AKP hükümetinin, Türk Hava Kuvvetleri’nin 34 Kürt gencini katletmesinden sonraki ilk tavrı, derin bir “sessizlik” durumuydu. Tüm kurumlarıyla burjuva devletin ve onun dümen suyundaki medyanın bu tavrı, hiç şüphesiz, katliamın üstünü örtebileceklerini düşünmelerinden ve hatta geçmişte birçok defa yapıldığı gibi “35 terörist öldürüldü” haberiyle katliamı milliyetçi bir hezeyana çevirebileceklerini ummalarından kaynaklanıyordu. 2011’in son günlerinde gerçekleşen Uludere Katliamı, Türkiye’nin zaten gergin olan gündeminin daha da gerilmesine neden oldu. Görünen o ki, Türk Devleti geçmiş dönemden kalma imhacı ve inkârcı politikalarda ısrar ettikçe, Kürt sorununun bugünkünden daha da sert bir şiddet sarmalı içine girme riski çok fazla. Elbette bu “tehlike”, Uludere ile başlamadı. Bu meselenin köklü bir tarihsel arka planı var.
Kendilerinin ve ailelerinin geçimini sağlayabilecekleri bir işleri olmadığı için, binlerce başka yoksul Kürt köylüsü gibi katır sırtında mazot ve tütün “kaçırmak” zorunda kalan bu 34 genç, tamamen silahsız olmalarına ve kullandıkları güzergâh jandarma karakolu tarafından bilinmesine rağmen katledildi. Bombardıman sırasında ağır yaralananlardan bir kısmı da havadan ve karadan yardım gelmemesi nedeniyle hayatını kaybetti (bölge köylüleri yaralıları katır sırtında taşımak zorunda kaldılar). Bu olay, tam da siyasi otoritenin askeri vesayete büyük ölçüde son verdiğinin ilan edildiği bir dönemde gerçekleştiği içindir ki, bütün sorumluluk AKP hükümetinin sırtına yüklendi. Zira AKP, daha önce yaptığı gibi bu defa “mağduriyet edebiyatının” arkasına gizlenemedi. Bu, onun, devlet aygıtı üzerinde “mutlak bir iktidara” sahip olma iddiasının bedeliydi.
AKP iktidarının, kendisini kitlesel halk ayaklanmaları yaşanan Arap ülkelerine bir “demokrasi modeli” olarak pazarlamaya çalıştığı bir dönemde böylesi bir katliamın yaşanması, hükümetin “demokratik açılım” söylemini büyük oranda boşa düşürdü. Hükümet, kendisine yakın liberal-İslamcı çevreler tarafından bile sert bir dille eleştirildi. Ayrıca, Erdoğan hükümetinin burjuva basın üzerinde ağır bir baskı ortamı oluşturmaya ve Uludere haberlerinin yayınlanmasını engellemeye dönük girişimleri, kimi AKP yanlısı “demokrat” çevreler tarafından da ağır bir dille eleştirilmekten kurtulamadı. Son Uludere hadisesi, AKP ile sözde “demokrat” kamuoyu arasındaki uzatmalı ittifakın hızla dağılmakta olduğuna işaret ediyor. Özellikle KCK tutuklamaları ve son Uludere Katliamı bu süreci oldukça hızlandırdı. Bu çevrelerin bir anlamda “şaşkınlık” içinde oldukları da söylenebilir.
Bu olay, Ankara’nın da aktif parçası olmaya çalıştığı bir uluslararası kutuplaşma ortamında gerçekleşti. AKP hükümetinin, kendisine dönük eleştirilere tahammül edemeyişi, onun hata üstüne hata yapmasına ve hem iç hem dış kamuoyundaki itibarının görece zedelenmesine neden oldu. 34 sivil Kürt’ün kasıtlı olarak öldürüldüğüne işaret eden somut kanıtlara rağmen, hükümet cephesinden kurbanlara dönük manevi bir özür açıklaması yapılmazken, iktidar olayı basit bir tazminat meselesine indirgemeyi yeğledi. Buna, katliamın sorumlularından Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in tebrik edilmesi de eklendi. Erdoğan hükümeti, katliamı bu şekilde geçiştirmeye çalışsa da, iktidarın bu tavrı, özellikle bugüne kadar AKP’yi desteklemiş olan Kürtler arasında da büyük bir huzursuzluk ve öfke yarattı. AKP’nin Kürt seçmenlerini ikna etmesi artık eskisi kadar kolay olmayacak.
Başbakan “bu bir devlet katliamı değildir” dese de, Erdoğan’ın bu sözlerine kendi fanatik taraftarları dışında hiç kimse inanmadı. Görünen o ki, AKP hükümeti, artık daha ciddi bir biçimde Kürt meselesine eğilmek ve bu sorunun burjuva-demokratik temelde çözümü için somut adımlar atmak zorunda. Hem Kürtlerin hem de “demokratik” kamuoyunun beklentilerinin bu derece artmış olduğu bir siyasi iklimde, AKP’nin bu sorunla gerçek manada yüzleşmekten başka seçeneği yok. AKP’nin bir siyasi parti olarak, Türkiye iç siyasetindeki (ve Kürtler üzerindeki) etkisini sürdürebilmesinin yegâne şartlarından biri, Kürt sorununa yönelik somut bir liberal çözüm paketi ortaya koymasından geçiyor. Zira geniş kitlelerin “demokratik açılım” biçiminde formüle edilen laf salatasına artık karnı tok. Özellikle de AKP’ye oy vermiş olan Kürt seçmen kitlesi artık somut icraatlar görmek istiyor.
Elbette Kürt sorunu sadece bir Uludere Katliamı’ndan ibaret değil. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, Türkiye’deki bütün iktidarlar Kürtlere karşı çeşitli imha ve inkâr politikaları izlemekten hiç vazgeçmedi. Bu süreçte Kürtlerin ana dili yasaklandı, terörle mücadele adı altında köyler yakıldı, “isyan” bahanesiyle binlerce Kürt sürgün edildi. Türk devlet sisteminin başta gayrimüslim azınlıklara (Ermenilere, Rumlara) ve resmi “Türk” kavramı dışına çıkan etnik gruplara (Kürtlere, Lazlara, Çerkeslere) karşı sergilediği dışlayıcı tavır, aslında, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında kurulan bütün burjuva ulus-devletlerin ortak bir özelliğiydi. Kısacası, yaşanan bunca acı, temelde bir burjuva ideolojisi olan Kemalist ulusalcılığın “yapısal” sorunlarından kaynaklanıyordu.
Başka bir deyişle, ünlü yazar Benedict Anderson’un “Hayali Cemaatler” olarak tanımladığı “modern ulusların” yaratılması, eski rejimden miras alınan geri toplumsal dokunun her açıdan yeniden tanımlanmasını zorunlu kılıyordu; bu süreçte dini ya da etnik azınlıkların bir bölümü, ya “rızaya” ya zora dayalı bir biçimde mevcut devlet sistemine entegre edilmekten kurtulamadı. Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş döneminde ise, ülkeyi kuran sivil-asker Kemalist bürokrasinin sermayeye ulaşmaktaki yetersizliği, (Batılı ülkelerde olduğu gibi) ekonomik entegrasyona dayalı modern bir ulus inşasını mümkün kılmayınca, bu defa devreye, devletin baskı aygıtlarına dayalı bir “zorla uluslaştırma” programı sokuldu. 1938’de Dersim’de yaşanan Alevi-Kürt katliamı, bu kanlı sürecin en “tipik” örneklerinden biriydi. Bu yolla yeni Türk devletinin sınırları içindeki ulusal egemenlik “güvence” altına alınmaya çalışıldı.
Bugün Türkiye’yi yöneten siyasi iktidar, kapitalizm temelinde eşitsiz bir ekonomik büyüme ve askeri vesayeti geriletme noktasında önemli “ilerlemeler” kaydetmiş olsa da, hala Kürt sorununda eski zihniyeti sürdürmekte ısrarcı davranıyor. Kısacası AKP, bütün bu “reformcu” söylemlerine rağmen, Kürt meselesinin çözümünde kendinden beklenen somut adımları bir türlü atamıyor. Peki neden?
AKP eliyle tasarlanmış bu “yeni sistemin”, şimdiye kadar sivil-asker Kemalist bürokrasi eliyle üretilmiş “eski sistemden”, tam manasıyla kopmaya hazır olmadığı anlaşılıyor. “Eski düzen” ve onun kurucu ideolojisi olarak Kemalizm hızla çözülüyor, lakin AKP eliyle kurulmakta olan “yeni düzen”, Kürt sorununa bakış konusunda eskinin köhnemiş zihniyetini sürdürmeye devam ediyor. Sonuç olarak, AKP, Cumhuriyetin kuruluşundan beri T.C. devletine egemen olan imhacı ve inkârcı zihniyetten kurtulmadığı müddetçe, bu partinin, Kürt sorununa burjuva-demokratik temelde bile çözüm üretmesi mümkün gözükmüyor.