12 Haziran Pazar günü yapılan genel seçimlerde, oyların yüzde 50’sini alan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Meclis’te elde ettiği 326 sandalye ile bir dönem daha iktidarda. Ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ise yeni yönetimiyle girdiği seçimlerde oylarını yüzde 26’ya çıkartarak 135 milletvekilliği elde etti. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ise 71 milletvekiliyle girdiği seçimlerde 18 sandalyesini yitirdi. MHP, yeni Meclis’te 53 milletvekili ile temsil edilecek. Bu seçimlerin “en başarılı partisi” ise Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) oldu. Parlamentodaki temsilini 22’den 36’ya çıkartan BDP’nin bu başarısının altında, kuşkusuz, Kürt halkına ve Kürt siyasi hareketine yönelik artan baskılar ve AKP’nin seçim süreciyle beraber giderek yükselttiği Türk milliyetçisi söylemle birlikte, BDP’nin farklı siyasi eğilimlerden Kürtleri bir “yurtsever Kürt cephesi” içinde toparlayabilmesi yatıyor. Bu sayede BDP, Kürt illerindeki tek rakibi olan AKP’yi geriletti ve yüzde 10 seçim barajını fiilen parçaladı.
Anımsanacağı gibi, küresel sermayenin Türkiyeli taşeronlarının sözcüleri, seçim öncesi aylarda yaptıkları bütün açıklamalarda, AKP’nin anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğu elde etmesi, CHP’nin yaşadığı önemli değişimlere rağmen güçsüzlüğünü sürdürmesi, MHP’nin meclis dışına düşmesi ve Kürtlerin yeterince temsil edilememesi gibi olasılıklar karşısındaki kaygılarını ifade ediyorlardı. Şimdi bu kaygılar giderilmiş durumda. AKP iktidarı, başta yeni anayasa olmak üzere, büyük sermayenin talep ettiği önemli ekonomik – siyasi reformlarda muhalefet partileriyle uzlaşmak zorunda kalacak (aksi durumda yeni anayasa yapılamayacak); önümüzdeki dönemin, işçi sınıfı ve emekçi düşmanı bütün düzenlemeleri “toplumsal mutabakat” maskesi altında gerçekleşecek. Özetle, 12 Haziran genel seçimlerinden çıkan dört partili yeni Meclis, hem “yüzde 90’a varan temsil düzeyi” bakımından hem de içindeki güçlerin dağılımıyla, büyük sermayenin istediği şekilde biçimlenmiştir.
Sermayenin yeni siyasi tablodan duyduğu memnuniyet, İş Yatırım’ın 13 Haziran tarihli günlük raporunda şu sözlerle ifade edildi: “Seçim sonuçları AKP’nin anayasayı değiştirecek çoğunluğa sahip olmadan iktidar olmasını isteyen piyasalarda memnuniyetle karşılandı.” [1] Yine burjuva medyada yer alan haberlere göre, büyük patronlar, yeni Meclis’in önüne, “Türkiye’yi AB üyeliğine yakınlaştıracak”,“katılımcı ve uzlaşmacı yeni bir anayasanın hazırlanması” görevini koyuyorlar.
Önce, AKP’ye 3. dönem iktidar şansı tanıyan ve hem “AB üyeliğine yakınlaşma” hem de “yeni anayasa” hedefinin maddi zeminini oluşturan ekonominin durumuna bakalım.
Ekonomik büyüme: “nimet” mi; “bela” mı?
AKP’ye üçüncü dönem tek başına iktidar olanağı tanıyan ve sürekli artan seçmen desteğinin ardında, kuşkusuz, ekonomik büyüme yatıyor. Anımsarsanız, AKP’nin seçim propagandalarına damgasını vuran başlıca argümanlar şunlardı: Milli gelir 230 milyar dolardan 736 milyar dolara çıktı; enflasyon yüzde 30’lardan yüzde 6,4’e indirildi; ihracat 36 milyar dolardan 114 milyar dolara, kişi başına milli gelir 3.500 dolardan 10.000 dolara çıktı; özelleştirme gelirleri dört kattan fazla artarak 34 milyar dolara çıktı vb.
2009’daki yerel seçimlerde AKP’nin önemli miktarda oy kaybetmesinin arkasında yatan şey, 2007 küresel ekonomik krizinin Türkiye’ye etkisiydi. Ardından hükümetin uyguladığı ekonomi politikalarıyla Erdoğan’ın “teğet geçti” söyleminde ifadesini bulan bir durum yaratıldı, küresel krizin Türkiye üzerindeki etkileri sınırlandırıldı ve bir süreliğine ertelendi. Ancak, giderek artan cari açığın eşlik ettiği kısa vadeli sermaye akışı ile finanse edilen bu ekonomik büyüme (2010’da % 8,9), AKP için yalnızca bir “nimet” olmakla kalmamakta, aynı zamanda AKP iktidarın altını oymaktadır. Hayvancılığın uzunca süre önce öldüğü Türkiye’de tarım can çekişmekte; yüksek maliyetler nedeniyle üretim yapmaktan vazgeçen küçük ve orta köylülük banka kredileriyle yaşamaktadır. Kişi başına milli gelir 10.000 dolara çıktı ama geniş kitleler işsizlik ve yoksulluk içinde yaşamaya çalışıyor (4 milyona yakın kişi işsiz, 15 milyonu aşkın insan ise yoksulluk sınırının altında yaşıyor). Bu yüzden Merkez Bankası (MB), zorunlu karşılık oranlarını arttırarak, bir yıl içinde yüzde 43 artış gösteren kredi artış hızını yavaşlatmaya ve ekonomik büyümeyi sınırlandırmaya çalışıyor. Çünkü AKP’yi üçüncü dönem iktidara taşıyan büyümenin kaynaklarından biri olan cari açık 50 milyar doları bulmuş durumda. Sürekli olarak kısa vadeli küresel sermaye yatırımlarıyla finanse edilen ve giderek artan bu açığın bir şekilde kapatılması gerekiyor. Zira 2010 yılı sonunda 300 milyar dolara yaklaşan borçların finansmanı giderek zorlaşıyor.
AKP, karşı karşıya olduğu “finansman sorununu”, bugüne kadar uyguladığı “günü kurtarma operasyonları”ndan vazgeçerek farklı bir para ve maliye politikalarına başvurarak çözmek durumunda. Bu, bir kesim burjuva ekonomistin uzunca süredir sözünü ettiği “yapısal reformların” uygulanması demek. Bunlardan biri, kısa vadeli küresel sermaye girişlerinin vergilendirilmesi (Tobin vergisi). Diğeri ise, dolaylı vergiler ile doğrudan vergiler arasında var olan ve sürekli açılan makasın kapatılması; yani, doğrudan vergilerin kamu gelirleri içindeki payının yükseltilmesi. Bu da, “kayıt dışı ekonomi” ile ciddi bir mücadeleye girişmeksizin mümkün görünmüyor. “Kayıt dışı ekonominin” kayıt altına alınması ise bu devasa alanda boğaz tokluğuna çalışan emekçilerin çalışma ve yaşam standartlarının yükseltilmesi anlamına gelmeyecek. En son çıkardığı “mali af” ile (piyasadan 58.3 milyar TL çekildi.) patronların milyarlarca liralık vergi ve sigorta prim borcunu silen AKP’nin, “kayıt dışı ekonomiyi” kayıt altına alırken de patronları koruyacağından kimsenin kuşkusu olmasın. Bu uygulamanın faturası, prim desteği, bölgesel asgari ücret vb. yollarla bir kez daha işçi sınıfına çıkartılacaktır.
AKP hükümeti, büyümeyi sürdürmek zorunda ama bunu mevcut biçimiyle sürdürmesi mümkün değil. Kısa vadeli küresel sermaye akışına ve astarı yüzünden pahalı hale gelen ithalata bağımlı büyümeden kurtulmaya zorlanan AKP, önümüzdeki dönemde, ABD’nin de aralarında olduğu kimi ileri kapitalist ülkelerin bir süredir uyguladığı sınırlı “ithal ikameci” politikalara yönelebilir. Ancak bu, TC Devleti’nin küresel liberalizasyon çerçevesinde imzalamış olduğu anlaşmalardan dolayı, önceki dönemin ithal ikameciliğinden farklı olarak, katı gümrük korumalarından çok, ithal otomotiv vb. mallar üzerindeki Özel Tüketim Vergisi’ni (ÖTV) arttırmak biçiminde gerçekleşecektir. Bu önleme, banka kredilerindeki artışa paralel biçimde artan (özellikle yüksek ithal girdi payı olan dayanıklı tüketim mallarına yönelik) iç tüketimi sınırlamak amacıyla, bu mallar üzerindeki ÖTV’nin artışı eşlik edebilir.
Özetle, AKP, 3. iktidar döneminde, asıl olarak ithalat ve borçlanma üzerine kurulu hızlı büyüme oranını düşürme ile dış kaynaklara dayalı büyümeyi sürdürme arasında sıkışmış durumda. Türkiye’nin, AKP’nin seçim sürecinde açıkladığı “çılgın” projeler bir yana, mevcut açıkları finanse edecek sermayeye bile sahip olmadığı ortada. Unutmayalım ki, Ortadoğu’da (özellikle de Suriye’de) yükselen toplumsal / siyasi mücadeleler, Türkiye’nin küresel sermaye açısından konumunu değiştirebilecek ve onu riskli ülkeler kategorisine sokabilecek önemli bir dinamiktir. Suriye’deki halk hareketinin başta Kürt illerindekiler olmak üzere emekçileri, işsizleri ve gençliği etkilemesi neredeyse kaçınılmazdır. Bu tepki, hükümetin Kürt sorunu karşısında alacağı tavra ve BDP’nin tutumuna bağlı olarak, hiç umulmadık biçimler alabilir.
Uluslararası dinamikler
Türkiye’nin, devasa cari açığını asıl olarak kısa vadeli yabancı sermaye ile finanse etmeyi sürdürdüğü mevcut ekonomik tablo, AKP iktidarının geleceğinin, başta ABD ve AB olmak üzere dünya ekonomisindeki gelişmeler eliyle belirleneceğini göstermektedir. ABD ekonomisinin beklenenden yavaş toparlanması ve ABD merkez bankası FED’in düşük faiz uygulamasını sürdürmesi ve dünya piyasalarına ABD doları pompalamaya devam etmesi, Türkiye’ye olan yabancı sermaye akışının süreceği biçiminde okunabilir. Öte yandan, AKP’nin işini kolaylaştıracak olan bu durumun ne kadar süreceğini; FED’in ne zaman yeniden sıkı para politikasına yöneleceğini kimse bilmiyor.
Türkiye ekonomisinin -dolayısıyla da AKP hükümetinin- geleceği üzerinde en etkili güçlerden biri de Avrupa Birliği’dir (AB). İrlanda, İzlanda ve İspanya’nın ardından Yunanistan’ın içine düştüğü durum, Euro’nun geleceğine ilişkin belirsizlikleri körükledi. Yunanistan’da yaşanmakta olan krizin bir bütün olarak AB’deki dengeleri sarsması, uluslararası ticaretinin büyük bölümünü AB ile yapan ve Alman, İngiliz ve Fransız sermayesine göbekten bağlı olan Türkiye ekonomisini derinden etkileyecektir.
Yeni anayasa
12 Haziran seçimleri sonrasında oluşan Meclis’in asıl görevinin yeni bir anayasa yapmak olduğu büyük patronlar, sendikacılar ve politikacılar tarafından uzunca süredir ifade ediliyor. “Demokratik”, “liberal”, “sivil” vb. sıfatlarla tanımlanan yeni anayasanın ne şekilde yapılması ve neleri içermesi gerektiği, en liberalinden en otoriterine; İslamcısından ulusalcısına; Türk ya da Kürt milliyetçisine kadar her renkten siyasetçi tarafından ayrıntılı biçimde dile getirildi. Bununla birlikte, bütün bu tartışmalarda dile getirilmeyen; daha doğrusu özenle gözlerden uzak tutulan tek bir soru var: Yeni anayasa hangi sınıfın çıkarlarını ifade edecek?
Bu sorunun sorulması, küresel sermayenin taşeronu liberal burjuvaların ve küresel “serbest rekabet” sürecinde hızla çökmekte olan orta sınıfların dinci, milliyetçi ya da sözde sosyalist ulusalcı temsilcilerinin sinirlerini bozmaya yetiyor. Farklı etnik kökenlerden, dinlerden, kültürlerden vb. liberal burjuvalar, bütün bireylerin anayasal düzeyde eşit haklara sahip olacağını ilan ediyor; bu yolla, her türlü ayrımcılığın önüne geçileceği masalını anlatıyorlar. Peki ya bütün ayrımcılıkların kaynağı olan sermayenin egemenliği, özel mülkiyet, ücretli emek sömürüsü ve ulusal sınırlar? Onlara ne olacak? Küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin önündeki etnik, dinsel, ulusal vb. kimi engelleri kaldırmayı amaçlayan yeni anayasanın, gerçekte, etnik, dinsel vb. kimliklere hapsedeceği emekçilerin bir sınıf olarak örgütlenmesini önleyeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Küresel sermaye ve ortakları, emekçileri asıl olarak sermayeye kölelik zemininde eşitleyecektir ki burjuva anayasalarının ilk ortaya çıktıkları günden beri özünü oluşturan şey, sınıf egemenliğini gizlemesi; burjuvayla proleteri, sömürenle sömürüleni hukuki olarak eşit göstermesidir.
Farklı etnik, dinsel, kültürel vb. kökenlerden insanların eşitliğinin anayasal düzeyde kabulü, kuşkusuz, küçümsenmeyecek bir adımdır. Ancak, oldukça geride kalmış bir adım! İnsanlık bu adımı, burjuvazinin feodal soyluluğa başkaldırdığı dönemde, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ile atmıştı. Sermayenin insan emeğini sömürmesinin ve özgürce gelişmesinin önündeki bütün engelleri kaldırmasının ifadesi olan bu liberal burjuva öğreti, bizzat üzerinde yükseldiği kapitalizmin ürettiği yeni çelişkiler karşısında iflas etmiş; her iflas savaşlarla, milyonlarca insanın ölümüyle, devasa maddi ve kültürel birikimin imhasıyla sonuçlanmıştır. İnsanlık, 150 yılı aşkın süredir, bilimsel sosyalizm öğretisinin ortaya çıkmasıyla birlikte, her türlü baskının ve ayrımcılığın altında özel mülkiyet ve ücretli emek sömürüsü üzerine kurulu kapitalist sistemin yattığını bilmekte; bu sistemi ortadan kaldırmanın ve sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya toplumu kurmanın mücadelesini vermektedir.
Yeni Meclis’in AKP önderliğinde oluşturacağı yeni anayasa da, en ileri durumda, başta Kürtler olmak üzere farklı halkların ve farklı inançlara sahip kesimlerin Türkler ve Sünni Müslümanlar ile eşitliğini kabul edebilir. Ancak tarih, anayasaların hiçbir kutsallık taşımadığını ve bizzat onu yaratan burjuvalar tarafından, kapsamlı bir ekonomik yıkım döneminde ya da çıkarları gerektirdiğinde bir kenara atıldığının örnekleriyle doludur.
Meclis’te üç ‘devrimci’
Yukarıda, 12 Haziran genel seçimlerinden çıkan dört partili yeni Meclis’in, hem “yüzde 90’a varan temsil düzeyi” bakımından hem de içindeki güçlerin dağılımıyla, büyük sermayenin istediği şekilde biçimlendiğini söyledik. Gerçekten de, hem burjuvazinin farklı kesimlerinin siyasi temsilcilerini, hem sendikacıları hem de Kürtleri barındıran bu Meclis, yeni bir anayasa yapmak için gerekli toplumsal meşruiyete sahip (elbette burjuva kriterlere göre). Öyle ki, yeni TBMM’de, biri Emek Partisi’nin (EMEP) –eski- genel başkanı, diğeri ise Sosyalist Yeniden Kuruluş Parti Girişimi üyesi olan iki “devrimci sosyalist” de yer alıyor. Geçerken, kendi çizgisinde son derece tutarlı, dürüst bir demokrat ve aydın olan Sırrı Süreyya Önder’i, herhangi bir “sosyalist” çevrenin temsilcisi olmadığı için ayrı tuttuğumuzu belirtelim.
BDP’nin yeni Meclis’in böylesi “güçlü” bir temsil yeteneğine sahip olmasında oynadığı rol kuşkusuz tartışılmaz. Önceki dönemde parlamentoda 22 temsilcisi olan Kürt hareketinin, bu seçimlerdeki asıl başarısı, farklı siyasi eğilimlerden Kürtleri bir araya getirerek bir “yurtsever Kürt halk cephesi” oluşturmakla kalmayıp, bu “yurtsever demokratik cephe”ye “Türk sosyalistlerini” de katmasıdır.
BDP’nin, İstanbul’da Levent Tüzel’in seçilmesini sağlamak için il başkanını seçimden çekmesi, Ertuğrul Kürkçü’yü ise Mersin’e taşıması, elbette, sosyalizme yakınlığından ya da bu adayların desteğine duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanmıyordu.
“Türkiye Partisi”
BDP’nin bu isimleri Meclis’e taşıması, onun, söylem bazında da olsa, bir “Türkiye partisi” olma hedefiyle bağlantılıdır. Başta Abdullah Öcalan olmak üzere birçok Kürt politikacısının uzunca süredir dile getirdiği bu özlemin ne ölçüde gerçekleşeceğini ve BDP sayesinde Meclis’e giren “Türk sosyalistlerinin” bu konuda nasıl bir tutum takınacağını, elbette, zaman gösterecek. Bununla birlikte, EMEP’in bu bileşime katılmasının, Kürkçü ile izleyicilerinin katılmasından çok daha zor olacağını öngörebiliriz.
BDP çatısı altında oluşan “Kürt cephesi”nin bir “Türkiye Partisi”ne dönüşmesi, kuşkusuz, bir başına iki “Türk sosyalistinin” TBMM’deki konumuna bağlı olmayacak. Zira BDP’nin bir “Türkiye partisi” haline gelmesi, “Türk sosyalistlerinin” yurtsever Kürt cephesinin dümen suyunda yüzmesinden çok daha farklı bir şey olacaktır. Yeni parti, eğer gerçekten yeni olacaksa, yeni bir perspektife, programa ve örgütlenme anlayışına sahip olmak durumundadır.
İrili ufaklı Kürt mülk sahibi sınıflarının farklı siyasi eğilimlere sahip sözcülerinden oluşan bu “yurtsever cephe”nin, “Batı”da, milliyetçilikle zehirlenmiş orta sınıflardan Türkler içinde fazla yer bulamayacağı ortada. Dolayısıyla o, içinde Kürtlerin de yer aldığı işçi sınıfı ve emekçiler arasında örgütlenmek durumunda. BDP, bu alanda, kamu çalışanları içindeki saygınlığını uzunca süre önce yitirmiş olan KESK’in ve kimi küçük sendikaların müflis bürokrasilerinden başka bir dayanağa sahip değil. Bu tabloyu, varlıklarını yıllardır müflis sendika bürokrasilerine ve Kürt hareketine yedeklenerek sürdürmüş olan “Türk sosyalistleri” de değiştiremez.
Küçük burjuva sosyalistlerinin sendika bürokrasisinin ve Kürt hareketinin kuyruğunda bugüne kadar aldığı yol, 12 Haziran seçimlerinden sonra oluşan tabloyla birlikte bir ayrıma daha ulaşmış görünüyor. Yeni Meclis’teki anayasa hazırlama sürecinde yaşanacak olan tartışmalar ve müflis sendika bürokrasileri ile yurtsever Kürt cephesinin alacağı tavır, bu “sosyalistlerin” reformist ve sınıf işbirlikçisi yüzünü iyice açığa vuracaktır. Kürt hareketinin liberal demokrat burjuva talepleri üzerine inşa edilmiş “seçim blokları” içinde reformist kesilen, iki seçim arasında ise arada bir devrimi ve sosyalizmi anımsayan bu ‘keskin’ devrimciler, -önemli kırılmalar yaşanmazsa- AKP’nin -belki de CHP’nin de katılımıyla- BDP ile birlikte hazırlaması ihtimali olan yeni anayasayı nasıl savunacaklarını şimdiden düşünmeye başlamalılar.
Özne olmak
Seçimlere ilişkin düşüncelerimizi özetlediğimiz “12 Haziran Seçimleri ve Sosyalistler” [2] başlıklı yazıda, “işçi sınıfının, ideolojik, siyasi ve örgütsel olarak bütün diğer sınıflardan bağımsız siyasi önderliğinin olmadığı koşullarda … başka sınıfların siyasi temsilcileriyle girişilen her türlü ittifakın, oluşturulan her türlü bloğun, devrim ve sosyalizm mücadelesinin önüne dikilmiş bir engel olduğunu” belirtmiştik. Aralarında sözde “Troçkistler”in de yer aldığı “Türk sosyalistleri”, son olarak 12 Haziran seçimlerinde de “yurtsever Kürt cephesi”ne yedeklendiler ve bu yedeklenmenin bedeli öncekilerden daha ağır olacak. Burada sözünü ettiğimiz “bedel”, elbette, zaten var olmayan bir kitle tabanının kaybı değil. İlkesizliğin diz boyu olduğu bir süreçte sözde siyaset yapan bütün bu gruplar, yaklaşan anayasa tartışmaları içinde, nihai konumlarını belirleyecek; devrimci işçi hareketi ve Marksizm ile olan son bağlarını da yitirecekler.
Aynı yazıda, “Bilimsel sosyalist siyaset, yalnızca, işçi sınıfının tarihsel deneyimlerinden süzülmüş, kapitalizmin bilimsel çözümlemesi ve komünizm perspektifi üzerine kurulu Marksist bir siyasi programın cisimleşmiş ifadesi olan devrimci bir parti ile yapılabilir” demiş ve eklemiştik: “Hiç kimse kendisini kandırmasın: Böylesi bir partinin olmadığı koşullarda söz konusu olan şey “ittifak”, “blok” ya da “cephe” oluşturma değil, yalnızca yedeklenme ya da “iltihak” anlamına gelir. Gerçek bir parti olmadan, “gerçek siyaset yapma” adına atılan her adım, bugüne kadarki bütün “blok” ya da “cephe” deneyimlerinde görüldüğü gibi, samimi Marksistlerin gerçek görevlerinden uzaklaşmasına; geleceğin Marksist devrimci kadrolarının bu sözde “ittifak”lar uğruna, liberal-demokrat burjuvazinin ve küçük burjuvazinin değirmenine su taşıma sürecinde eriyip gitmesidir.” [3]
Önümüzdeki fırtınalı dönem, söz konusu küçük burjuva sosyalistlerinin, bir filin gölgesinde yürürken o gölgeyi kendisinin sanan tavuk misali böbürlenmelerine pek fazla fırsat vermeyecek; BDP’nin sınıfsal karakterinin artık gizlenemez duruma geleceği bu süreçte, Kürt halkının gerçek dostlarının Marksist devrimciler olduğu da açığa çıkacaktır. Her şey, samimi Marksistlerin bir araya gelerek, işçi sınıfının karşı karşıya olduğu tehditlere yanıt verecek devrimci partiyi oluşturma iradesine ve işçi sınıfı ile ezilen halkların kurtuluşunun sermayenin egemenliğinin bir aracı olan burjuva parlamentosunda değil devrimci kitle mücadelesi ile oluşacak işçi iktidarında olduğunu göstermesine bağlıdır.