun hükümetlerine karşı başarıyla mücadele etmenin; onun şu ya da bu kanadının gardiyanlığını yapan ve işçileri her fırsatta satan sendikal önderliklerle onların kuyruğundan ayrılmayan küçük burjuva sosyalistlerinin üstesinden gelmenin mümkün olmadığını bir kez daha göstermiştir. 2008 1 Mayıs’ından çıkartılması gereken başlıca ders budur.