Sahte solun rolü
Egemen sınıfın savaş ve diktatörlük yöneliminin en sinik ve tehlikeli koltuk değneklerinden biri, yıllarca Kürt milliyetçileri dolayımıyla AKP’yi destekledikten sonra, bu referandumda –CHP ve HDP ekseninde bir söylemle– “hayır” kampanyası sürdüren sahte sol partiler ve çevrelerdir. Onların işçi sınıfını ve gençliği emperyalist kapitalist sistemin sınırları içinde tutma işlevi, referandum ile ilgili açıklamalarında bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor.
Örneğin, Halkların Demokratik Kongresi (HDK) bileşenleri, HDP’li milletvekillerinin katılımıyla 6 Şubat günü İstanbul’da düzenledikleri bir toplantıda, “demokratik, çoğulcu, eşitlikçi, laik, özgürlükçü, ekolojik ve sosyal bir anayasa” üzerine içi boş laflarla dolu bir açıklama yaparak, referandumda “demokratik Türkiye” için “Hayır” oyu vereceklerini ilan ettiler.
Stalinist sahte solcu Emek Partisi (EMEP), 8 Şubat günü yaptığı, “Bağımsız, Laik, Demokratik Bir Türkiye İçin Tek Adam Yönetimine HAYIR!” başlıklı açıklamada, demokratik bir kapitalizm olabileceği sendikalist hayalini yaymaya devam etti. Açıklamaya göre, EMEP mevcut düzeni “asla” savunmuyordu! Onun hedefi, “halkın seçtiği temsilcilerden oluşan bir kurucu meclis tarafından halkın en geniş kesimlerinin katılımıyla hazırlanan ve halk onayına sunulan, halkın mutlak egemenliği ve iktidarını, demokratik hak ve özgürlükleri güvence altına alan anayasa temelinde yeni bir devlet düzeni kurulması” idi.
Benzeri bir başka açıklama, küçük burjuva muhalefeti CHP’ye yedekleme mücadelesi veren Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nden (ÖDP) geldi. ÖDP, 19 Ocak günü yaptığı “Ülkemiz ve Halkımız İçin HAYIR’da Hayır Var!” başlıklı açıklamada, “yapılmak istenen” şeyin, “fiili olarak inşa edilmeye çalışılan siyasal İslamcı rejimin otoriter bir başkanlık sistemi ile ilerletilmesi ve anayasal düzeyde kurumsallaştırılması” olduğunu vurguluyor. ÖDP’ye göre, “ülkemizin ve halkın ihtiyacı”, “herkesin kendi sözünü özgürce söyleyebildiği, kendi hayatı hakkında kendisinin karar verdiği, geleceğimizin birlikte kurulacağı, yazgımızın hep beraber yazılacağı gerçek bir demokrasi” idi. Bunun için de “Cumhurbaşkanlığını sembolik hale getirmek… Barajın kaldırılması, her fikrin temsil hakkının önünün açılması… Siyasi Partiler yasasının demokratikleştirilmesi, Milletvekillerinin lider boyunduruğundan kurtarılması…” gerekiyordu. Ayrıca, “Yargı bağımsızlığı yurttaşlığın güvencesi” idi ve sağlanmalıydı.
Birçok sahte sol çevreyi bir araya getiren Birleşik Haziran Hareketi adlı oluşum ise, 27 Ocak günü yayınladığı “MEMLEKET İÇİN YENİ BİR BAŞLANGIÇ İÇİN HAYIR’I DALGA DALGA ÇOĞALTACAĞIZ!” başlıklı açıklamasında, sahte sol popülizmi doruk noktasına çıkartıyor:
Akşam eve sağ salim dönüp dönemeyeceğimizi bilmiyoruz. Çocuğumuz okuldan çıktığında başına bir şey gelir mi diye kaygılıyız. Her itiraz edenin ‘terörist’ muamelesi gördüğü bir ülkede konuşamıyoruz.
…Emeğimizle geçinip, alın terimizin hakkını almak istiyoruz. Borçlanarak dahi yaşayamaz olduk. İşsizlikten dükkânlarımıza kilit vuruyoruz. Soframızdaki ekmek azalıyor. Çocuklarımızın geleceği kararıyor.
Huzurumuz kalmadı. Mutlu değiliz. Etrafımızı kin ve nefret dalgası sardı.
Siyasal İslam laikliği ortadan kaldırarak, birlikte yaşam imkânlarımızı ve özgürlüğümüzü de çalıyor.
Saray/AKP iktidarı toplumu böldü, parçaladı. Mezhepçilik ve etnik ayrışma derinleştirildi. İçerde ve dışarıda savaş siyaseti yüzlerce gencimizin hayatını çaldı. Artık daha fazla ölüm olmasın istiyoruz.
Kapitalizmin küresel krizinin tüm dünyada savaş ve diktatörlük yönelimini tırmandırdığı koşullarda Türkiye’de demokratik bir kapitalizm hayali kuran siyasi çevrelerden bir diğerinin, Stalinist Türkiye Komünist Partisi (TKP) olduğunu biliyoruz. TKP’nin “Yetmese de hayır! YETER!” başlıklı açıklamasının ilk paragrafını aktaralım:
Bu oyun bitsin artık. Hukuksuzluk, keyfilik, zorbalık, sömürü ve zulüm… Bunlara tam gaz devam etmek, işlediği insanlık suçlarında kendisini dokunulmaz kılmak için başkanlık isteyen bir zorba ve bu zorbanın fiili başkanlığını yıllarca seyredip şimdi onunla köşe kapmaca oynayan bir muhalefet.
“Hayır” kampanyasını birçok sahte sol grup gibi burjuva “laikliğin savunusu” üzerine kuran TKP’nin “yeter” dediği düzene karşı ne önerdiğini merak edenler, referandum açıklamasında bu konuda hiçbir şey bulamıyor.
“Halk cephesi”ni yeniden canlandırma çabası
Yine de sahte solun bütün bileşenleri yukarıda değindiklerimiz kadar “sığ” değil. Örneğin Marksist Tutum’un yazarı Elif Çağlı, ilk paragrafında “emekçi kitlelerde faşizme karşı bir ‘hayır’ bilinci ve uyanışı yaratabilme”nin “son derece önemli ve kıymetli” olduğunu vurguladığı 2 Şubat tarihli yazısında yaptığı “teorik” açıklamalarla, diğer sahte sol gruplar ile arasına “keskin” bir çizgi çekiyor.
Çağlı’ya göre, “Türkiye’de yaşanan otoriterleşme süreci… 7 Haziran 2015 genel seçiminin AKP aleyhine yarattığı siyasal sonuca karşı düzenlenen 1 Kasım 2015 erken seçimi ve toplumu derinden sarsan çeşitli saldırılar gibi uğraklardan geçtik”ten sonra, “Giderek faşist bir tırmanışa dönüş”müş ve “nihayetinde, 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünün ardından ilan edilen OHAL dönemecine” ulaşmış. Çağlı, Marksist yöntem ile hiçbir ilişkisi olmayan bu izlenimci siyasi evrim şemasını şu tespitle taçlandırıyor: “Bu dönemeçle birlikte de, Türkiye’de siyasal rejimin niteliği fiilen Bonapartizmden faşizme evrildi.”
Bu “keskin” tespitin ve ona eşlik eden izlenimci çarpık bir tarih yazımı ile sözde “faşizm tahlili”nin, AKP iktidarlarının başlıca suç ortağı olan iki muhalif burjuva partisinin (CHP ve HDP) işçi sınıfı düşmanı karakterini örtbas etmek amacıyla yapıldığı, yazının sonuna doğru anlaşılıyor:
… Türkiye işte böyle bir totaliter rejimi kurumlaştıracak bir referandum sürecine doğru ilerliyor. Ve ne yazık ki bu gelişmeler, düzen dışı muhalefetin ve genelde devrimci güçlerin yıllar süren olumsuzluklar nedeniyle henüz güçlenemediği bir nesnel ortamda gerçekleşiyor. Düzen içi muhalefet de (CHP) referandum sürecine, uyguladığı taktiklerin bedeli olarak siyaseten yıpranmış bir pozisyonda giriyor. CHP liderliğinin 15 Temmuz sonrasındaki tutumu, örneğin Yenikapı mitingine katılarak rejimin planlarına destek olma taktiği unutulamaz. Aynı liderliğin şimdi yürüteceğini söylediği “referandumda Hayır” kampanyası acaba toplumun faşist gidişat karşısındaki aymazlığını, bezginliğini ya da umutsuzluğunu ne derece tersine çevirebilecek? CHP dışında kendi tarzıyla “Hayır” kampanyası yürüteceğini belirten HDP, baskıcı rejimin referandum öncesinden başlayarak fazlasıyla örneklediği baskı ve eşitsizlik koşullarında acaba topluma sesini ne ölçüde duyurabilecek?
Bu sorular dizisini alabildiğine uzatmak mümkündür. Ne var ki bizim görevimiz topluma şu an egemen olan olumsuz siyasi koşulların çetelesini tutmak değildir. Mevcut durum ne denli can sıkıcı olursa olsun, sınıf devrimcileri açısından temel sorun, bugünden yarına uzanan mücadele hattını örebilmektir. Faşizme ve totaliter kurumlaşma tehlikesine karşı mücadele bu genel görevin bir parçasıdır.
Bu ifadeler, çağımızın temel karakterinden (savaşlar ve devrimler çağı) ve işçi sınıfının nesnel devrimci niteliğinden habersiz, kendi siyasi suçlarından dolayı kitleleri suçlayan (“toplumun faşist gidişat karşısındaki aymazlığı, bezginliği ya da umutsuzluğu”) moral bozukluğu içindeki bir küçük burjuva solcusunun muhalif burjuva partilere yönelik çaresiz beklentilerinin örtülü bir itirafıdır. Bununla birlikte, Çağlı’nın açıkça söylemek yerine ima etmeyi tercih ettiği şey şudur:
“CHP liderliğinin 15 Temmuz sonrasındaki tutumu, örneğin Yenikapı mitingine katılarak rejimin planlarına destek olma taktiği unutulamaz.” (Geçerken, Çağlı’nın, HDP’nin Yenikapı mitinginde ifadesini bulan “milli mutabakat cephesi”ne katılmak için elinden geleni yaptığını ve iki yıl öncesine kadar AKP ile sıkı bir işbirliği içinde olduğunu unutmuş göründüğünü belirtelim.) Ne yapalım ki Türkiye’nin yazgısı, CHP’nin “hayır” kampanyasının “toplumun faşist gidişat karşısındaki aymazlığını, bezginliğini ya da umutsuzluğunu” tersine çevirip çeviremeyeceğine ve HDP’nin “baskı ve eşitsizlik koşullarında acaba topluma sesini ne ölçüde duyurabilecek” olduğuna bağlı.
Bu, yine örtülü bir şekilde, Almanya’da Hitler’in, İspanya’da Franco’nun, Şili’de Pinochet’nin vb. iktidara gelmesine yardımcı olan Stalinist “halk cephesi” politikasını tarihin çöplüğünden çıkartıp yeniden piyasaya sürmektir. Çağlı’nın, “biz burjuvazinin diktatörlük biçimleri arasında bir seçim yapmak zorunda değiliz” diyerek “boykot” çağrısı yaptığını belirttiği çevrelere yönelik sahte polemiği de, “kitleleri faşizme karşı somut mücadele” adına sözde “demokratik” burjuvaziye yedekleyen bu ihanet politikasını gerekçelendirmenin aracıdır. Marksist Tutum’un zaten HDK’nin içinde yer aldığı ve Demokrasi İçin Birlik adlı burjuva oluşumu desteklediği hatırlandığında, Çağlı’nın tutumunun hiç de şaşırtıcı olmadığı anlaşılacaktır.
Sahte sol çevrelerin açıklamalarında kapitalizmin krizinden, Ortadoğu’da sürmekte olan emperyalist yağma savaşlarından, ABD ile AB arasında keskinleşen çelişkilerden, uluslararası ölçekte tırmanan militarizmden, dünya savaşı tehlikesinden, akıl almaz boyutlardaki toplumsal eşitsizlikten, egemen sınıfın diktatörlük eğiliminden ve en önemlisi, sosyalist işçi sınıfı hareketinin geliştirilmesi gereğinden tek satır söz edilmemiş olması rastlantı değildir.
Bir zamanlar, çıkarlarını, göstermelik de olsa işçi sınıfı yanlısı ve emperyalizm karşıtı rolü oynamakta bulan küçük burjuva solcuları, sınıf mücadelesi, devrim ve sosyalizm gibi kavramları uzun süre önce çöpe atmış; onların yerine, “insan hakları”, “kültürel haklar”, “barış” ve “demokrasi” gibi içi boş kavramları geçirmiş durumdalar. Onlar, bu yolla, binlerce bağla bağlı oldukları emperyalist sistem içinde görece iyi bir konum elde etmeyi umuyorlar.
“İnsan hakları” ya da “demokrasi” adına emperyalist müdahaleleri meşrulaştıran sahte sol, servet eşitsizliğinden ya da çarpık gelir dağılımından söz ettiğinde, gerçekte, toplumsal servete onu üreten işçilerin sahip olmasını değil; servetin en zengin yüzde 10’luk kesim içinde “adil” dağılımını talep etmektedir.
Onların “demokrasi” mücadelesi ile işçi sınıfınınki arasında da derin bir uçurum vardır. Sahte sol, “demokrasi”yi, yalnızca kendisi için ve işçi sınıfı ile gençliği kendi arkasında emperyalist sisteme yedeklemeye hizmet ettiği ölçüde savunur.
Son olarak, orta sınıfların sahte solda temsil edilen hali vakti yerinde kesimlerinin, en tepedeki yüzde 1’e öykünürken, işçi sınıfına tam bir aşağılama ile yaklaştığını; bu aşağılamanın, güçlü bir işçi hareketi karşısında hemen düşmanlığa dönüştüğünü anımsatalım. Bu yüzden, söz konusu toplumsal kesimin siyasi temsilcilerinin devrimci bir işçi hareketi karşısında emperyalizm ile işbirliğine girmesi, hatta açıkça faşizan karakter edinmesi rastlantı değildir.
Sosyalist bir işçi sınıfı alternatifi için
Egemen sınıf, dünyanın hiçbir ülkesinde, iktidarını geleneksel yöntemlerle sürdüremiyor ve giderek artan bir hızla açık diktatörlük biçimlerine yöneliyor. Öte yandan işçi sınıfı da bu şekilde yaşamak istemiyor. Özetle, dünya, egemenlerin eskisi gibi yönetemediği; yönetilenlerin de bu şekilde yönetilmek istemediği, devrimci bir duruma girmiş durumda ve bu, Türkiye için de geçerlidir.
Bu koşullar altında işçi sınıfına düşen görev, demokratik ve toplumsal hakların savunusu görevini üstlenmek ve onu, egemen sınıfın savaş ve diktatörlük yöneliminin altında yatan kapitalist sisteme karşı sosyalizm mücadelesi ile birleştirmektir.
Bunun için, işçi sınıfının yaklaşan anayasa referandumunda kullanacağı “hayır” oyunun, çok sayıda burjuva ve küçük burjuva akımı kapsayan geniş “hayır cephesi” içinde ayrıştırılması zorunludur. Bu da, yalnızca, “hayır” kampanyasının, yukarıda özetlediğimiz uluslararası sosyalist perspektif temelinde sürdürülmesi ile mümkündür.
“Hayır” kampanyasının aynı zamanda bütün burjuva ve küçük burjuva muhalefetten bağımsız ve onlara karşı çıkarak sürdürülmesi, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin Türkiye şubesinin, Sosyalist Eşitlik Partisi’nin işçi sınıfı içinde inşası hedefine tabi kılınması demektir.
İşçi sınıfının bu perspektif temelinde “hayır” kampanyasına kazanılamaması durumunda, referandumda “hayır” çıksa dahi burjuvazinin diktatörlük ve savaş yönelimi artarak devam edecektir. Bu nedenle, biz, “hayır” kampanyasını ve demokratik hakların savunusunu çok daha geniş bir mücadeleye; savaşa, diktatörlüğe ve kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesine ve işçi sınıfının devrimci önderliğinin inşasına tabi kılınması savunuyoruz. Böylesi bir kampanyanın başarısı, aynı zamanda, 1917 Rus Devrimi’nin 100. yıldönümüne de gerçek anlamını kazandıracaktır.