Ankara’nın emperyalist koalisyonda aktif rol arayışı ve işçi sınıfının görevi

Bir süredir Batılı emperyalist müttefiklerine atıp tutan ve Rusya ile ittifak arayışı içinde olan AKP iktidarı, hem uluslararası düzeyde hem de içeride içine düştüğü açmazdan kurtulma çabası içinde, yüzünü yeniden ABD emperyalizmine dönüyor. Bu dönüşün en çarpıcı işaretleri, hükümetin, Irak ve Şam İslam Devleti’ne (IŞİD) karşı mücadele maskesi altında oluşturduğu emperyalist koalisyona yönelik tavrında görülüyor.

Ankara, Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın, “IŞİD tehdidine karşı mücadelenin bir parçası olarak istihbarat paylaşımı” anlaşması imzalamak üzere Bağdat’a ve Erbil’e yaptığı ziyarete denk düşecek şekilde, bu ülkeye iki C-130 kargo uçağı dolusu askeri malzeme gönderdi. Yılmaz, 3 Mart günü Irak’ta yaptığı açıklamada, Türkiye’nin Irak ordusuna askeri yardım yapmaya ve Iraklı askerler ile peşmerge güçlerini eğitip donatmaya devam edeceğini belirtti. Yılmaz, 2 Mart günü düzenlediği bir başka basın toplantısında, Türkiye’nin IŞİD karşıtı koalisyonun bir parçası olduğunu ve cihatçıları yenilgiye uğratmak için daha fazla katkıda bulunacağını; zamanı geldiğinde, ulusal çıkarları doğrultusunda koalisyon üyeliğinin gereğini yerine getireceğini vurgulamıştı. Benzeri açıklamalar, ondan bir gün önce, Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından yapılmıştı.

Yılmaz, Ankara’nın “aktif” katkısının, ABD destekli Irak askerlerini ve peşmerge güçlerini Musul’a yönelik operasyonda fiilen desteklemeyi içerip içermediğini söylemedi. Bununla birlikte, Musul’un -IŞİD’in eline geçmeden önceki- valisi Useyil Nujaifi, 1 Mart günü Kürt internet sitesi Rudaw’a verdiği röportajda, Türkiye’nin Irak’a silah ve malzeme göndermeyi kabul ettiğini ve Musul operasyonunda yer alacağını söylemişti.

Bu röportajın ardından, Türk basınında, Nujaifi’nin bu sözleri “söylemediği” ya da “geri aldığı” yönünde haberler çıktı ama Useyil Nujaifi’nin bu sözleri, Davutoğlu’nun geçtiğimiz hafta söyledikleri ile uyum halinde. Davutoğlu, Irak Cumhurbaşkanı yardımcısı ve Useyil Nujaifi’nin kardeşi Usama al-Nujaifi ile görüşmesinde, “Irak’ın istikrarını sağlayacak her türlü desteği verme” vaadinde bulunmuştu.

Ankara’nın yeniden ABD’nin yörüngesine girme çabalarının bir diğer ifadesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, dışişleri, ekonomi bakanları ve başbakan yardımcısı eşliğinde 2 Mart günü Suudi Arabistan’ı ziyaret etmesi oldu.

Erdoğan’ın Riyad ziyaretinin amaçlarından biri, Suudi Arabistan ile yaklaşık iki yıldır bozulmuş olan ilişkilerin düzeltilmesiydi. Ankara ile Riyad arasındaki ilişkilerin bozulmasındaki başlıca etmen, AKP iktidarının Müslüman Kardeşler’e verdiği destekti. Erdoğan, Mısır’daki Müslüman Kardeşler iktidarının 3 Temmuz’da General Sisi önderliğinde düzenlenen ABD destekli askeri darbe sonucunda devrilmesinin ardından, Suudi Arabistan’ın da içinde bulunduğu ülkelerin yöneticilerini ve Birleşmiş Milletler’i, ısrarla, darbeyi desteklemekle ve darbecilere meşruiyet kazandırmakla suçluyordu.

AKP iktidarının artık devlet başkanı seçilmiş olan Sisi’ye ve Mısır hükümetine yönelik sert tutumu, yalnızca Ankara ile Kahire arasındaki ilişkileri kopma noktasına getirmekle kalmamış, Türkiye’yi, Katar hariç, Ortadoğu’daki tüm müttefiklerinden uzaklaştırmıştı. Ankara’nın fiili diplomatik yalıtılması, ABD’den, AB’den ve Suudi Arabistan’dan gelen baskılar sonucunda, Katar’ın da tavrını değiştirmesi ile birlikte iyice arttı. Katar, Müslüman Kardeşler’in kimi yöneticilerini ülkeden çıkartıp Kahire ile ilişkilerini düzeltirken, o zamanlar başbakan olan Erdoğan, söz konusu önderlerin bir kısmını Türkiye’ye çağırmıştı. Böylece, AKP iktidarı, Ortadoğu’daki başlıca mali destekleyicisinden de uzaklaştı.

Erdoğan’ın Riyad ziyaretinin bir diğer özelliği, Mısır diktatörü El Sisi’nin, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt ile birlikte Mısır’ın başlıca finansörü olan Suudi Arabistan ziyareti ile çakışmasıydı. Bu durum, Suudi Arabistan’ın Ankara ile Kahire arasındaki kötüleşmiş ilişkileri yeniden kurmak için arabulucu olup olmadığı sorusunu gündeme getirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu yönde bir soruyu, “Şaka yapıyor olmalısınız! Bu söz konusu olamaz.” diyerek yanıtlamakla birlikte, bir de açık kapı bıraktı ve ilişkilerin normalleşmesi için önce Mısır’ın kimi “olumlu adımlar” atması gerektiğini söyledi. Bu arada, Sisi, Al Arabiya televizyonunda, “Mısır’ın iç işlerine karışmaya son verin” çağrısı yapıyordu.

İç kamuoyu karşısında durumu kurtarmaya yönelik bu açıklamalar bir yana, Erdoğan’ın Suudi Arabistan ziyaretinde görüşülen konulardan birinin, belki de en önemlisinin, Ankara ile Kahire arasındaki ilişkileri yeniden iyileştirmek olduğuna kuşku yok.

Zira Ankara, Kahire ile ilişkilerini düzeltmemesi durumunda, Arap Yarımadası’na ve Afrika’nın doğusuna açılan son derece önemli bir ticaret yolunu kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya.

Bilindiği gibi, Suriye’deki vekil savaşı, Türkiye’nin bu bölgeye yönelik en etkili ihracat yolunu kesmiş; bunun üzerine, Ankara, Nisan 2012’de Mısır ile bir mutabakat anlaşması imzalamıştı. Bu anlaşma sayesinde, Arap Yarımadası’na ve doğu Afrika’ya giden Türk TIR’ları, önce denizyolu üzerinden Mısır’ın Port Said limanına ulaşıyor, Kızıldeniz kıyısındaki Adabiya limanı üzerinden Suudi Arabistan’ın Duba limanına varıyordu.

Ancak Kahire, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz Eylül ayında New York’taki Birleşmiş Milletler toplantısında yaptığı sert çıkışların ardından, Ekim 2014’te, mutabakat anlaşmasını (“RO-RO anlaşması” olarak da biliniyor) yenilemeyeceğini açıkladı. Bu, Türkiye’nin bölgeye yönelik gıda malları, tekstil ve elektronik eşya ihracatını gerçekleştirdiği Mısır yolunun, 23 Nisan 2015’te kapanması anlamına geliyor. Binlerce TIR’dan oluşan ulaşım filosunun ve söz konusu bölge pazarları için mal üreten onlarca fabrikanın kapanması anlamına gelebilecek olan bu durum, AKP iktidarının paçasını tutuşturmuş durumda.

Bununla birlikte, Mısır ile Türkiye arasındaki ilişkilerin yeniden rayına girmesi, AKP iktidarının ve Türkiye burjuvazisinin günübirlik çıkarlarının çok ötesinde, asıl olarak, ABD emperyalizminin bölgesel jeopolitik hesapları çerçevesinde anlam kazanmaktadır.

Erdoğan ve AKP, ilk iki iktidar döneminde, uygun dünya durumunun etkisiyle sergilediği ekonomik büyümenin yanıltıcı etkisi altında izlediği politikalar sonucunda içine düştüğü sıkışık durumdan kurtulmak için, şimdi, gerici Suudi monarşisinden yardım diliyor; karşılığında da ABD’nin bölgedeki emperyalist politikalarına sadakat vaat ediyor. Riyad’daki efendiler de, Kahire üzerinde gerekli baskıyı oluşturacak ve Türkiye ile Mısır arasındaki sorunu “çözecek” güce sahip olmanın rahatlığı içindeler. Bu da, elbette, ABD emperyalizminin bilgisi dahilinde ve çıkarları doğrultusunda gerçekleşecek.

Erdoğan’ın Suudi Arabistan diktatörünün kapısını çalmasından kısa bir süre önce, 18 Şubat günü, Riyad’da son derece önemli bir toplantı düzenlenmişti. Sözde IŞİD’e karşı mücadele amacıyla kurulmuş olan koalisyonda yer alan 26 ülkenin üst düzey askeri temsilcilerinin katıldığı bu toplantıda, Türkiye’yi, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel temsil etmiş ve Ankara’nın ABD emperyalizminin önderliğindeki koalisyona tam bağlılığını açıklamıştı.

Herkesin bildiği gibi, Suriye’deki rejim karşıtı İslamcı vekil güçlerin (ki onlar arasında, şimdi IŞİD saflarında savaşan militanlar da vardı) silahlandırılmasında, eğitiminde ve finansmanında başrolü oynayan AKP iktidarı, uzunca süredir, Batılı müttefikleri tarafından sert bir şekilde eleştiriliyor, şeriatçı militanların Türkiye üzerinden Suriye’ye geçmesine göz yummakla suçlanıyordu.

Ankara’nın bölgeye yönelik ABD planlarına ayak diremesindeki son gerekçelerinden biri, Türkiye’nin Musul büyükelçiliğinin 49 kişi (46’sı konsolosluk görevlisi) ile birlikte, 11 Haziran 2014’te, pek de anlaşılmayacak şekilde, IŞİD’in eline geçmesiydi. AKP iktidarı, IŞİD karşıtı koalisyona aktif katkıda bulunmamasını, dört ay boyunca, “rehinelerin yaşamını tehlikeye atmama”gibi oldukça makul bir gerekçeyle açıklamıştı. Sonuçta, bu “sorun”, Başbakan Davutoğlu’nun sözleriyle, MİT’in “kendi yöntemleri ile” (söylentilere göre, 180 dolayında IŞİD militanının serbest bırakılması karşılığında) çözüme kavuştu. Emperyalist müttefiklerinin artan baskısı ve içeride yaşanmakta olan ekonomik krizin basıncı altındaki AKP, ancak bunun ardından, IŞİD’i“İslam dini ile ilişkisi olmayan terörist bir örgüt” olarak adlandırmaya başladı.

Bununla birlikte, Ankara, belli ki karşılığında bir şeyler kopartmak amacıyla, IŞİD’e yönelik operasyonlara katılmamaktaki ısrarını sürdürmeye devam etti. Bütün bu dönem boyunca, aralarında Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın, Dışişleri Bakanı John Kerry’nin ve Savunma Bakanı Chuck Hagel’in de bulunduğu çok sayıda ABD’li yetkili, İncirlik hava üssünün IŞİD’e karşı kullanılması ve Türkiye’nin “eğit-donat” programına katılması için Ankara’yı ziyaret etmiş ama eli boş dönmüştü.

Bu durum, yukarıda sözünü ettiğimiz Riyad toplantısından yalnızca iki gün sonra, 21 Şubat’ta, Suriyeli Kürtler (PYD) ve ABD ile işbirliği içinde düzenlenen “Şah Fırat Operasyonu”nun ardından hızla değişti.

Süleyman Şah Türbesi’ndeki 38 askerin Türkiye’ye getirildiği ve Süleyman Şah Türbesi’nin Kobani’ye, sınırın hemen yakınına gömüldüğü bu operasyonla birlikte, Ankara’nın ABD önderliğindeki emperyalist koalisyona aktif katılımının önündeki son“engel” aşılmıştı.

Burjuva partilerin ve medyanın bu operasyon karşısındaki tavrı, tam bir maskaralıktı. Onlar, operasyonu, benzer milliyetçi söylemler eşliğinde “zafer” ya da “rezalet” ilan ederek kendi günübirlik çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalıştılar. Bu sığ değerlendirmelere, yine alışıldığı gibi, yoğun bir magazinleştirme eşlik etti.

Aslında, bu operasyondan yalnızca üç gün sonra, 24 Şubat’ta ABD’de yayımlanan Foreign Policy dergisinde yer alan bir makale, onun neyi ifade ettiğini açıkça ortaya koyuyordu. Makalenin yazarı olan gazeteci Berivan Oruçoğlu, Cumhuriyetçi Parti’nin Arizona Senatörü ve 2008’deki başkanlık adayı John McCain’in adını taşıyan sağcı düşünce kuruluşunun Next Generation Leader [Sonraki Kuşak Önder] programının üyesi ve gelişmeleri ABD emperyalizminin bakış açısıyla değerlendiriyor. Oruçoğlu şunları yazıyor: “Artık türbenin yeri değiştirildi ve Türk askerleri güvende. Belki Ankara İslam Devleti’ne karşı uluslararası koalisyona aktif destek vermek için kendisini rahat hissedecek; bu sırada, onun Türkiye içindeki uyuyan hücrelerine karşı önlemler bile alabilir. Bu açıdan bakıldığında, Süleyman Şah’ı [Türbesini] kurtarma operasyonu ne bir zafer ne de fiyaskoydu. O, basitçe, bir gereklilikti.”

Bu “gerekli” operasyonu izleyen günlerde, Ankara, birden bire en keskin IŞİD karşıtı havasına girdi. Daha düne kadar IŞİD için“terörist” sözcüğünü ağzına almayan iktidar yetkilileri ve onun borazanlığını yapan medya, önce bu örgütün adını, her zamanki gibi Erdoğan’ı izleyerek, Arapçasının kısaltılmış haliyle, “DAİŞ” olarak anmaya başladı. Bu isim değişikliğini, giderek sertleşen, IŞİD karşıtı bir söylem izledi.

Ankara’nın Ortadoğu’daki emperyalist müdahaleye doğrudan katılma yönünde attığı adımlarla birlikte, iktidar sözcülerinin ve medyanın “Şah Fırat Operasyonu”nun hemen ardından dile getirdiği, “amacımız kendi toprağımız olan Süleyman Şah Türbesi’ne yönelik bir saldırı durumunda savaşa dahil olma riskinden kurtulmaktır” sözlerinin yalan olduğu da açığa çıktı. “Şah Fırat Operasyonu”, AKP iktidarının Türkiye’yi ABD emperyalizminin Ortadoğu’da başlattığı kan banyosuna sokma yöneliminin önündeki bir engelin temizlenmesiydi ve onu yeni adımlar izleyecek.

ABD’nin, daha şimdiden 1.000 dolayında askerini “eğitmen” ya da “danışman” adı altında Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne, Türkiye’ye, Suudi Arabistan’a ve Katar’a gönderdiği; Ankara’nın da hem Suriyeli vekil savaşçılara hem de peşmerge güçlerine eğitim, lojistik desteği verdiği biliniyor. Şimdi, Obama yönetimi, bölgeye kapsamlı bir asker konuşlandırması yapabileceğini dile getirirken, AKP iktidarı, Irak’a doğrudan silah sevkiyatı yapıyor ve koalisyona bağlılık sözü veriyor.

Bütün bu adımlar, AKP iktidarının, Türkiyeli emekçileri ve gençliği Ortadoğu’nun emperyalist yağması uğruna başlatılan savaşa sürme yöneliminin açık ifadeleridir. Ankara, ABD önderliğindeki bu savaş yönelimini “meşru” gösterecek en etkili argümanın “Kürt ve Arap emekçilerinin IŞİD barbarlığı karşısında savunusu” olduğunu, “nihayet”, kabul etmiş görünüyor.

Ankara’nın ABD önderliğindeki emperyalist koalisyonda etkili bir yer kapma yönündeki son hamleleri, Ortadoğu’ya yönelik emperyalist politikalar ile Türkiye’deki sözde “barış süreci” arasında varolan ve bizim yıllardır vurguladığımız organik bağı; Kürt sorununun “yerli” çözümünün olamayacağı gerçeğini bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir.

Öte yandan, Ortadoğu’da son 25 yıldır sürekli tırmanan emperyalist müdahaleler (Irak’ın işgali ve ardından yaşanan felaket, Suriye’deki emperyalist vekil savaşı, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları ve nihayet IŞİD barbarlığı) bir başka gerçeği de gösteriyor. “Kürt sorunu” da dahil, Ortadoğu halklarının (ve tüm insanlığın) karşı karşıya olduğu sorunların çözümü, etnik, kültürel, mezhepsel vb. kimlik politikaları temelinde değil; işçi sınıfı merkezli uluslararası sosyalist bir program dolayımıyla mümkündür.

Ortadoğu’daki egemenlerin, irili ufaklı bütün burjuva ve küçük burjuva siyasi önderliklerin izlediği kimlik politikaları, emperyalist merkezler tarafından, dünyanın dört bir yanındaki emekçileri ve gençliği kendi dünya egemenlikleri uğruna bölmeye ve birbirini boğazlamaya sürüklemek amacıyla, geçtiğimiz on yıllar içinde üretilmiş ve pazarlanmıştır. Bu yüzden, egemen sınıfların “böl-yönet” stratejisinin en etkili aracı olan kimlik politikalarını baş tacı etmiş olan bütün siyasi akımların, er ya da geç emperyalizmin hizmetine girmesi, hiç de şaşırtıcı değildir.

Sendika bürokrasilerinin ve Kürt burjuvazisinin yörüngesinde dolaşan küçük-burjuva sahte sol akımlar, bunun bir istisnasını oluşturmuyorlar. Onlar, Suriye’de, Irak’ta ve Ukrayna’da gördüğümüz üzere, akıllara durgunluk veren bir hızla, emperyalist müdahalelerin, darbelerin ve vekil savaşlarının en ateşli savunucuları haline geldiler. Onlar şimdi, ABD emperyalizminin Ortadoğu’da tırmandırdığı savaşa, sözde “IŞİD barbarlığına karşı mücadele” ya da “Kürt halkının (“burjuvazisinin” diye okuyun) çıkarları” adına destek veriyor ve bu barbar örgütün onlarca yıllık emperyalist politikaların ürünü olduğunu unutturmaya çalışıyorlar.

Sahte sol önderliklerin kendi sınıfsal çıkarları uğruna tuttukları bu yol, küçük-burjuvazinin savaş ve devrim gibi toplumsal kırılma anlarında, kaçınılmaz olarak, işçi sınıfının ve devrimin karşısında, emperyalizmin ve karşı-devrimin kampında yer aldığını tarihsel gerçekliğinin günümüzdeki ifadesidir.

Başta Türkiye işçi sınıfı olmak üzere, bütün Ortadoğulu emekçiler, yerel egemenlerin ve onların kuyruğundaki sahte solun yıkıcı kimlik politikaları ekseninde benimsemiş olduğu savaş ve toplumsal yıkım yönelimini yenilgiye uğratmak zorundadır. Zira bunu başarabilecek herhangi bir başka toplumsal güç bulunmuyor. İşçi sınıfı, bunu başarmak için, başını ABD emperyalizminin çektiği ve yerel egemenlerin de içinde yeraldığı emperyalist savaş ve toplumsal karşı-devrim programının karşısına, savaş karşıtı mücadele ile sosyalizm mücadelesini bütünleştiren kendi enternasyonalist devrimci programını yükseltmelidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir