7 Ağustos Pazar günü, Türkiye’nin birçok kentinde toplanan milyonlarca insan, 15 Temmuz darbe girişimini bir kez daha kınadı. Bu gösterilerden en büyüğü İstanbul’da düzenlendi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çağrısıyla Yenikapı miting alanında düzenlenen “Demokrasi ve Şehitler Mitingi”ne, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve onların uzantısı örgütlerle çok sayıda sivil toplum kuruluşu katıldı.
Devletin ve bu partilerin bütün güçlerini seferber ettiği Yenikapı’daki mitinge, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne ve Anadolu Ajansı’na göre beş milyona yakın; 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana, darbeyi düzenleyenleri kınamak yerine Erdoğan’ı ve AKP iktidarını hedef tahtasına yerleştirmiş olan Batılı ve uluslararası haber ajanslarına göre ise bir milyondan fazla insan katıldı. Katılımcı sayısına ilişkin bu rakamlar arasındaki uçurumun büyüklüğü bir yana, “Demokrasi ve Şehitler Mitingi”nin, TC tarihindeki en kalabalık miting olduğu ortada.
Bununla birlikte, Kürt milliyetçisi Halkların Demokratik Partisi (HDP), PKK ile bağlantılı olduğu ve ona açıkça tavır almadığı gerekçesiyle, mitinge dahil edilmedi. Bilindiği gibi HDP, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AKP, CHP ve MHP genel başkanları ile düzenlediği toplantıya da davet edilmemişti.
Yenikapı’daki mitingin başlıca özelliklerinden biri de, ordunun komuta kademesinin, ülkenin tarihinde ilk kez, siyasi parti önderleriyle birlikte bir mitinge katılması ve Genelkurmay Başkanı General Hulusi Akar’ın bir konuşma yapmasıydı. Akar, konuşmasında, generallerin neredeyse yarısının görevden alınmış ve tutuklanmış olduğu gerçeğini yok sayarcasına, ordunun darbe girişiminde yer almadığını iddia etti ve onun arkasındakilerin, yani Fethullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) en ağır cezaya çarptırılacağını söyledi.
MHP’nin, darbe girişiminin hemen başlangıcında ona karşı çıkıp Erdoğan’a ve hükümete desteğini ilan eden genel başkanı Devlet Bahçeli, Yenikapı mitinginin “yeni bir başlangıç” olduğunu vurguladı.
Benzeri bir tavır, CHP’nin lideri Kemal Kılıçdaroğlu tarafından sergilendi. Konuşmasında, 15 Temmuz sonrasında “yeni bir Türkiye”nin olduğunu belirten Kılıçdaroğlu, kendisi dahil, bütün politikacıların çıkartması gereken dersler olduğunu vurguladıktan sonra, daha önce yapmış olduğu uzlaşma çağrısını yineledi. Bununla birlikte, Kılıçdaroğlu, cumhuriyete, demokrasiye, yasalar önünde eşitliğe ve medyanın bağımsızlığına ilişkin kaygılarını da ifade etti ve “camiye, kışlaya ve yargıya siyaset girmesin” uyarısında bulundu.
İktidar cephesinde de bir “ulusal uzlaşma” havası hakimdi. Başbakan Binali Yıldırım, hem sağcı hem de solcu şairlerin şiirleriyle süslediği konuşmasında, CHP ve MHP liderlerine teşekkür ettikten sonra, “bu tarihsel birliği korumak için elimizden geleni yapacağız” dedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın milliyetçi tonların egemen olduğu konuşmasına da aynı uzlaşmacı söylem damgasını vurdu. Bununla birlikte, Erdoğan, darbecilere ve darbenin arkasında olduğunu düşündüğü Batılı müttefiklerine, özellikle de Almanya’ya gönderme yaparken, hiç de “yumuşak” değildi. Darbecilerin bütün devlet kurumlarından temizleneceği sözünü yineleyen Erdoğan, Yenikapı mitingindeki tablonun, aynı 16 Temmuz sabahı olduğu gibi, “düşmanları” rahatsız ettiğini vurguladı.
Erdoğan’ın eleştiri oklarından en fazla nasibini alan, kendisinin Köln’de düzenlenen darbe girişimi karşıtı mitinge video bağlantısı yoluyla seslenmesini engelleyen Alman hükümeti oldu. O, Berlin’i, “Kandil’dekilere” tanınan hakkın kendisine tanınmaması gerekçesiyle sert bir biçimde protesto etti. Erdoğan, ayrıca, TBMM’nin gündemine gelip oradan geçmesi durumunda, ölüm cezasının yeniden yürürlüğe girmesini onaylayacağını da yineledi.
Uluslararası medya kampanyası
Yenikapı’daki “Demokrasi ve Şehitler Mitingi”, ABD ve Avrupa medyası tarafından da işlendi. Ancak, hükümetlerinin izlediği çizgiye uygun şekilde, asıl olarak AKP iktidarının darbe girişimi sonrası baskıcı uygulamaları üzerine yoğunlaşan Batı medyası, mitingi, “Erdoğan’ın güç gösterisi” olarak betimledi. Onlara göre, başta Yenikapı olmak üzere meydanları dolduran milyonlarca insan, basitçe, Erdoğan’ın uysal izleyicileri ya da çıkar ortaklarıydı.
Özetle, birkaç istisna dışında, 15 Temmuz darbe girişiminin nedenleri ya da onun Türkiye ve NATO ittifakı için olası kapsamlı sonuçları üzerine kafa yormayan Batı medyası, darbe girişiminin kitlesel halk muhalefeti eliyle yenilgiye uğratılmış olduğunu görmezden gelen tavrını, 7 Ağustos’taki büyük mitingler karşısında da sürdürdü.
Burjuva “ulusal uzlaşma”
Batılı müttefiklerinden büyük ölçüde yalıtılmış olan Erdoğan önderliğindeki AKP iktidarı, darbe girişiminin arkasındaki emperyalist hükümetlerin bu sinik tavrından, kendi konumunu güçlendirmek için yararlanıyor. İktidarın darbe karşıtı kitleleri kendisine yedeklemeye yönelik en etkili silahı milliyetçiliktir; din, bunun tamamlayıcısı olarak kullanılmaktadır. Bu yüzden, hem Yıldırım hem de Erdoğan, Yenikapı mitinginde, sık sık “milli birlik ve beraberlik” vurgusu yaptı.
Derin bir ekonomik krizin ortasında, burjuva muhalefet partilerinin, sermaye örgütlerinin ve sendikaların üzerinde anlaşmış göründüğü bu “ulusal uzlaşma”nın demokrasinin savunusuyla ya da emperyalizm karşıtlığıyla hiçbir ilişkisi yoktur. O, sarsılan Türk burjuva siyasi düzenini istikrara kavuşturma ve krizin faturasını işçi sınıfına çıkarma üzerine kuruludur ve kaçınılmaz olarak, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarını daha da kötüleştirmeye hizmet edecektir.
Öte yandan bu gerici “uzlaşma”, aynı 15 Temmuz darbe girişimi gibi, asıl olarak, Ankara ile Batılı müttefikleri arasında ciddi çatışmalara yol açan uluslararası dinamiklerin, özellikle de ABD emperyalizminin Rusya’yı kuşatıp parçalamaya yönelik stratejik yöneliminin bir ürünüdür.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bugün, St. Petersburg’da, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile buluşacak. Bu buluşma, geçtiğimiz Kasım ayında bir Rus savaş uçağının düşürülmesinin ardından bozulmuş olan ilişkilerin düzeltilmesi yönünde geçtiğimiz birkaç ay içinde atılan adımlarda yeni bir aşamaya işaret edecek.
Anımsanacağı üzere, Başbakan Binali Yıldırım, Mayıs ayı sonunda Ahmet Davutoğlu’nun yerini aldıktan hemen sonra yaptığı açıklamada, Ankara’nın dış politikasında, özellikle Rusya ile ilişkilerde ve Ortadoğu’da köklü bir değişikliğe gidileceği mesajını vermişti. Yıldırım’ın, “Dostlarımızın sayısını arttırıp düşmanların sayısını azaltacağız” sözlerinde özetlenen bu yeni yönelim, yine başbakanın ifadesiyle, Rusya ve İsrail ile ilişkilerin iyileştirilmesi ile sınırlı kalmayacak, Irak’ı, Mısır’ı ve hatta Suriye’yi de kapsayacaktı.
15 Temmuz darbesi karşısında ve sonrasında sergiledikleri tavır, Ankara’nın bu yeni yöneliminin, onun başta Washington ve Berlin olmak üzere NATO’daki emperyalist müttefikleri tarafından kolayca kabul edilmeyeceğini gösterdi. Onlar, 15 Temmuz darbe girişiminde görüldüğü üzere, NATO’nun ikinci büyük askeri gücüne sahip olan ve stratejik bir coğrafyada bulunan bir ülkenin başına buyruk davranmasına izin vermektense, toplumsal bir felakete, bir iç savaşa, hatta bölgesel bir çatışmaya yol açacak adımlar atmaya hazırlar.
Bu koşullar altında, Ankara ile Moskova arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi, kaçınılmaz olarak, yalnızca Türkiye’de değil ama NATO ve Avrupa Birliği içinde de yeni ve fırtınalı bir dönemin başlangıcı olacaktır.
Demokrasiyi yalnızca işçi sınıfı savunabilir
15 Temmuz darbe girişimi, burjuva siyaset kurumunun ve onun medyadaki sözcülerinin göstermek istediğinin tersine, “darbelerinin son bulduğu yeni bir dönemin” ve “yeni bir demokratikleşme”nin başlangıcı değildir. Tersine, o, yeni darbe girişimleriyle, toplumsal çatışmalarla ve artan devlet terörüyle damgalanacak bir dönemin açıldığının habercisidir.
Dahası, NATO’nun ikinci büyük ordusundaki generallerin neredeyse yarısının doğrudan dahil olduğu bu darbe girişiminin “artçı sarsıntıları” Türkiye ile sınırlı kalmayacak; tüm Batı ittifakını (NATO ve AB dahil) kapsayacaktır. Bu, hem Türkiye hem de Avrupa ve Amerikan işçi sınıfı için ciddi bir uyarıdır.
Darbe girişimine karşı alanları dolduran ve Batı medyası ile sahte solun basitçe “Erdoğan’ın askerleri” ilan ettiği milyonların, yaklaşan çalkantılı dönemde, bu kez siyasi iktidara karşı harekete geçme potansiyeline sahip olduğundan hiç kimsenin kuşkusu olmamalı.
15 Temmuz darbe girişimine karşı mücadelede sokağa dökülen işçi ve gençlik kitleleri, tırmanan işsizliğe, yoksulluğa ve toplumsal eşitsizliğe karşı mücadeleye giriştiklerinde, karşılarında, bugün darbecilere karşı “meydanlar milletindir” sloganını yükselten AKP iktidarını, sözde “demokrasiyi savunan” polisi ve orduyu bulacaklar. Dahası, kaçınılmaz olarak yükselecek işçi hareketinin karşısına, şimdi, aynı “demokrasi” yalanı etrafında oluşturulmuş olan patronlar, burjuva partileri ve sendikalar koalisyonu da dikilecek.
15 Temmuz sonrasında burjuva partiler arasında şimdilik sağlanan “uzlaşma”, Türkiyeli işçiler ve gençler için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Askeri darbelere karşı demokrasiyi savunabilecek tek toplumsal güç olan işçi sınıfının bu tehdidin üstesinden gelebilmesinin yolu, bu burjuva “koalisyon”dan bağımsız, sosyalist bir perspektif geliştirmesinden geçmektedir. Bunun için, onun, yalnızca burjuva partilerinden değil; aynı zamanda, sahte solun -biri CHP’nin, diğeri ise milliyetçi Kürt burjuvazisinin kuyruğunda ilerleyen- her iki kanadından da kopması ve kendi siyasi bağımsızlığını ilan etmesi gerekiyor. Bu, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin Türkiye şubesi olarak Sosyalist Eşitlik Partisi’nin inşası anlamına gelmektedir.