15 Temmuz darbe girişimi ve sosyalist perspektif

Kendisini “solda” konumlandıran önemli bir kesim, Türk ordusundan bir grubun 15 Temmuz akşam saatlerinde gerçekleştirmeye çalıştığı darbeyi, tasfiye edilme korkusu yaşayan ağırlıklı olarak Gülenci subayların, emirlerindeki birkaç bin askerle gerçekleştirdiği “çılgınca bir intihar eylemi” ya da çaresizce yapılmış “son bir hamle” olarak değerlendirdi. Çoğunluğunu müzmin Erdoğan karşıtlarının oluşturduğu bir diğer kesim ise, bu darbe girişimini, Erdoğan’ın kendi diktatörlük hevesi uğruna tezgahladığı bir “oyun” olarak yorumladı.

Her iki kesimi de birleştiren bu izlenimci, öznelci ve ulusalcı yaklaşım, işçi sınıfının söz konusu darbe girişimine kararlılıkla karşı çıkması gerekliliğini görmezden gelmekte; işçi sınıfının bu girişimin ardında yatan temel dinamikleri ve olası sonuçlarını görmesini engellemekte; onun sosyalist bir perspektif geliştirmesini önlemekte; dolayısıyla, son tahlilde, egemen sınıfların çıkarlarına hizmet etmektedir.

Toplumsal Eşitlik ve Dünya Sosyalist Web Sitesi (WSWS) sayfalarında defalarca vurgulandığı üzere, 15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye ya da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kişiliği ile sınırlandırılamayacak çok daha kapsamlı uluslararası dinamiklerin ürünüdür. Maddi temelleri küresel kapitalist krizde ve onun körüklediği savaş ve diktatörlük yöneliminde yatan bu darbe girişimi, ABD ve Alman emperyalizminin siyasi desteği ve onayıyla ve NATO’nun ikinci büyük ordusunun önemli bir kesiminin katılımıyla uygulamaya konmuştur.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ve AKP iktidarını devirmeye yönelik başarısız askeri darbeyi izleyen günler içinde, CIA’in ve Pentagon’un bu darbede parmağı olduğu konusunda hiçbir kuşku kalmadı.

Darbe girişiminin, Varşova’da düzenlenen ve Rusya’ya karşı askeri yığınağın arttırılması kararının alındığı NATO zirvesinden yalnızca bir hafta sonra ve AKP hükümetinin Rusya ile ilişkileri yeniden iyileştirme yönünde somut adım attığı bir süreçte gerçekleşmesinin basit bir rastlantı olduğunu düşünmek için herhangi bir neden bulunmamaktadır. Bu, elbette, darbenin NATO zirvesinde kararlaştırıldığı anlamına gelmiyor. Kastettiğimiz, NATO’nun Varşova’da aldığı savaşçı kararlar ile AKP hükümetinin Rusya’ya yönelik yeni politikası arasındaki mesafenin, ABD ve Almanya tarafından hoş görülemeyecek şekilde, giderek açılmakta olduğu; Rusya’ya karşı savaş yönelimini tırmandırmaya kararlı olan bu emperyalist güçlerin Ankara’daki bir hükümet değişikliğini -ki bunun verili koşullardaki tek yolu askeri darbedir- memnuniyetle karşılayacağıdır.

Amerikan ve Alman hükümetlerinin darbeyi siyasi olarak desteklediğini ve başarılarını beklediğini, onların Türkiye’deki bu girişime yönelik tepkilerine bakarak da görebiliriz. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Rus meslektaşı ile görüşmeler yapmak üzere Moskova’da olduğu sırada yaptığı ilk açıklamada, önemli bir NATO müttefiki olan Türkiye’deki seçilmiş hükümeti darbe karşısında savunmamış, bunun yerine, “Türkiye’de istikrar, barış ve süreklilik” umudunu ifade etmekle yetinmişti.

Berlin’in, darbe girişimini en azından onaylar görünen bir sessizlik içinde olduğu o saatlerde, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (Suriye’de Ankara ile karşı saflarda olan ülkelerin yöneticileri) darbenin hedefinde olan Erdoğan’ı arıyor ve desteğini ifade ediyordu. Türkiye’nin NATO’daki başlıca emperyalist müttefikleri, ancak darbenin başarısız olacağı ortaya çıktıktan sonra Ankara’daki hükümeti destekleyen açıklamalar yaptılar.

Yine, 1990’da başlayan birinci Körfez Savaşı’ndan bu yana bölgede büyük çapta yığınak yapmış olan CIA ve ABD ordusu, dünyanın en yaygın elektronik izleme ağına sahipken, burnunun dibinde (örneğin, darbenin operasyon merkezlerinden biri olan İncirlik üssünde) yaşananlardan sözde “haberdar değil” iken, Rus istihbaratı, darbeciler arasındaki konuşmaları çözerek Erdoğan’ı ve AKP iktidarını darbeden haberdar etmişti.

Başta ABD ve Almanya olmak üzere, Ankara’nın NATO’daki emperyalist müttefiklerinin darbeyi destekledikleri, en azından karşı çıkmadıkları, onların, 15 Temmuz darbesinin bastırılmasını izleyen günlerde sergiledikleri tavır eliyle de gözler önüne serildi. ABD’li ve AB’li politikacılar, darbecilere yönelik, neredeyse hiçbir suçlamada bulunmazken, Türk hükümetini “intikam, keyfi davranış ve iktidarın kötüye kullanımı” konularında uyarıyor ve “hukukun ve demokratik ilkelerin üstünlüğü”ne uyulmasını tavsiye ediyorlar.

Peki, ne oldu da NATO’nun ABD’den sonra en büyük ikinci ordusuna sahip Türkiye hükümeti müttefiklerinin gözünden düştü?

Dönemin başbakanı Erdoğan, 2013 yılı başlarında, AB olan ile ilişkiler üzerine konuşurken Putin’den Şanghay Beşlisi’ne üyelik talep ettiğini belirttiğinde, birçok kişi, onun pazarlıkta elini güçlendirmek için blöf yaptığını düşünmüş ve ciddiye almamıştı. Erdoğan’ın bölgedeki başlıca müttefiki olan Mısır’daki Müslüman Kardeşler hükümetinin aynı yılın Temmuz ayında ABD destekli bir darbe ile devrilmesi, Türkiye’nin dış politikasında önemli bir kırılma noktası oldu. Aynı yılın Eylül ayında Türkiye, Çin’den füze savunma sistemi alma planlarını açıklayarak, Washington’ı ve NATO’yu şaşkınlığa uğrattı.

Ardından gelen yıllarda, Washington ile Ankara arasındaki ilişkiler, özellikle Suriye’deki savaşın gidişatı konusunda sürekli olarak gerginleşti. Washington ve Berlin, IŞİD’in beklenmedik yükselişi karşısında Suriye’deki rejim değişikliği savaşında vekil güç olarak kullandığı İslamcı savaşçıların yerine büyük ölçüde Suriyeli ve Iraklı Kürt önderlikleri geçirmeye yönelirken, Türkiye’deki Kürt hareketi PKK ile aynı eksende yer alan Suriyeli Kürt milislerin (YPG) güçlenmesini “Türkiye’nin bütünlüğü” için bir tehdit olarak gören Ankara, hem Esad yönetimine hem de YPG’ye karşı cihatçı İslamcıları desteklemeye devam etti.

Kasım 2015’te bir Rus savaş uçağının kasten düşürülmesi sonrasında Rusya ile yaşanan gerilimlerin (bu olayın tüm sorumluluğu, şimdi, darbeci pilotlara yükleniyor), Türkiye’yi, sorgulamaksızın ABD/NATO yörüngesine yerleştireceğine inanılıyordu. Erdoğan’ın kısa bir süre önce Moskova’dan özür dilemesi ve Vladimir Putin yönetimi ile ilişkileri iyileştirme yönündeki hamlesi bu beklentiyi boşa çıkardı. Dahası, AKP iktidarı, dış politikadaki bu ani değişimin Rusya ile sınırlı kalmayacağını açıkladı. İsrail’in ardından Mısır ile ilişkilerin onarılması yönünde adımlar atan AKP iktidarı, darbenin hemen öncesinde, Başbakan Binali Yıldırım’ın ağzından, Suriye ile ilişkilerin yeniden canlanmasından bile söz etti.

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin, hem de darbe girişiminden birkaç gün sonra, AKP iktidarını, dolaylı olarak, NATO üyeliğini kaybetme olasılığı konusunda uyardığı unutulmamalı. Kerry, geçtiğimiz Pazartesi günü, Brüksel’de gazetecilere, “NATO, aynı zamanda demokrasiye saygıyı gerektirir ve o, doğrusu istenirse, ne olup bittiğini oldukça dikkatli bir şekilde değerlendirecektir.” derken, Türkiye’ye yönelik “demokratik” kaygılarını ifade etmiyor; AKP iktidarının izlediği yeni dış politikanın olası sonuçları konusunda tehditte bulunuyordu.

Türkiye, ABD ve Alman emperyalizmleri tarafından siyasi ya da ekonomik olarak kolayca göz ardı edilebilecek bir ülke değildir. O, hem Rusya’ya yönelik emperyalist planlarda hem de Ortadoğu’nun ve Orta Asya’nın zengin enerji kaynaklarının denetiminde stratejik bir konumda bulunuyor. NATO ittifakının, ABD’nin ardından en büyük orduya sahip olmakla övünen önemli bir üyesi olan Türkiye, Avrupa’daki en büyük altıncı ekonomiyi oluşturuyor. Türkiye, Avrupa Birliği’nin (AB) üyesi olmamakla birlikte, onun ekonomik ve siyasi yapılarıyla sıkı bir biçimde bütünleşmiş durumda.

Çağımızda, bir ülkenin iç ekonomik ve siyasi dinamikleri, bütünüyle, kapitalist sistemin uluslararası dinamikleri eliyle belirlenmektedir. Başka sözcüklerle ifade edersek, bir hükümetin içeride izlediği politikaları belirleyen şey, onun dış politikasıdır.

Ortadoğu’nun mutlak egemeni olarak Rusya’ya ve Çin’e yönelik kuşatma ve parçalama stratejisini ilerletmek isteyen ve bunu varoluşsal bir koşul olarak gören ABD emperyalizmi, hiç kuşkusuz, böylesine önemli bir müttefikinin kendisinden bağımsız bir şekilde yeni bölgesel stratejik düzenlemelere yol açacak adımlar atmasını kolayca sineye çekmeyecektir.

Askeri bir darbe girişimin son derece riskli bir hamle olduğu; dahası, kanlı iç savaşlara yol açabileceği gerçeğinin ABD emperyalizmini buna başvurmaktan alıkoyacağını düşünenler yanılmaktadır. Daha önce Türkiye’de yaşanmış olan Washington ve Berlin destekli darbelerin yol açtığı toplumsal yıkımlar bir yana, yine onların desteklediği Mısır’daki darbenin felaket getiren sonuçları ile ABD emperyalizminin Irak, Libya ve Suriye’deki askeri müdahaleleri düşünüldüğünde, onların kendi jeo-stratejik çıkarları uğruna Türkiye’yi bir kan gölüne dönüştürecek adımları atmaktan kaçınmayacakları görülür.

Dolayısıyla, Erdoğan hükümetinin ABD/NATO yörüngesinden sapma yönündeki denemeleri, önümüzdeki dönemdeki başlıca istikrarsızlaştırıcı etmen olmaya devam edecektir.

15 Temmuz gecesi yaşanan darbe girişiminin kitlelerin sokağa çıkmasının ardından başarısızlığa uğrayacağının ortaya çıkmasından sonra tüm iş dünyasının ve siyaset kurumunun desteğini arkasına alan iktidar, devlet aygıtı içinde kapsamlı bir temizlik operasyonu başlattı. Operasyonun boyutu, hükümetin, Türkiye kapitalizminin karşı karşıya olduğu riskleri çok daha derinlemesine ve uzun vadeli bir şekilde gördüğünün işaretidir.

Bir kez daha ifade edersek, askeri darbe girişiminin ardından başlatılan ve önceden planlanmış olduğu görülen kapsamlı temizlikler ile otoriter bir başkanlık sistemi eğilimi, tek başına Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kişisel hırsından ya da intikam arzusundan kaynaklanmamaktadır. Tersine, onda cisimleşen ve şimdi “darbecilere karşı mücadele” adı altında meşrulaştırılmak istenen bu eğilimlerin altında, bütün ülkelerdeki egemen sınıfların, küresel kapitalist krizin kışkırttığı savaş, militarizm ve diktatörlük yönelimi yatmaktadır.

Dolayısıyla, tırmanan savaş tehlikesine ve militarizme karşı mücadele ile egemen sınıfın diktatörlük yönelimine karşı mücadele bir bütündür ve onların temelinde, kar ve üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerine kurulu kapitalist sistem yatmaktadır. Tarihte tanık olunmadık bir toplumsal eşitsizliğe, kitlesel işsizliğe, yoksulluğa ve sürekli savaşa yol açmış olan ve artık, yalnızca onların varlığı sayesinde varlığını sürdürebilen kriz içindeki kapitalizm, demokratik, barışçıl yönetim biçimleri ile uzlaşmamaktadır.

Bu, yalnızca Türkiye ile sınırlı bir sorun değildir. ABD’den Fransa’dan ve Almanya’dan başlayarak, tüm ülkelerdeki siyasi iktidarlar, demokratik hakları ortadan kaldırmaya ve polis devleti inşasına yönelmiş durumdalar. Bu yüzden, küresel bir sistem olan kapitalizme karşı uluslararası düzeyde mücadele etmeksizin, temel toplumsal ve demokratik hakları savunmak mümkün değildir.

Bu mücadelenin öznesi, kapitalizm adlı bu sömürü, baskı ve savaş düzenini ortadan kaldırabilecek; üretimin kapitalist bireysel kar yerine toplumsal gereksinimleri karşılamak üzere yeniden örgütlendiği sosyalist bir toplumu kurabilecek tek toplumsal güç olan uluslararası işçi sınıfıdır.

İşçi sınıfı, bunu, yalnızca, bütün emperyalist güçlerden ve orta sınıfların kendi çıkarlarını onlar ile işbirliğinde gören hali vakti yerinde kesimlerinden siyasi ve ideolojik olarak koparak ve enternasyonalist ve sosyalist bir perspektif üzerine kurulu yeni bir devrimci işçi sınıfı hareketini inşa ederek başarabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir