Geçtiğimiz haftasonu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile hükümet arasında yaşanan “izleme heyeti” tartışması, Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in Twitter hesabından yaptığı “istifa çağrısına” verdiği yanıtın ardından yeni bir boyut kazandı.
Gökçek, Pazartesi günü Twitter hesabından yaptığı açıklamada, Hükümet Sözcüsü Arınç’ın hafta sonunda Erdoğan’a yanıt olarak yaptığı açıklamaların hükümetin görüşü olmadığını iddia etmiş ve onun bir “darbe” düzenlediğini öne sürmüştü: “Arınç artık AK Parti’nin sözcüsü olamaz. Bizi temsil edemez. Bülent Arınç’a şu andan itibaren düşen görev, önce hükümet sözcülüğünden sonra da Başbakan yardımcılığından derhal istifa etmesidir. Ancak ben istifayı paralel yapının ‘sonuna kadar direneceksin’ talimatı nedeniyle çok zayıf bir ihtimal olarak görüyorum. Bu takdirde görev hükümete düşecektir. Arınç görevden alınmalıdır. Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız ve hükümetimiz başımızın tacıdır. Allah’ın izniyle hiçbir fitne aramıza soğukluk sokamaz.”
Bülent Arınç, Bakanlar Kurulu toplantısı sonrasında düzenlediği basın toplantısında, gazetecilerin sorusu üzerine, Gökçek’in “istifa” çağrısını, “terbiyesizce bir açıklama” olarak tanımladı ve ekledi: “Gökçek, benim görevden alınmamı isteyecek kadar haysiyetli bir insan değildir. Bir yerlere yaranmak istiyor, oğlunun milletvekilli adaylığını garantilemek istiyor.” dedi.
Gökçek’in, Arınç’ın “cemaatçi” olduğuna ilişkin iddiasını, “”Benim Cemaatle ilgili sevgimi 78 milyon bilir. Ama 17-25 Aralık çıktığından beri ben Hükümetimin yanında yer aldım. Cumhurbaşkanımın yanında yer aldım. Sadece ben değil eşimle ve ailemle biz, paralel devlet yapılanmasının bir milli güvenlik meselesi olduğunu bilip, bununla mücadele eden insanlarız. Ben buyum. Her şeyimle ortadayım. Amerika’ya giden, olimpiyatlara koşan benim, bu hizmetlerin ne kadar iyi olduğunu anlatan benim. Ben bunları gizlemedim ki.” sözleriyle yanıtladı.
Gökçek’in, “Belediye başkanlığı adaylığında ve seçimlerde oy isterken bu yapının kucağında oturmuş… Bu yapıya Ankara’yı parsel parsel satmış… imar planlarında değişiklikler yaptırmış” olduğunu anlatan Arınç, kendisinin 2009 ve 2014 seçimlerinde Gökçek’in adaylığına itiraz ettiğini ama AKP’nin Gökçek’i tercih etmesinin ardından onu desteklediğini belirtti. Arınç, kendisine “8 Haziran’a kadar müsaade” verilmesini istedi ve Gökçek’ten bu açıklamalarının “hesabını soracağını” söyledi: “Gökçek ile ilgili 100 konuyu 8 Haziran’dan itibaren ömrüm vefa ederse konuşmak isterim. Ama o gün gelinceye kadar hükümetimi yıpratacak, AK Parti’yi yıpratacak bir sözün, bir işin içinde olmam. Biz kimin nerede havlayacağını, hangi işler çevireceğini biliriz. Biz gözü açık adamız, siyaseti iyi biliriz.”
Cumhurbaşkanı ile hükümet arasında bir “çekişme durumu” olmadığını belirten Arınç, “Cumhurbaşkanımıza nezaketsizlik yapmayız, hukukumuz kardeş hukukudur bunu bilin. Sayın cumhurbaşkanımız devletin başıdır, bizim liderimizdir, çile insanıdır, aile reisidir. Halkın kahramanıdır.” dedikten sonra, haftasonu yaptığı açıklamaların, Cumhurbaşkanını “yanlış buldukları” anlamına gelmediğini, amacının “olayın eksik kalmış noktalarını tamamlamak” olduğunu vurguladı: “Burada bir eksikliğin bizim tarafımızdan olduğunu kabul etmem gerek. Sayın Cumhurbaşkanımıza süreçle ilgili bilgi arz edeceklerdir. Sayın Cumhurbaşkanımızın bu konuyu baldıran zehri içmek gibi nitelendirdiğini hepiniz biliyorsunuz. Süreci başlatan kişinin her şekilde detaylı bir şekilde bilgilendirilmesi gerektiğini söylüyorum. O ne zaman emrederse Başbakanımız, Bakanlar Kurulu onu bilgilendirir.”
Oysa aynı Bülent Arınç, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın hafta sonu ardı ardına yaptığı konuşmalarda, “benim haberim yok”, “ben konu mankeni değilim” türü açıklamalarına yanıt verirken, “Haberinin olmaması mümkün değil, Cumhurbaşkanımız her şeyi çok iyi bilmektedir. Ülkeyi yöneten hükümettir, sorumluluk da hükümettedir. Açıklamalarını doğru bulmuyorum.” demiş ve eklemişti: “Davutoğlu’nu her türlü tehlikeye karşı savunurum. Unutmayın bu ülkede bir hükümet var.”
Arınç’ın basın toplantısının ardından, hükümet ile Cumhurbaşkanı arasında sözde “çözüm süreci” konusunda yaşanan anlaşmazlık ön plana çıkarken, burjuva muhalefet partileri, AKP iktidarının yolsuzluklarının bir itirafı anlamına gelen Gökçek ile ilgili iddialar üzerinden saldırıya geçmekte zaman kaybetmediler. Dahası, Ankara’daki savcılar da harekete geçti ve bir soruşturma başlattı. Bununla birlikte, bu soruşturmanın nasıl sonuçlanacağı herkes için sır. Zira AKP iktidarı altında yaşananlar, açılacak bir davada, Gökçek’in yolsuzluk iddialarından dolayı yargılanmasının da, Arınç’ın “paralel yapının üyesi bir darbeci” olarak sanık sandalyesine oturmasının da pekala mümkün olabileceğini gösteriyor.
Öte yandan, Erdoğan ile hükümet arasında seçimlere birkaç ay kala yaşanan bu çatışmanın üzerinin, Arınç’ın “susturulması” yoluyla örtbas edilme olasılığı da yok sayılmamalı. Her durumda, Bülent Arınç’ın, söz konusu basın toplantısından bir gün sonra, 24 Mart Salı günü yaptığı, “Yanlış yaptım ama özel hayatıma girdiği için kendimi tutamadım.” sözleri, ardından gelen, “Gökçek eleştirilerimi hakaret kabul ederek mahkemeye gidebilir ama orada bazı sorular sorulabilir. Cevap vermem gerekirse davalı mı davacı mı zarar görür? Bilemem.” biçimindeki örtülü tehdide karşın, bir geri adımı ifade etmektedir. Arınç’ın geçtiğimiz yıllarda defalarca karşılaştığımız “geri adım”larının bu sonuncusunun, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, “Yapılan her iki açıklama da yanlıştır. Parti disiplini devreye girecektir. Kimsenin ayrımcılığı yoktur.” açıklamasından sonra geldiğini de unutmamak gerek.
Tüm bu gelişmelerin ardından, AKP iktidarı içinde artan gerilimlerin bir diğer ifadesi olarak TSK’nin PKK’ye operasyon düzenlemesi geldi. Öcalan’ın Newroz’da silahlı mücadeleyi bırakmak üzere kongre toplanması çağrısı yapması; bu çağrıda TSK’nin YPG gözetimindeki Suriye operasyonuna atfen “Eşme Ruhu”ndan övgüyle söz etmesi ve çağrısını “hayırlara vesile olması” dileğiyle noktalamasından birkaç gün sonra gelen bu operasyon, su yüzüne çıkan gerilimlerin bir diğer önemli yansımasıdır. İktidar bir yandan Abdullah Öcalan’la uzlaşma içinde “çözüm süreci” adı verilen çatışmasızlık durumunu seçime kadar sürdürme ve Ortadoğu’ya dair planlarını buna göre düzenleme çabası içindeyken diğer yandan “Eşme Ruhu” vurgusu yapılan “süreç”in parti içinde, TSK’de ve seçmenlerde yarattığı gerilimleri sınırlamaya çalışıyor.
AKP içinde, eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün partiye dönmesi, yolsuzluğa karışan AKP milletvekillerinin yargılanması, Erdoğan’ın Merkez Bankası’na yönelik pek de örtülü olmayan “vatan hainliği” suçlamaları ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın milletvekilliği adaylığı konularında birbiri ardına yaşanan tartışmaların ardından, “çözüm süreci” konusunda ortaya çıkan son çatışmayı bir “kriz” olarak tanımlamak acelecilik olacaktır. Devletin tepesinde ve iktidar partisi içinde yaşananları, basitçe, seçimlere yönelik bir taktik, “danışıklı dövüş” ya da basitçe “Erdoğan’ın diktatörlük eğilimi” vb. olarak değerlendirmek de, işçi sınıfına ve gençliğe herhangi bir perspektif sunmayan, izlenimci bir gazeteci tavrı olarak eleştiriyi hak eder.
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı ile birlikte artık kamuoyunun gözü önünde ve sert bir şekilde yaşanan bütün bu tartışmalar, onlara dahil olan kişilerden ve söylemlerden bağımsız olarak, egemen sınıf ve siyasi iktidar üzerindeki uluslararası ve ulusal ekonomik-siyasi basınçların giderek arttığının açık bir göstergesidir. Egemen sınıf ve siyasi seçkinler, AKP iktidarının Ortadoğu’da izlediği emperyalizm yanlısı maceracı ve savaşçı politikalarının giderek ağırlaşan ekonomik ve siyasi sonuçlarının farkındalar ve bir yönelim değişikliği talep ediyorlar. Buna karşın onlar, söz konusu değişikliği, ekonomik ve siyasi kargaşaya yol açabilecek bir kırılma, bir kriz olmaksızın gerçekleştirmek istiyor. Ama bu mümkün değil. Bunun nedeni, söz konusu talebin, aynı uluslararası ekonomik dinamiklerin ürünü olan ve kendisini uzun süredir dayatan bir rejim değişikliği ihtiyacı ile çakışmasıdır.
On yıllardır yaşanan ve AKP’nin iktidara gelmesinin ardından doruk noktasına ulaşmış olan liberal ekonomik dönüşüm (ulusal servetin işçi sınıfı ve emekçilere düşen kısmının küresel bankalar ve şirketler ile onların işbirlikçisi vurguncu bir mali aristokrasiye aktarıldığı kapsamlı liberalleşme programı), uzunca süredir, sınıflar arasındaki yeni güçler ilişkisine uygun yeni bir rejimi gerektirmektedir.
Anımsanacağı üzere, egemen sınıf ve AKP iktidarı, “barış” ya da “demokratikleşme” adını verdiği bir süreç başlatmış ve anayasa (rejim) değişikliğini gündeme getirmişti. Buna karşılık, AKP iktidarı, Kemalist ulusalcı bürokrasiye indirilen darbeler eşliğinde, Kürt burjuvazisinin, sendikaların ve kimlik politikacısı küçük-burjuva solunun önemli kesiminin desteğini arkasına almış olmasına karşın, mali oligarşinin talep ettiği rejim değişikliğini gerçekleştiremedi. Bunun yerine, zaten önceki değişiklikler eliyle yamalı bohçaya dönmüş olan 1982 Anayasası’nda, sahte bir “demokratikleşme” söylemi eşliğinde, yeni değişiklikler yapıldı. Sonuçta, ortaya, parlamenter sisteme göre oluşmuş bir meclis ve hükümet ile başkanlık sistemine göre (halk tarafından) seçilmiş bir “cumhurbaşkanı”nın bir arada olduğu bir ucube çıktı.
Bu “ucube”nin bir yanında yer alan Erdoğan ve AKP içindeki destekleyicileri, mali oligarşinin otoriter eğilimlerinin (“Türk tipi başkanlık”) cisimleşmiş ifadesi olarak ortaya çıkarken, siyaset seçkinlerinin -bir grup AKP milletvekilinin de dahil olduğu- önemli bir kesimi, küresel sermayenin (emperyalist devletlerin) taleplerine uygun gerekli değişikliklerin yapılması kaydıyla, onun “parlamenter” yanında yer alıyor. Sendika bürokrasisi ile küçük-burjuva solunun bütünüyle günlük çıkarlar uğruna iki taraftan birini desteklediği bu bölünmüşlük, özünde, Türkiyeli egemen sınıfın karşı karşıya olduğu açmazın ifadesidir. Erdoğan ve “askerleri” ile Arınç arasında yaşanan ve Başbakan Davutoğlu’nun “ortada” duruyor göründüğü çatışma da bu çerçevede bir anlam kazanmaktadır.
Durumu egemen sınıf ve siyaset seçkinleri için tam bir kabusa dönüştüren başlıca etmen, anayasa ve başkanlık tartışmalarında ifadesini bulan bu rejim değişikliğinin, küresel ekonomik krizin ve Ortadoğu’da tırmanan emperyalist müdahalelerin ve onların desteklediği mezhepsel/etnik çatışmaların ortasında yaşanacak olmasıdır.
İhracatta, ekonomik büyümede ve yabancı sermaye girişinde ciddi bir gerilemenin yaşandığı; Türk Lirası’nın hızlı değer kaybı sonucunda dış borçların arttığı; işsiz emekçilerin sayısının rekor düzeylere ulaştığı; yoksulluğun katlanılmaz boyutlara vardığı ve toplumsal eşitsizliğin tavan yaptığı (nüfusun yüzde biri, toplam servetin yarısından fazlasına el koyuyor) koşullarda, işçi sınıfı, otoriter bir burjuva rejime kazanılabilecek mi?
Bu sorunun yanıtı, yalnızca Türkiye’nin değil ama tüm Ortadoğu’nun yakın geleceğini etkileyecek. Türkiye işçi sınıfının ve gençliğin, egemen sınıf içindeki farklı eğilimleri temsil eden iki burjuva siyaset bloğundan birine yedeklenmesi, her durumda, küresel mali oligarşinin toplumsal karşı-devrim ve savaş programının yaşama geçirilmesini kolaylaştıracaktır.
Toplumsal Eşitlik ve Dünya Sosyalist Web Sitesi sayfalarında yıllardır ifade ettiğimiz ve günlük gelişmeler eliyle sürekli doğrulandığı üzere, mülk sahibi sınıfların hiçbir kesimi, kapitalizmin yol açtığı ekonomik ve toplumsal yıkımdan ilerici bir çıkış yolu sunabilecek durumda değildir. Bu görev, insanlığı aydınlık bir geleceğe taşıyabilecek tek toplumsal güç olan işçi sınıfına düşmektedir. Türkiye işçi sınıfı ve gençlik, yaşanan toplumsal felaketin burjuva ya da ulusal bir çözümü olmadığının bilinciyle, burjuva siyaset kurumu içinde artan gerilimlere ve yıkım programına, kendi sosyalist ve enternasyonalist önderliğinin inşasını hızlandırarak yanıt vermelidir.