Suriye ordusu, Rus savaş uçaklarının ve İranlı “gönüllü” savaşçıların desteğiyle ülkenin kuzeyinde ilerlemeyi sürdürürken, Almanya başbakanı Angela Merkel, Ankara’ya bir “çalışma ziyareti” gerçekleştirdi. Merkel, Başbakan Davutoğlu’nun ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüştü.
Ziyaretin açıklanan resmi amacı “sığınmacı krizini çözmek”, yani, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Suriyeli göçmen akışını önlemesi olmakla birlikte, gündemin ana maddesinin, Suriye’nin doğrudan istilası ve orada Rusya ile yaşanacak olası bir çatışma durumunda NATO’nun bir bütün olarak Türkiye’nin arkasında durmasını sağlamak olduğunu söyleyebiliriz.
Yani, Merkel’in bir günlük “çalışma ziyareti”nin arkasında, asıl olarak, Suriye ordusunun Rus savaş uçaklarının desteğiyle Halep’in alınması dahil, ülkenin kuzeyindeki İslamcı gruplara karşı önemli askeri başarılar elde etmesi yatmaktadır. Suriye’nin kuzeybatısının bütünüyle yeniden hükümetin kontrolüne geçmesi, Türkiye-Suriye sınırının tümüyle Şam’ın ve Suriyeli Kürtlerin denetimi altına girmesi anlamına geliyor ki bu, Ankara’nın en son isteyeceği şeydir. Zira bu durumda, Ankara’nın desteklediği İslamcı savaşçılar Türkiye’den yalıtılacak ve AKP iktidarının Suriye’nin yağmasından pay kapma hesapları bütünüyle bozulacaktır.
Bu bağlamda, Davutoğlu’nun, Merkel ile görüşmesinin ardından basına konuşurken, Türkiye’nin Almanya ile birlikte “bütün saldırıların durması, sivil halka karşı hiçbir operasyon yapılmaması konusunda… diplomatik inisiyatif” başlatma kararı aldığını söylemesi, Halep’in ve Suriye’nin kuzeybatısının rejim güçlerinin eline geçmesi ile birlikte ortaya çıkan duruma yönelik bir tepkidir. Dahası, bu tepki, Davutoğlu ile Merkel’in “Rusya’nın ve diğer güçlerin alanda sivillere yönelik olarak sürdürdüğü saldırılar konusunda BM ve ilgili aktörler nezdinde diplomatik girişimlerde bulunma” kararında da görüldüğü gibi, asıl olarak Rusya’yı hedeflemektedir.
Bu “diplomatik girişim” vurgusu, kuşkusuz, Ankara’nın barışseverliğinden ve Suriye halkına olan sevgisinden kaynaklanmıyor. AKP iktidarı, Suriye’deki rejim değişikliği savaşının en ateşli savunucusu ve Suriye halkının maruz kaldığı felaketlerin (yüz binlerce Suriyelinin öldürülmesi, milyonlarcasının evsiz sığınmacılar haline getirilmesi, binlercesinin Ege Denizi’nde boğularak ölmesi dahil) başlıca sorumlularından biridir.
Merkel’in Ankara ziyaretine denk düşecek şekilde yayımlanan kimi belgeler, Erdoğan-Davutoğlu iktidarının, her gün onlarcası Ege Denizi’nde katledilen Suriyeli sığınmacıları nasıl Avrupalı emperyalistler ile kirli bir pazarlık unsuru olarak kullandığını göstermektedir. Bunlar, cumhurbaşkanının Antalya’daki G-20 zirvesi sırasında AB Konseyi Başkanı Donald Tusk ve AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker ile yaptığı toplantının tutanaklarıydı. Yunan haber sitesi “euro2day.gr”nin yayınladığı ve Türk basınında da yer alan tutanaklara göre, bu toplantıda, Erdoğan AB’den daha fazla para kopartmak ve AB’ye üyelik görüşmelerinde Ankara yararına ilerleme elde etmek için, açık ve kaba biçimde “tehdit ve şantaj” uygulamıştı.
Başta Erdoğan ve Davutoğlu olmak üzere, iktidar yetkilileri, şu anda da sayısı şimdiden 50 bine yaklaşmış olan yeni sığınmacı dalgasından yararlanmaya çalışıyorlar. Ankara, bu sığınmacıların yanı sıra hem Türkiye’dekileri hem de AB’den gönderilecek olanları sınırın Suriye tarafında oluşturulacak kamplarda tutma kılıfı altında, emperyalist müttefiklerini, Suriye topraklarının bir bölümünü işgal ederek orada “tampon bölge” oluşturma planına kazanmanın hesabı içinde. Bu plan, başta ABD olmak üzere, emperyalist devletlerin yönetici seçkinleri içinde kayda değer bir destek bulmaktadır.
AKP iktidarı, Suriye’yi istilaya yönelik hazırlıklarını iyice ilerletmiştir. Ankara, Suriye sınırına tanklarla ve ağır silahlarla donanmış binlerce asker yığmış durumda ve Kürt illerinde, Suriye’nin, özellikle de Rojava’nın istilası durumunda yaşanacak olası kent savaşlarına hazırlık izlenimi veren uzatılmış bir savaş sürdürüyor.
Ankara’nın, kuşkusuz, emperyalist merkezlerdeki destekleyicilerinin bilgisi dahilinde ve onayıyla yaşama geçirmeye çalıştığı savaş yöneliminin başlıca bölgesel ortağı, dünyadaki en barbar rejimlerden biri olan Suudi monarşisidir. Suudi monarşisi, geçtiğimiz günlerde, “IŞİD’e karşı uluslararası koalisyona, kara kuvvetleriyle katılmaya hazır olduğunu” açıklamış ve bu açıklama, Ankara tarafından desteklenmişti. İktidarın medyadaki sözcülerinden Yeni Şafak gazetesine göre, Suudi monarşisinin oluşturacağı 150 bin kişilik askeri gücün, “IŞİD ile mücadele” kılıfı altında, Türkiye üzerinden Suriye’ye girmesi planlanıyor. Habere göre, bu güçte, Suudi Arabistan’ın yanı sıra Mısır, Ürdün, Sudan, Türkiye, Fas, Katar, Kuveyt, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden askerler yer alacak.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Latin Amerika seyahatinden dönüşte gazetecilere yaptığı açıklamalar, AKP iktidarının Suudi monarşisi ile birlikte Suriye’yi istilaya hazırlandığını ve ABD’nin, buna, büyük olasılıkla onay vermiş olduğunu gösteriyor. “Bu tür şeyler konuşulmaz, gerektiğinde gereken neyse yapılır. Şu anda biz bütün güvenlik güçlerimizle, her şeyimizle tüm ihtimallere karşı hazır durumdayız.” diyen Erdoğan, Suriye içerisinde oluşturulmak istenen, şimdiki adıyla “terörden arındırılmış bölge” konusunda ABD ile “Kilometresine varıncaya kadar mutabık” olduklarını belirtti. ABD savunma ve dışişleri bakanlıkları sözcülerinin, Suudi Arabistan’ın Suriye’ye karadan müdahaleye hazır olduğuna ilişkin açıklamasını memnuniyetle karşıladıklarını da belirtmek gerek.
Özetle, Türkiyeli egemen sınıf ve AKP iktidarı, Suriye’yi yağmalama ve içeride patlama noktasına gelmiş olan toplumsal gerilimleri dışarıya yönlendirme hesabı yaparken, başta ABD olmak üzere emperyalistler, onları, Rusya’ya yönelik çok daha kapsamlı savaş planlarında -Rus savaş uçağının düşürülmesinde olduğu gibi- birer tetikçi olarak kullanıyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Mart 2003’te TBMM’de reddedilen Irak tezkeresine gönderme yaparak, “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz.” demesi, egemen sınıfın savaş yöneliminin en yalın ifadesidir. Ancak, özünde Irak’takinin bir devamı olan Suriye’deki savaşın, 2003’te Irak’ta yaşanandan çok daha yıkıcı sonuçları olacaktır. Bunu öngörebilmek için, dünya kapitalizminin tarihindeki en derin krizini yaşadığını, hem emperyalistler arasındaki rekabetin hem de her bir ülkedeki toplumsal gerilimlerin yüz yıldan bu yana görülmedik bir düzeye ulaştığını göz ardı etmemek yeterlidir.
Ankara’nın ABD emperyalizminin güdümünde ve barbarlık simgesi İslamcı diktatörlükler ile ittifak halinde başlatmaya hazır göründüğü bu savaş, yalnızca milyonlarca emekçinin ve gencin, büyük bankalar ile tekellerin ve onların emrindeki politikacıların çıkarları uğruna birbirlerini boğazlaması anlamına gelmeyecek. Savaş, aynı zamanda, aylardır Kürt illerinde örneğini gördüğümüz bir devlet terörünün Türkiye’nin dört bir yanına yayılmasını, en küçük toplumsal muhalefet belirtisinin ezilmesini ve burjuvazinin açık diktatörlük uygulamalarını da beraberinde getirecektir.
Böylesi bir süreçte, hiç kimse, emperyalist yağmacıların Ortadoğu’nun yeniden sömürgeleştirilmesi sürecinde Kürt halkının demokratik ve toplumsal özlemlerini dikkate alacağını düşünmemeli. Bu bağlamda, ABD yönetiminin kimi sözcülerinin Suriye’deki PYD/YPG güçlerine ilişkin “Türkiye’nin, YPG ile ilgili endişelerini anlıyoruz. Ancak YPG, IŞİD ile mücadelede en başarılı güçlerden biri. Biz onları terörist örgüt olarak görmüyoruz ve kendilerini desteklemeyi sürdüreceğiz” demesi hiçbir anlam ifade etmemektedir. Bu, burjuva diplomasisinin tarihinde binlercesini bulabileceğimiz ikiyüzlü açıklamalardan biridir.
Başta Kürtler olmak üzere bölgedeki tüm emekçilerin ve gençliğin kurtuluşu, onları Ortadoğu’da tırmanan paylaşım savaşının en ön cephesine yerleştiren burjuva önderliklerden bağımsız, tüm Ortadoğu, Avrupa ve Amerika işçi sınıfını birleştirecek enternasyonalist sosyalist bir program uğruna mücadeleden geçmektedir.